25 Eylül 2011 Pazar

Alexander Mccall Smith, Kahve Öyküleri'nden...

Alexander Mccall Smith, Kahve Öyküleri'nden...

25 Eylül 2011 Pazar, 20:58 tarihinde Fulya Aktüre Koçak tarafından eklendi
... “Porçini mantarları,” dedi Domenica. “Kurutulmuş porçini mantarlarını sıcak suyla dolu bir kaseye koyup mantarların suyu biraz emmesini bekle. Suyunu dökme.”
“Neden?” diye sordu Pat. “Suyuyla ne yapacağız ki?” “Arborio pirincini bu suyla pişireceğiz,” diye açıkladı Domenica. “Böylece pirinç mantarların tadını emecek. Eskiden İskoçya’da insanların yediği patates ve koklatma prensibinin aynısı aslnda. Koklatma dediğim de patateslerin üstüne azıcık et parçacığı dökmek yani. Pişen eti baba yiyor, çocuklar da patateslerin üstünde gezdirilen kısmını yiyebiliyormuş.”
“Hayat çok zormuş” dedi Pat mantar paketini açarken.
“Evet” dedi Domenica. “O insanların torunları olan bizler de burada durmuş, ithal mantar paketleri açıyoruz.
... “Düşünsene, bu apartman ilk yapıldığında bu evde yaşayan kadının muhtemelen bir ya da iki giysisi olmuş olmalı. O zamanlar insanların çok az giysisi varmış. Varlıklı çiftçilerin karılarının bile tek bir gyisisi olabiliyormuş. Hayat çok farklıymış.”
“Düşünmesi çok zor” dedi Pat.
“Evet” dedi Domenicaç “Ama kendimize bunları hatırlatmamız gerek. Büyük büyükbabalarımızla kendi aramızdaki bağı yenilememiz gerek. Bizi insan yapan bu çünkü. Onların başından geçenleri ve kim olduklarını biliyor olmak bizi birbirimize bağlıyor. Eğer bunu kaybedersek, aynı kara parçasında yaşayan garip insanlar topluluğundan başka bir şey olamayız. Bu da benim kabuslarıma giriyor Pat. Eğer bir grup, bir ulus, bir İskoç olma bilincimiz kaybolursa diye korkuyorum.”
Pat omuzlarını silkti. “Bunu kim kaybettirebilir ki?” dedi. “Hem neden böyle birşey yapsınlar.”
Domenica ona döndü. “Tüm bunların kaybolmasından son derece memnun olacak çok sayıda insan var. Küreselleşme nedir zannediyorsun? Eleştiremeyeceğimiz, hatta kontrol edemeyeceğimiz insanlar tarafından bizim için çoktan verilmiş kararları kabul etmeye hazır, aynı zevklere ve görüşlere sahip, itaatkar tüketiciler haline indirgenirsek bundan kim yarar sağlayacak sence?”
“Ben tüm bunlar karşısında suskun kalmayı reddediyorum” diye devam etti Domenica. “Otantik bir kültürü olan bir toplumda yaşamak istiyorum. Çok basmakalıp sözler gibi gelebilir bunlar, ama diyecek başka söz bulamıyorum. Olduğum yerin ürünü olan ve beni ilgilendiren konularla ilişkili bir kültürün olsun istiyorum. Elektronik müzikle gerçek müzik arasındaki fark gibi bu. Hollywood’un hazmedilmeye hazır lapalarıyla hakiki filmler arasındaki fark gibi. Çok temel bir şey bu Pat.”
“Bazen kendimi çok bezgin hissediyorum,” dedi. “Beni affet. Dünyaya şöyle bir bakıyorum ve beziyorum. Olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum, ama yine de televizyonu açacak olursam herşeyin daha da kötüye gittiğini görüyorum. Tüm o yavanlık, o aptallaştırma... anlamsız ve boş yarışma programları. Başkalarının kızgınlığına ve küçük düşmesine kahkahalarla gülen insanlar. Çok basit ve materyalist bir zafer gösterisi bu ayrıca. Ulusal sahneden yuhalanmak veya alkış almak için sıra sıra geçen o karakterlerin katıksız aptallığı... boş ve değersiz ünlüler, kaba saba konuşan kabadayılar. Ulusal hayatımızı ne kadar da güzel betimleyen bir resim bu anlatamam!”
... “Medeniyetin tuğla tuğla parçalarına ayrılışını seyrettik ve artık boşluğa bakıyoruz gibi bir his var içimde. İnsanları baskıcı kültür süzenlerinden özgür kılıyoruz sandık, ama aslında insanların elinden bir şeyleri alıyorduk. Nezaketi ve içtenliği öldürüyorduk. İnsanların serpilebilmesi için gerekli olan şefkat, ilgi ve vefa gibi minik bağları baltalıyorduk. Geleneklerin kötü olduğunu, dar görüşlü toplumlar yarattığını, insanları geri bıraktığını düşünüyorduk. Ama aslında gelenekler en başından beri toplumu bir arada tutuyor ve insanların birbirine bağlı olduğu hissini yaratıyordu. Gelenek ve göreneklerin yokluğında diğer insanları daha çok seviyor, onlara daha çok mu değer veriyoruz sahiden? Yoksa hepimiz birbirimizi medeni yabancılara mı çevirdik? Ülkelerimizi sadece başkalarını rahatsız etmekten çekinmesi yeterli olan misafirlerin memnuniyeti uğruna bir otel haline mi getirdik yoksa?”
... “Demin söylediklerimin tam tersini savunacak insanlar da var. Çok çeşitli ahlaki gelişmeler kaydedildiğini iddia edebilirler. Gelişme kaydedildi de aslında. Peki çok açıdan artık başkalarının duygularının çok daha bilincindeyiz. Ayrıca porçini mantarlarına kolayca eriştiğimizi de unutmamak gerek.”

Alexander Mccall Smith, Kahve Öyküleri, sf 508-511

(yazarın tüm kitapları için:)
http://www.idefix.com/kitap/alexander-mccall-smith/urun_liste.asp?kid=82456

23 Eylül 2011 Cuma

Hafızasız Sosyal Medyanın Hafızasız, Postmodern İnsanları!

Son birkaç yılda dünyamıza giren sosyal medyanın değişik versiyonları neredeyse onbeş-yirmi kaleme ulaştı. Ciddi bir zaman ve emek isteyen bu platformların, çağın, beton binalar içerisine tıkılmış iletişim fakiri insanı için bir tür nefes alma aracı olduğu kesin. Diğer yandan, bu platformlar postmodern çağımızın belki de en demokratik kamusal alanları aynı zamanda. Suç teşkil etmemek kaydıyla, ortaya koyduğunuz her türlü fikir, düşünemediğiniz düzeyde bir yayılım ve etki yaratma potansiyeline sahip. Dolayısıyla, toplumun, mevcut otoritelerin yönelimlerini de belirleme gücü de söz konusu.

Tüm bu "şahane" özelliklerine rağmen, sosyal medya enstümanlarının hafıza kaygısı yok. En popüler olanlarından facebook ve twitter'ı ele alalım: Görsel paylaşımlar arşivi (fotoğraf, video) her ikisinde de kolayca ulaşılabilir durumda olmasına rağmen anlık durum değerlendirmeleri ya da metin paylaşımları için bunu söyleyemiyoruz. Ne facebook ne de twitter size bir arşiv seçeneği sunmuş değiller. Diyelim bugün, altı ay önce facebook'ta  herhangi bir sıcak mesele üzerine yazdığınız düşüncelerinize dönüp bakmak istediniz... Yapmanız gereken sayfalarca geri gidip, aradığınızı  gözünüzle tek tek kontrol etmek. Aynı şey twitter için de geçerli.  İşleminin zaman hırsızlığı  ve usandırıcılığı kullanıcıyı doğrudan hafızasızlığa teşvik etmekte...

İnsan biraz düşününce, aklına şu soru geliveriyor:  Arşiv erişimi sağlamamakla, popüler sosyal medya yaratıcıları, anlık hafızayı yüceltip, uzak hafızayı yok sayan bir kullanıcı prototipi mi kurguladılar? Esasen bu soru "çağın ruhu"nu da hesaba kattığınızda, hiç de öyle salt spekülasyon olarak gözükmüyor... Malum, yaşadığımız postmodern-kapitalist çağ, doğrudan "tüket-at felsefesizliğiyle" hayat bulmakta. Dolayısıyla sosyal medyanın, çağın kapitalist otoritelerine hizmet etmesi tuhaf durmuyor.

"Tüket-at felsefesizliği" kanımca bir bütündür. Kuvvetle muhtemeldir ki en seri "tüketip atanlar", en az düşünenlerdir. Az düşünmenin birinci koşulu hedonizme teslim olup, "anı yaşamak"tır. Sürekli haz bekçiliği yapıp, kendini tatmin yolları arayan "çağın insanı"nın, eski defterleri karıştırma, geçmişe; sıkı bir tarihe sahip olma derdi de lamaz. Böylelikle, derinlikli düşünceler de üretemez. Dolayısıyla arşivsiz bir sosyal paylaşım ağı onlara "uyar!"

Peki, bu durumdan şikayetçi olan, "tüket-at, anı yaşa" mottosunu protesto eden muhtemel-mutsuz azınlık ne yapmalı? Fikrimce, üç ayrı adım atılabilir: ilki, mevcut firmalar üzerinde sosyal medya yoluyla baskı oluşturup, arşiv mekanizmasının hayata geçirilmesini sağlamak. İkincisi, emek edip, kendimize ait hesabın farklı bir dijital ortamda arşivini oluşturmak. Son olarak ve belki en anlamlısı, Türk enformasyon teknolojisinden, müşteri prototipini yerel, kültürel kodlarla oluşturulmuş sosyal paylaşım siteleri kurmalarını istemek...

21 Eylül 2011 Çarşamba

eski kasaplar, araba yıkayıcısı oldu!


Arabamızı yıkattığım yerdeki baba-oğulu görmelisiniz. Nasıl saygılı, nasıl becerikli, nasıl sevimli ve nasıl tokgözlü insanlar! Birlikte çalışıyorlar. Elli yaşında olduğunu dün öğrendiğim babanın adını bilmiyorum; ama oğlan, Baran. Baran, sürekli gülümsüyor, çok düzgün konuşuyor, çabucak iş yapıyor... Dün sordum, lise öğrencisiymiş. Yarım gün okulda sonra babasının yanında...

Bu iki güzel insan orada işçi olarak çalışıyorlar. Dün sabah erken bir saatte gitmek durumunda kaldığım için patronlarını da gördüm: Efendi bir adama benziyordu. Baranlar'dan önce gelmiş dükkana; galiba onlara bırakıp gidiyordu... Patronları hep geç gelir bilirdim ya... Kendi kendime güldüm... tuhaf bir işletme!...

Ama asıl şaşkınlığı, Baran'ın babasının esasen bir kasap olduğunu söyleyince yaşadım. Laf, dün Kızılay'da yaşanan terör saldırısından açıldıydı. Şöyle: Akşamına arabayı almaya gidince şakayla karışık çıkışıp: "ne bu yahu? İkidir, sabah geliyoruz, yoksunuz, patronunuz karşılıyor! iyi işmiş vallahi!" dedim. Baran oralarda birşeylerle meşguldü, babası ilgileniyordu benimle. Okulların açılması nedeniyle iki gündür yaşanan berbat sabah trafiğinin ardından sözü dünkü saldırıya getirdi. Oradan, terörün suçlusu kim'e döndü laf... Biraz sosyoloji, biraz siyaset, dış güçler, iç güçler, göç.... derken,  Baran'ın babası bana: "Abla aslında doğuda nasıl güzel iş imkanları vardı, bilsen..." dedi. Şaşkınlıkla yüzüne bakıp "nasıl yani?" diye sordum. İş terör olayını aşmış, geçime gelmişti  çünkü, ilçelerinde terör yokmuş.... Dedi ki: "Abla ben Erzurum, Karayazılı bir Kürdüm. Benim esas mesleğim ne biliyor musun? Kasaplık. Çok güzel bir dükkanım, hayvanlarım vardı; ama devlet desteklemediği, et ihtiyacı bizlerden değil, dışarıdan karşılandığı için hepsini bırakıp buralara göçtük. Köyde ikiyüz metrekare, eşyaları içerisinde şahane bir evim de var ama artık senede birkaç hafta gidebiliyoruz." "Peki" dedim. "Hükümet bir-iki senedir hayvancılığa teşvik veriyor, alamadınız mı?" "Yok ya abla, o teşvikler bize göre değil, çok yüklü teminat istiyorlar, başvurduk ama olmadı" dedi.

Pek inandırıcı gelmedi esasen. Acelem de vardı. Ben arabaya binmiş, çalıştırmış halde konuşuyorduk tüm bunları... Düşündüm, dedim ki: "Allah Allah, yarın üşenmeyip bir araştırayım, dur. Çok merak ettim. Ama yine de siz bir yolunu bulup evinize dönün, orda daha mutlu olursunuz bence..." O da şöyle cevap verdi: "Gideceğim, gideceğim, az kaldı... Şu oğlan bi okulu bitirsin, (diğer çocuklardan bahsederek) bi de ev alayım onlara... Hanımla ben basıp gideceğiz evimize..."  İyi akşamlar diledik birbirimize, yoluma gittim.

Sabah, telefonla Ziraat Bankası'nı aradım. Akyurt ve Yenimahalle şubeleri hayvancılık kredisi veriyormuş. Akyurt Şubesi'ni aradım. Eş zamanlı olarak, bilgisayarımı da açınca programcı yakın bir arkadaşımın Tarım ve Hayvancılık Bakanı'nı konuk edeceğini öğrendim. "İşe bak!" dedim... Şubede bu işe bakan arkadaş benim telefondaki "deli" sorularıma en küçük ayrıntısına kadar, cevap verdi. Hepsini not aldım. Baran'ın babası çok haklıymış... Elimdeki notlara bakıp "Allahım dedim, keşke bakana bunları sorabilse..." Arkadaşıma mesaj göndererek bakana fiili anlamda sıradan bir çiftçinin bu kredilerden nasıl "yararlanamayacağı" bağlamında sormasını istediğim bilgileri gönderdim; ancak, geç kalmıştım, program başlamıştı....

 Durum şuydu:
1. Ziraat Bankası, yalnızca "kültür ırkı" sığırlara/ineklere kredi veriyor. Sordum, bu hayvanlar dışarıdan ithal ediliyormuş. Diyelim ki ben, yerli inek yetiştireceğim, "olmaz, kardeşim!" deniyor...
2. Ağustos ayına kadar hayvan başına 6,000 tl olan kredi tutarı, 3,000 tl'ye indirilmiş.
3. Hayvanın "pasaportu" olacakmış (İlçe tarımdan alınabiliyormuş."
4. Eğer bir tüzel kişiliğiniz yoksa, yani sıradan bir köylü iseniz, 30 sığıra kadar kredi veriliyormuş.
5. Çiftçi belgesi, tarımsal işletmenin tapusu ya da kira belgesi gerekmekteymiş.
6. İstenilen teminat tutarı hayvanlara ödenecek tutarın %50 fazlası olacakmış. Yani: Diyelim 30 sığır alacaksınız 135.000 tl'lik teminat göstermeniz gerekiyor.
7. Teminat karşılığı olarak, tapulu tarla, arsa, ev, dükkan kabul edilebiliyormuş.
8. Sordum: Akyurt ilçesinde en ucuz tarlanın dönümü yaklaşık 2,000 tl imiş. Yukardaki şartlarda o çevrede yaşayan bir çiftçinin 70 dönüm tarlası olması gerekiyormuş.

Bu arada, ekleyeyim, kefil göstererek de kredi alınabiliyormuş... Tabii ki kefilin de asgari şartları taşıması gerekiyor.

Diyelim ki Ağrı'nın ücra bir köyünde toprak bir evde yaşayan bir köylüsünüz. teminat gösterecek neyiniz olabilir? Ne tarlanız, bahçeniz, dağ-bayırınız teminatın çeyreğini eder, ne de eviniz barkınız... Adamın kefili dostu ahbabı olur, Ağrılı köylü, nereden bulacak kerli-ferli kefil namzetini?

Başa dönüp şu soruyu sormam gerekiyor: Neden ben, yörenin koşullarıyla ve benimle dost yerli sığır için kredi alamıyorum da elin hayvanına mahküm bırakılıyorum? Neden hep dışarıdakiler kazanıyor? Neden yerli ırklarımızı özendirmiyoruz. Neden böylesine milli bir hayvancılık politikamız yok?

İkinci ve son olarak, iktidarın bu kredi-teşvik sisteminden neyi murad ettiğini anlamış değilim. Memeleketin birinci sorunun köyden-kente göç olduğunu savunan biri olarak, sevincim kursağımda kalmıştır. Bu iş ne geriye-göçü özendirecek ne de milli hayvancılık politikası yaratacak cinsten. Biri bana benim göremediğim, ama onların bildiği, gördüğü basiretli, faziletli ve geçimlik tarfları anlatırsa minnettar olacağım....

3 Eylül 2011 Cumartesi

"zorba" the capitalism

Kapitalizm'in yaklaşık 200 yıldır, hemen her elli yılda bir yeni bir türeviyle halkın tepesine tepesine vurduğu ABD'de gelinen noktaya bakın!... Devlet, ülkenin dev bankalarını, aç gözlülükle suçlayıp mahkemeye vermekle meşgul... O bankalar ki tüm batı dünyasında olduğu gibi ABD kapitalizminin de gözbebeği, mimarı hatta babası... Örneğin kimler? Bank of America, Citigroup, JP Morgan ve Goldman Sachs gibi kurumlar... Hemen hepsinin tarihi ABD tarihiyle çağdaş... Peki neyle suçlanıyorlar?

Suçlamalar, menkul ve gayrı-menkul kıymetler çerçevesinde ele alınabilir: Menkul kıymetlerdeki suçlamalar, mevcut cari kanun hilafına, geliri olduğundan yüksek göstermek,sahte beyanlarda bulunmak çerçevesinde biçimlenmekte. Gayrı-menkullerle ilgili suçlamalar, malum, mortgage kredileriyle ilgili... 2008'de patlayan mortgage krizi başta Lehmann Brothers(LB) olmak üzere ev kredisi veren kuruluşları batışa sürüklemiş ve devlet halktan topladığı vergilerle onları kurtarmıştı. Anlaşılan o ki ego üzerine bina edilen kapitalist zihniyet, yaşanılanlardan herhangi bir ders almayı başaramamış!..

Hatırlayalım, bu kuruluşlar aç gözlülükleri sonucu, kredi geri dönüşü olamayacak gelir düzeyindeki insanlara binlerce ev satmışlar, sonra da faturayı devlete bırakıp kaçmışlardı... Obama, başkanlığının ilk aylarında kucağında bulduğu bu rezaleti kapatmasının cevabını, örneğin LB ceo'larının parayı kurum çalışanlarına paylaştırmasıyla almış ve adeta delirmişti!

ABD bankalarının, kredi kuruluşlarının kendi elleriyle yarattığı akibet, hiç şüphesiz kapitalist ahlakın ya da ahlaksızlığın en aydınlık aynası durumundadır. Dikkat edilirse, ABD'de kapitalizmi, son 10-15 senede taktığı yeni maske neo-consevatism'le, kendi iç kaynaklarından, insanının cebinden ümidi kesip, neredeyse bütünüyle dünyayı yok ederek palazlanma hedefine yönelmiştir. Bilindiği gibi, 11 Eylül bu hedefin pik noktası olmuştu. Artık tek yol dünyayı "demokratikleştirme" yalanıydı... "Öteki" yaratılmıştı: "Terörist" Müslüman dünya. Sonrasında yaşanan acıları hepimiz biliyoruz... Afganistan, Irak...

Bizlerin ABD'nin düçar olduğu bu zavallı süreçten çıkaracağımız dersler büyük... Elbette ki Anadolu ve Türk geleneği şurada en çok 250 senelik bir tarihi olan ABDevletiyle denk tutulamaz. Ancak, bizde de tersine ya da negatif yönde işleyen kötücül mekanizmalar var: endüstriyel ilerleme, çok-serbest piyasa, yerellikten utanıp, küreselleşmeyi hedefleme gibi erekler... Tüm bu lüzumsuz zaman kaybı niteliğindeki yalancı-yaklaşımlar, siyasi, sosyo-iktisadi, kültürel erozyonun ilk toprak kayıplarını veriyor bile!

Hep şunu söylüyoruz: bundan otuz sene öncesinde yaşıyor olsaydık, batı icadı kapitalizme öykünme karşısında, tehlike öngörülerimizi çevremizdekilere anlatmakta ciddi zorluklar çekiyor olabilirdik. Ancak, dünyanın geldiği bu noktada hala kapitalizmi, küreselleşmeyi, çok-serbest piyasayı savunanlar karşısında söyleyecek lafımızın olmaması, olsa olsa dünyada olan bitenleri takip etmeyişimizden, yani cahilliğimizden kaynaklanıyordur... Sadece şu üç hayati sonuç üzerinde biraz düşünmek; hiç ilgilenilmediyse (!) -ki bu da sınırlı ve sorumlu insan terbiyesi yoksunluğunun sinyalidir- çok kısa bir araştırma yapmak dahi yeterli olacaktır:

1. Modern-kapitalist düzenin gelir dağılımı tablosu: dünya nüfusunun %10'u gelirin %90'ına sahip.

2. İnsanoğlunun beslenme kaynakları: açgözlü kapitalist kartellerin tarım ürünlerine biyo-kimyasal müdahaleleri sonucu çok büyük tehlikede.

3. Dünyamızın durumu: Zorba neo-kapitalistler, gezegeni kendi babalarının malı sandıkları; reforme edilmiş dinlerinde ve kısa tarihlerinde; dolayısıyla (olmayan) geleneklerinde doğaya karşı hiç bir terbiye olmadığı için, dünyanın canına okumaktalar!

Emine Sonnur Özcan
Ankara, 03 Eylül'11