27 Haziran 2012 Çarşamba

Toprak, İlerleme ve Dünyanın Dengesi



Tüm semâvî dinlerin, kadim ve kutsal öğretilerin salık verdiği üzere denge, itidâl, yaşamın sürekliliğinin ve dolayısıyla huzur ve mutluluğun vazgeçilmez sırrı… Her alanda, her adımda aranması ve yerleştirilmesi şart olan denge, günümüz dünyasında hepten altüst olmak üzere... 

Ne yazık ki Doğulu devletler, Batının geçirdiği kötü “ilerleme” deneyiminden hâlâ kendilerine ders çıkarabilmiş değiller. Ve hâlâ ilerleme, kalkınma, teknoloji ve konfor gibi, madden ve mânen insanlığın ve hatta insan soyunun devamını baltalayan Batı güdümlü hedefler,  siyâsî iktidarların programlarında başı çekiyor… 

Kısaca hatırlarsak, Ortaçağlarda insanoğlu ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla iştigal ederdi. Devletlerin düzenleri de buna paralel olarak gelişmişti. Tarım ve hayvancılık bir yandan insanların karnını doyururken, diğer yandan devlet hazinelerini ve onların savaşan ordularını besliyordu.  

Avrupa feodalitesinin kiliseyle kol kola sergilediği zulmün, Reformun tohumlarını ektiği yüzyıllarda; kadim Doğu topraklarındaki halklar Batıya göre daha adâletli  yönetiliyor ve daha fazla refah içerisinde yaşıyordu. Batıda feodaliteyi ve dolayısıyla, Tanrı’nın dünyadaki temsilcilerinin konumunu protesto edenlerin dini yeniden düzenlemelerine kadar bu böyleydi, diyebiliriz… Sonra Tanrı’nın sözde-eli, dünya maişetinden çektirilip ahirete havâle edildi. Bu sayede beyaz adamın kendisi dünyanın efendisi ilân ediliyordu. Artık dilediğine dilediğince muamele edebilirdi… Hem zaten yenilenmiş dine göre O’na en iyi hizmet ancak, Mesih’in geleceği güne değin çalışıp zengin olmakla mümkün değil miydi? 

Yeni Hıristiyanlık, dünyadan el etek çektirdiği “yeni Tanrısının” adını kullanıp, dünyanın altını üstüne getirdi. Siyâseti de ordusu da bilimi de sanatı da kültürü de bu yola hizmet etti. O yüzyıllara değin, dünyanın efendiliğini üstlenmiş olan Doğu, Batıdan gördükleriyle neye uğradığını şaştı! Ezilmiş ve hırpalanmışlığın yarattığı aşağılık duygusu, Doğunun, kadim zaman ve gerçeklik algısını büyük ölçüde sakatladı. Yeni Batılı efendilerin kendi menfaatleri için uydurdukları “ne pahasına olursa olsun ilerleme, kalkınma ve sanayileşme” ülküsü Doğuya da sirayet etmişti. 

Batılı efendiler, sömürü düzenlerini daha da etkili kılmak adına finanse ettikleri Sanayi Devrimi’yle kolay ve hızlı sermaye yapılabildiklerini test edince, feodal baskı altında ezilmekten usanmış halkları, kendi hizmetkârları olarak kullanmak üzere şehirlere çektiler. Böylelikle şehirler oluşmaya ve halk yığınlarıyla dolmaya başladı. Sanayi ve teknolojiden nemalanan Batılı efendiler, seküler bilim ve tekniği de hizmet ettirdikleri sanayi devletlerinin “ileriliğini” kutsayıp, tarım devletlerinin “geriliğini” yerme propagandasını yürüttüler. Böylelikle sade kendi coğrafyalarının ya da sömürge olarak el koydukları toprakların değil, tüm dünyanın canına okumak istiyorlardı.

Bugün Batı, topraktan kopartarak şehre sürdüğü “ilerleme kölesi” halkların karınlarını da mutsuzluklarını da satın alıp, kimi yapay yol ve yöntemlerle doyurmaya çalışıyor. Modern/genetiği değiştirilmiş tarım ve dev ilaç teknolojileri hâlihazırda durmadan Batılı efendilerin para kasalarına girdi sağlıyor. Doğrudan üretemeyip hep tüketen yalnız yığınlar, mutsuzluktan ve kendilerine dayatılan sûnî ve sağlıksız gıdalardan ötürü hastalanıyor sonra da ilaç sanayiinin ağına düşürülüyor. Biyoteknolojik gıdalar ile antidepresanlar başta olmak üzere orijinal ürün taklidi kimyasal ilaçlar son yirmi-otuz senenin en çok tüketilen maddelerinden... 

Velhâsıl, demografik nicelik ve manevî nitelik açısından hızla tükenen Batılılar, ne ağız tadıyla gıda tüketebiliyor ne de sağlıklı ve insanca bir düzen içerisinde mutluluk sürebiliyor… Ama şuna bakın ki, hiçbir zaman insan olabilme hâlini ölçemeyen istatistiksel veriler ha bire Batının şişkin “per capita” gelirlerinden dem vurmaktadır… 

Diyeceğimiz odur ki toprak, bu dünyanın en bilge inşa edicisi ve terbiyecisidir. Adâletle idare edilen bir ülke üzerinde insanoğlu, onunla hemhâl olduğu sürece âileler küçülmez büyür; dağılmaz toplanır; yaşlılar, gençler ve çocuklar lâyık oldukları konumları bulurlar. Ondan hem çalışıp üretmenin hazzı, hem sabır ve kanaat ve tabii ki paylaşımın güzelliği öğrenilir. 

Hayvanlar ve bitkiler tıpkı insanlar gibi hak ettikleri değeri ancak toprağa, yani doğaya dayalı yaşamlarda bulabilirler. Ve tabiidir ki tertemiz gıdalarla beslenip, tertemiz çevrelerde insanca yaşayan huzurlu bir toplumun düşünce sağlığı da yerinde olacaktır. Topraktan geçimini sağlayan; toprağın bilgeliğinden geçmiş insanlarda ilerlemenin, dış dünyaya rağmen ve dışa doğru değil;  dış dünyayı da umursayarak ancak  içe; Aşkın olana doğru olabileceği fikri, şehrin tüketici ve yalnız insanına göre her zaman daha anlaşılır bulunmuştur.  

Türkiye’nin nüfusunun dörtte üçünden fazlasının büyük şehirlere yığılmasıyla tüm yaşamsal dengeler altüst olmaktadır. Eskimiş Batı modası, kırsalı azaltıp şehir nüfusunu şişirme hedefiyle ülkemizin kötü akıbetini hazırlamaya devam etmekten, yol yakınken dönmelidir.  Geriye göç teşvik edilmeli; gerekirse üzerine para verilmelidir. Ancak bu yapılırsa nüfus artar, sağlıklı ve mutlu nesiller yetişebilir. 

Sözün sonunu Nasreddin Hoca’ya atıfla bağlayalım. Şehirlerin insanlarla dolup taşması karşısında köylerin hepten şenliksiz bırakılmasının yarattığı dengesizliğe Hoca Nasreddin, zamanlar üstü aklıyla sekiz asır öncesinde işaret etmiş gibidir:  Adamın biri Nasreddin Hoca’ya:  “Hocam, şu dünya ne tuhaf!” demiş. “Tuhaf olan nedir?” diye sormuş Hoca. “Sabah oldu mu insanların her biri bir tarafa gidiyor… Bazıları o yana bazıları bu yana...” demiş ve sormuş: “sizce neden böyledir?” Hoca çok fazla düşünmeden şu cevabı vermiş: “Neden olacak hepsi bir tarafa gitse dünyanın dengesi bozulur da ondan!...”

21 Haziran 2012 Perşembe

Azalan Nüfus ve Çocukların Yoksulluğu



Sokakları çocuk cıvıltılarının doldurduğu günler her geçen yıl biraz daha geride kalıyor. Oğlumla ben, hafta sonları el ele verip oturduğumuz -görece büyük- sitedeki sokakları dolaşıyor, ona arkadaş arıyoruz. Ne yazık ki şimdilik sadece bir arkadaş bulabildik!

Nereden nereye!… Bizim çocukluğumuzda yaşadığımız kasabanın her sitesi, her sokağında en az onbeş-yirmi çocuk sabahın erken saatlerinden itibaren oyun oynamak üzere dışarıda hazır beklerdi. Bununla birlikte, yaz tatili gelip de okullar kapanınca, çocukların yarısından fazlası köylerine gider, yaz boyunca köydeki işlere yardım eder ve okullar açılınca tekrar kasabaya dönerlerdi. 

Yaz-kış köyde yaşayan ailelerin çocuk sayısı ise şehirlerdekini en az ikiye katlar durumdaydı.  Bu hâl tipik bir indirgemecilikle, köydekilerin “saldım çayıra mevlâm kayıra” hesabı, doğum kontrolünden bihaber olmalarıyla açıklanmamalı. Benim kanaatime göre en temel etken, kır hayatının; tarım ve hayvancılığın niteliği gereği çok çocuklu aileye ihtiyaç duymasıdır. Nitekim, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren serbest piyasacılığın daha bir ön plana alınıp, KİT’lerin özelleştirilmeye başlanmasıyla, tarım ve hayvancılıkla sağlanan geçim, neredeyse tüm çekiciliğini yitirmiş oldu. Köyler boşalmaya ve köy okulları bir bir kapanmaya başladı. Dolayısıyla aileler, şehir hayatının kısıtları içerisinde ciddi şekilde aile planlamasına yönelmek zorunda kaldılar. 

2011 nüfus sayımı rakamlarıyla, Türkiye’nin kırsalında yaşayan nüfus, toplam nüfusun % 23,2’si kadardır. Buna karşın  tek başına İstanbul’un barındırdığı nüfus ise %18,2'dir. Şehirlere savrulmuş ailelerin birden, ikiden fazla çocuk sahibi olmaları neredeyse imkânsız gibidir. Hiçbir şeyin doğrudan üretilmediği sürekli tüketime endeksli şehir hayatında, düşük ve orta gelirli bir aile için birden-ikiden fazla çocuk sahibi olmanın karşılığı son derece bunaltıcı, depresif bir hayat olmalıdır. Tabii ki mevcut koşullarda…

Evvela, köyden şehre gelip de annenin babayla beraber çalışmaması gibi bir seçenek, neredeyse imkânsızdır… Ev kirası, yamek-içmek, çocukların okul masrafları vs. vs… Anne hiçbir şey yapamıyorsa gündelikçilik, merdiven temizliği gibi işlerle evin geçimine katkıda bulunuyordur. Annenin daha nitelikli işlerde çalıştığını düşünsek bile, mevcut çalışma şartları –kamuda ve özelde– çocuk doğurmayı değil; doğurmamayı özendirmektedir. İşyerlerinin yarı-zamanlı çalışma seçeneği, kreşleri; kreş yardımları bulunmamaktadır. Büyük şehirlerde ortalama kreş ücretleri asgari ücreti bir hayli aşmış durumdadır. Dahası pek çok iş kolu için, annenin, çocuğu hastalanınca onu doktora götürme hakkı dahi yasal olarak tanınmamıştır. Bu şartlarda elbette ki aileler birden-ikiden fazla çocuk yapamayacak ve dolayısıyla nüfus gittikçe azalacaktır. Nüfusun azalması ise iki kelimeyle, hayatın azalmasıdır.

Yukarıda birkaç cümleyle ortaya koymaya çalıştığımız Türkiye’nin tarım/üretim toplumundan, sanayi/tüketim toplumuna geçiş sürecinin doğurganlığa yansıması, aşağıdaki grafikte farklı ülkelerle karşılaştırmalı olarak gözlenebilir. 


Yıllar itibarıyla her kadına düşen çocuk sayısı (kaynak OECD)



 



Sanayileşmesini tamamlamış üç ülkenin düşük ancak neredeyse stabil doğurganlık oranlarına karşın, gelişmekte olan iki ülkenin (Türkiye ve Meksika) otuz sene içinde hızla savrulduğu nokta son derece dramatik durmaktadır.

Son olarak şunu da kaydetmek gerekmektedir. Türkiye ve Meksika gibi sanayileşme ve tüketim toplumu olma yolunda, doğurganlık oranlarını hızla düşüren ülkeler, çocuk yoksulluğunu engellemeyi başaramamıştır. Çocuk yoksulluğuyla kastedilen bir çocuğun bulunduğu ülke koşullarında gıda, sağlık, eğitim, güvenli yaşam  gibi temel gereksinimlerinin karşılanamıyor olmasıdır.

2000’li yılların sonu itibarıyla çocuk yoksulluğu oranları (kaynak OECD)

Türkiye
% 23,46
Meksika
% 25,79
ABD
% 21,63
Almanya
% 8,28
Norveç
% 5,48




Demek ki doğurganlık azaldıkça çocuk yoksulluğunun da azaldığını iddia eden teori, genel-geçer bir teori değildir.  Türkiye, doğurganlık oranını hızla düşürmesine rağmen, şehirleşme ve sanayileşmesini daha insan odaklı yapan Avrupa ülkelerine göre çocuk yoksulluğunda açık ara kötü durumdadır. Dahası, bir ülkenin dünya ekonomi devi olması onun çocuk yoksulluğunda iyi durumda olduğuna işaret etmeyebilir. Nitekim, ABD’de hüküm süren gelir adaletsizliği, onu Türkiye ve Meksika’nın çocuk yoksulluğu oranlarına yaklaştırmıştır.