31 Mayıs 2011 Salı

Halkın Sesi’nin Programı ve Dünya Tasavvurum Üzerine

Seçim gününün iyice yaklaştığı şu günlerde kendimi en fazla yakın gördüğüm siyâsî partiden, Halkın Sesi Partisi’nden söz etmek istiyorum. Aşağıda ortaya koyacaklarım, parti programında karşılaştığım bazı deklerasyonlar ve bunlarla kendi dünya tasavvurumun kesiştiği noktalara ilişkin yorumlarımdır:

HAS Parti: “Dünyanın yaklaşık son üç yüz yılına damgasını vurmuş olan güç uygarlığı maalesef huzur ve barışı tesis edememiş aksine savaş ve işgaller, soykırımlar, açlık, yoksulluk ve sefalet artışı yaşanmış, insanoğlunun gözyaşı kurumamıştır.”

Yukarıdaki ifadelerin bende nasıl bir karşılık bulduğunu ancak biraz Avrupa tarihi anlatarak ortaya koyabilirim: Bilindiği gibi, Batının XVI. Yüzyıldan itibaren dinde reformasyona girişmesinin ardından ortaya çıkan yeni Hıristiyanlık her türlü sömürüye yeşik ışık yakmıştı. Reformasyonun babaları tezlerini, tüm bu sömürü düzenini Tanrı’ya güçlü birer kul olarak hizmet etme te’viliyle meşrûlaştırıyorlardı. Esasen bu gelişmeler Avrupa ve Hıristiyanlık tarihi açısından değerlendirildiğinde son derece “anlamlı” durmaktadır. Çünkü karanlık Ortaçağların feodal düzeninin ardından coğrafî keşifler ve Amerika’nın istilâsıyla Avrupa’ya akan inanılmaz servetin eşitliksiz dağılımı bir takım köklü değişimleri gerekli kılmaktaydı. Feodal düzenin toprakların üçte ikisine sahip olup halka para karşılığı cennet vadeden kilisesi, yeni parababaları karşısında gücünü yitirmiş; ortaya koyulan düzenlemelere rıza göstermekten başka bir seçeneği kalmamıştı. H. Preserved Smith, Reform Çağı (1920) isimli eserinde, yaşanan kapitalist devrimin, Reform’dan daha derin ve kalıcı sonuçlara yol açtığını; Reform beraberindeki kapitalist devrimle, çağın bireyci ruhunun ortaya çıktığını söylüyor. Ortak çabanın yerini, bu dönemde, özel girişim ve rekabet almıştır.

Geçmiş yüzyılların batılı dünya düzeni sahip olduğu iktidar gücüyle, Batı-dışı geleneksel toplumları da etkisi altına almış; hiç bilmedikleri bu yeni siyasî ve iktisadî güç karşısında devletler kendilerini korumak için yeniden konumlanmak durumunda kalmışlardı. Ancak, Osmanlı gibi dinî ve geleneksel değerler üzerine kurulmuş bir devletin “yenileşme-Batılılaşma-kapitalistleşme” çabaları ciddi doku uyuşmazlıkları nedeniyle büyük ölçüde başarısız olmuştur. Son tahlilde Batı’nın Reformasyonunu takip eden yıllardan itibaren, günümüze değin Türk Batılılaşması, çözümsüz bir tartışma konusu olarak canlılığını daima korumaktadır.

Bu anlamsız tartışmaya bir son vermek, Batı'nın kapitalist ekonomisinin tek ve alternatifsiz seçenek olduğu aldatmasını evrenle dost, Yaratıcı'ya ve yaratılanlara karşı sorumlu ve daha eşitlikçi sosyo-ekonomik programlar ortaya koyarak ilan etmek kaçınılmazdır.

HAS Parti: “Savaşları önleme amacıyla kurulduğunu iddia edilen Birleşmiş Milletler gibi organlar savaşları önleme yerine güçlülerin savaş ve işgallerine gerekçe ve mazeret uydurma amaçlı kullanılmaktadır. Yeryüzünde açlığı ve yoksulluğu ortadan kaldırma ve refahı arttırma iddiaları ile kurulan İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılmaktan başka işe yaramamıştır.”

Paragraftan benim anladığım şudur: Dünyayla ve eskatalojik hayatla olan ilişkisini doğrudan paranın iktidarı üzerinden kuran Modern Batı, türettiği tüm kurumlar gibi yukarıda anılan sözde uluslararası örgütlere de örtük olarak bu misyonu belirlemiştir. Bu örgütlerin dünya üzerindeki diğer devletlere müdahalesi, Batının kapitalist gücüne ve iktidarına hizmet etmesi halinde fiiliyata geçirilmiştir, geçirilmektedir. Irak işgalini hatırlayalım: BM başkanı İngiltere ve Amerika’nın Irak’ı işgal mazereti yalanından hiç bir şekilde şüphe duymamış, itiraz etmemiş; bilakis Batının oradaki bombalı katliamlarına “Irak’ın iç meselesi” diyerek göz yummuştu. Afganistan işgali keza. Sayısız örneği sıralamakta zorluk çekilmeyecektir. Dolayısıyla ülkemizin bu kurumlarla olan ilişkisi gözden geçirilmeli; zulme ortak olunmamalıdır.

HAS Parti: “İnsanın kendisine, diğer insanlara, doğaya, Yaratıcı'ya ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluk içinde olduğu bilinciyle davranması, geniş ufuklu ahlak anlayışımızın özünü meydana getirmektedir.”

HAS Parti: “Dünya üzerinde yaşanan sıkıntının sebebi israf ve ihtirasların fazlalığıdır. İhtiraslar nimetlere sahip olma ve üretilen ürünün paylaşımında devreye girmekte ve büyük adaletsizlikler yapılmaktadır.”

Yukarıda deklare edilen ifadeler benim dünyamda yaşamsal öneme sahip yol göstericilerdir. Bilindiği gibi modern dünya tarihi, moda ideolojilerin de tarihidir. Tıpkı Rönesans ve Reform süreci sonrasında ortaya çıkan ulus-devlet, milliyetçilik akımları ve soğuk savaş sonrası şahlanan neo-liberal tezler gibi. Bundan yirmi-otuz sene önce Batı “medeniyetinin” yeni sentez ideolojileri karşısında durmak, onları reddedip geleneksel yaşam biçimlerini savunmak –en hafifinden– bıyık altından gülümsemelere sebep olmaktaydı. Oysa bugün biraz okuyup araştıran Batı tipi ilerleme, zenginleşme ve teknolojileşme çabalarının gezegeni getirdiği durumu fark edip, artık göğüslerini gere gere bu düzenin insanlık-dışı ve değişmesi gereken bir düzen olduğunu söyleyebilmekteler.

Şunu iddia ediyorum: Ayrıntıları bir tarafa bırakalım. Çok pragmatik olarak, Dünya üzerinde herhangi bir siyasî sistem üzerinde karar verirken en temel olarak aramamız gereken düstur, insan yaşamının devamlılığıdır. Çünkü, insan yaşamının devam edememesi eni konu tümüyle yokluk olacağı için hiç bir ideoloji söz konusu olamaz. Peki, insan yaşamının devamlılığının sağlanması ne demek? Yine en pragmatik anlamda, rahatça nefes alıp vermek, beslenmek, üremek, barınmak, özgür olmak vs. vs. gibi ihtiyaçların karşılanmasıdır. Pekalâ, şimdi şunu soralım: Bu en yaşamsal ihtiyaçları gidermede Yerküre’nin sağlığı ve akibeti tartışılmazdır öyle değil mi? O halde bireysel ya da kapitalist (ikisi kardeştir) hazlar uğruna bunu kayda değer bulmayan ve asırlardır bencilce ve kaygısızca Dünyamızın varlığını tehlikeye atan bir siyâsî sistem kabul edilebilir mi? Edilemez. Ama maalesef ediyoruz... hem de ısrarla...

Zamanın, Bukowski’nin dediği gibi “yokuş aşağı koşan atlar misali” aktığı günümüz dünyasında insanların öyle ya da böyle kapitalizmi semirtmeye hizmet eden işlerini yetiştirmekten fırsat bulup da kendi yaşam serüvenlerini düşünmeye özel bir çaba göstermelerini beklemek hoş ama boş bir heves olabilir. Bununla birlikte tarih boyunca düşünüp yeni sözler söyleyen insanlar da hep çok çok az olmuşlardır. Belki de onları Aşkın olanın ve diğer insanların nezdinde kıymetli yapan tam da bu sıradışılıkları ve Fârâbî’nin tespitiyle “ayırt etme güçleri” beraberinde yaşadıkları acılarıdır; her neyse... İnsanoğlu, yoğunlaşıp biraz düşünürse, kapitalizmin doğrudan insanın hayvanî yanını kaşıdığını; o yanını beslediğini ve de sınırsızca bilediğini fark edecektir. Ee bilesin ne var denebilir mi? Denilemez, çünkü homo-kapitalismus, insan olma hâlinden uzaklaşıp bir tür tüketim canavarına dönüştükçe, başta kozmoza verdiği zarar olmak üzere diğer insanlara da zarar vermektedir.

İyi güzel de ne yapmalıyız? Çok kısa olarak önerim şudur: Tüm kadîm ve kutsal öğretilerin ısrarla altını çizdikleri gibi ifrat ve tefritten sakınarak orta yolu takip etmek. “Orta yol” kavramını tanımlamaya kalkacak değilim. Merak edenler gerek İslâm ve gerekse –ehli-kitap ya da değil– dünya üzerindeki diğer tüm kadîm toplulukların aforizmalarına bakarak bunu teorize edebilirler. Tümünde ortak olan noktaları bir cümleyle özetlememiz gerekirse, kişinin Aşkın olana duyduğu sorumlulukla, yaşamını devam ettirecek ölçüde fizikî ihtiyaçlarını giderip; aslolan mutluluğun dünyaya “atılışının” anlamını keşfetmeye çalışmada seyrettiği yol olduğunu bilmesidir. Bir başka deyişle; sınırlı, sorumlu, duyarlı ve kanaatkâr insan olabilmektir. Bu noktada kutsallık, doğa, emek ve toprak en önemli terbiye edicidirler. Bu dördünden uzaklaşmak, insanı insanlık hallerinden de uzaklaştırıp tuhaf bir yaratık olmasına neden olmaktadır.

İnsan hata yapmaya programlanmış; kelimenin kökünden de anlaşıldığı üzere unutkan; ve de Kur’an’ın vurguladığı gibi “nankör” bir yaratıktır. Aynı insan, bazı hayvanlarda olduğu gibi sosyal bir yaratıktır da. Demek istediğim, tek tek bireylerin topluma rağmen, izaha çalıştığımız hassasiyeti yakalamaları ve yaşamlarında düstur edinmeleri sosyo-psikolojik anlamda son derece zordur. Dolayısıyla toplumların topyekün anlamda duyarlılık sergilemeleri en ideal olanıdır. İşte bunun için aslolan siyâsî sistemler ve dolayısıyla siyâsî partilerin yol göstericilikleridir; bu bağlamda değerlendirilen doğru partinin programı, anlattığımız çerçevede bir yaşam amaçlayarak, siyâsî parametrelerini buna göre belirlemiş olmalıdır. Tıpkı yukarıda birkaç madde halinde sunduğum Halkın Sesi Partisi’nin deklerasyonları gibi. Ben fakîr ve bana yakın düşünen; benzer kaygıları paylaşan insanların hâli hazırda başka seçeneğimiz yok... Keşke daha fazla olabilseydi... Ama şahsen buna da şükür diyorum, hem de çok!...

8 Mayıs 2011 Pazar

Karl Marx el-Bîrûnî mi okuyordu?

Bu memlekette ne zaman gelir adaleti, eşit paylaşım, sermayenin belli bir kesimde toplanmamasına gibi mevzular söz konusu edilse, sistemle öyle ya da böyle bir göbek bağı olan “Müslümanlar” hemen acımasız saldırılarına başlıyorlar. Durum böyle olunca, eşitlik ve adâlet söylemini önemseyen kesimler, derhal savunmaya geçiyorlar: “Yok hayır, kastımız sosyalizm değil, insanın hak ettiği onurudur…” benzeri açıklamalar getirmek zorunda kalıyorlar.

21. yüzyılda demokrasi, âdil gelir dağılımı vb. konularını anlaşılır kılmak için elbette ki çağdaş batılı kavramlar kullanılacaktır, ya ne yapılabilir ki? Günümüz şartlarında söz konusu terminolojinin batılı olmasının suçluları aranacaksa tarihlerine, dinlerine ve geleneklerine sahip çıkmak yerine kendilerine uzatılan havuçları tercih eden sözde Müslüman iktidar sahiplerine bakılmalıdır.

Oysa gerçek son derece iç acıtıcıdır! Şöyle ki, demokrasi de eşit paylaşım da daha başka bu türden batılı kavramlar da içerdikleri insanî değerler itibarıyla Hıristiyan batılı değil, Müslüman doğuludur. Bu teze ilişkin geniş incelemeler yapılabilir; ancak biz bu yazımızda büyük âlim el-Bîrûnî (v.1048) incelemelerimiz sırasında karşımıza çıkan şaşırtıcı kayıtları paylaşmakla yetineceğiz.

el-Bîrûnî’nin hayat hikâyesi hakkında çalışırken, ismine baktığınızda hiçbir ilişki kuramayacağınız bir eserinde, bildiğimiz anlamda bölgesel katılımcı-demokratik yönetim biçimine çok yakın; hatta daha da dinamik bir siyâset biçiminin izlerine tâ XI. Yüzyıl Gazneliler Devleti sınırları içerisindeki bir bölgede rastladık. el-Bîrûnî, değerli taşlar üzerine yazdığı eşsiz kitabının geniş mukaddimesinde çok önemli sosyo-ekonomik bilgiler yanında siyâset biçimlerine ilişkin bir hatırasına da yer veriyordu:

“Batı sınırındaki bir şehirden çağırılan bir kişi (bana), bu bölgenin yönetiminin sırasıyla beylere verildiğini anlattı. Her bey, gönüllü olarak üç ay sonra kendi hükümdarlığından feragat ediyordu. Dönem geçince, sadakalarını neşeyle sunup, mahpusluktan kurtulmuş gibi evine dönüyor, eski alışkanlıklarıyla meşgul oluyordu. Bunun nedeni, esasında hükümdarlığın rahatlık ve refahtan vazgeçmek olduğudur; böylece, mazlumun zalimle ilişkisi adaletle yargılanabilmekte ve [hükümdarın] hayatı, mal varlıkları ve ailesi korunabilmektedir.”

el-Bîrûnî, bu eserini yaşamının geç bir döneminde kaleme aldığına göre sözünü ettiği bölge Gazne Devleti’nin batısında bulunan bir emirlik olabilir. Üç aylık periyotlarla iktidarın bir başkasına devredilmesi; üstelik bunun gönül rızasıyla yapılıyor olması bin yıl sonrasından bakıldığında dahi son derece ütopik durmuyor mu? Daha da önemlisi, bin yıl öncesinin toplumlarının böyle bir yöntemin iktidarın tasalluta dönüşmesine fırsat vermeyerek zulmü önleyebileceğini tespit etmiş olmasıdır.

Diğer yandan el-Bîrûnî, Kitâbu’l-Cemâhir’in mukaddimesinde mal ya da sermaye biriktirmenin dînen doğru olmadığını Kur’an’dan ayetlerle ortaya koyuyor ve şöyle diyor:

“Allah yolu”, ihtiyaçlarını giderebilmeleri için, cinslerinin yararına yaratılmış insanların, serveti bir elden diğerine geçirmesidir; ancak, servet bir kere biriktirilince, insanlar ondan herhangi bir fayda elde edemeyeceklerdir. Ve bu, Allah’ın emrine aykırı olacaktır.”

Büyük âlim bu önemli giriş cümlesinin ardından Kur’an’dan bir âyet vermektedir:

Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır (Âl-i İmrân Sûresi, III: 14.)

el-Bîrûnî, âyetten anladığını bir başka âyetle destekleyerek şöyle aktarıyor:
Allah, böylece, yerinde bir geçimin kadınla, gözlerdeki huzurun çocuklarla ve kalplerde kuvvetin mal sahibi olmakla olduğunu göstermiştir. Ancak, aşırı zenginlik ancak dilencilik, saltanat, ipotekler ya da ziraattan toplanabilir. Ve bu biriktirenler, Allah tarafından azarlanmaktadır:
Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.(Tevbe Sûresi, IX: 34.)

el-Bîrûnî’nin matematiksel coğrafyaya dâir Kitâbu’t-Tahdîdi’ndeki tespitleri ise şaşırtıcı tespitleri içeriyor. el-Bîrûnî’ye göre toplumun temelini iktisadî ilişkiler oluşturmuştur. Bu nedenle devletleri yönetenlerin görevi ekonomik düzeni ve sınıflar arası eşitliği sağlamaktır. Bu bağlamda büyük bilginin tarih anlayışı da iktisadî temellidir: Tarihî olayların iktisadî sebeplerle açıklanması gerekmektedir. Dinî sebeplerle açıklamak ilmen doğru değildir.

Görüldüğü üzere el-Bîrûnî’nin bu tespiti doğrudan Marx’ın tarih ve iktisat teziyle örtüşmektedir. Bu örtüşme çok da dert değil elbette; ama insan ister istemez şu düşünceden kendini alamıyor: yoksa Karl Marx el-Bîrûnî mi okuyordu?

Ankara, 8 Mayıs 2011