29 Kasım 2011 Salı

Tarih ile Yüzleşmek ya da Yüzleşememek

Zaman kanatlarına aldığı koca bir yılı daha tarihin sırtına yüklemek üzere... Ülke olarak bir heves, tarihin sırtındaki acılardan bir kısmını çekip çıkartıp onunla yüzleşerek, etkilediği insanları rahatlatmaya soyunduğumuz günleri yaşıyoruz. Peki, tarihin sırtına dizi dizi sıralanmış acıların arasından gözümüze kestirdiklerimizi, üzerindekilerin düzenini bozmadan çekip çıkartmak mümkün müdür? Diyelim ki mümkün... Ya da diğerlerinin de arkasından gelecek olması kaçınılan bir durum değil... O halde şu soru iki sorulmalı: Acılarla yüzleşme her türlü iklimde sağlıklı bir şekilde yapılabilir mi? Sağlıksız şartlarda yapılan biz yüzleşmeden sağlıklı sonuçlar doğabilir mi? Kanaatimce hayır ve hayır. Bugünü bir pencere yapıp, buradan geçmişe baktığımızda ciddi görme bozuklukları yaşayacağımız düşünülebilir. Neden mi? Durduğumuz yer görme biçimimizi belirler de ondan. Örneğin, benim durduğum yerden geriye ve bugüne bakılıdığında şunlar görünüyor:

Bin yıldır mekan edindiğimiz Anadolu topraklarında yaşanılan son yüz yılda insanlar, önceki asırlara taş çıkartacak özellikte adaletsizlikler ve acılara muhatap olmuşlar.

Yüzyılın ilk çeyreğinde devlet kurucuları, dünyadaki moda akımların en doğrusu olduğuna başlarını koyarak, yaratmaya çalıştıkları yurttaş prototipini hem ceddinden hem de dininden çekip kopartmış; canını acıtmış, kanını akıtmışlar...

Buna rağmen, köklerden beslenmenin devam ettiği; dolayısıyla sağlıklı değerlendirmelerin yapılabildiği ilk yıllarda girişilen demokratik çabalar, çok büyük bedellerle; kan akıtılarak, sürgünlerle, küskünlüklerle engellenmiş...

Sonraki on yıllarda çekilen onca acıya yenileri eklenerek beslenmiş, büyütülmüş ve acı sahipleri, ikinci çeyreğin sonlarına doğru, kendilerine açılan ilk kucağa akıvermişler...

Yeni muktedirler, halka göz kırpıp onların acılarıyla eskiye karşı yeni düşmanlıkların üretilmesinde bir beis görmemişler...

Bu kez eski muktedirler, yenilerini alt etmek için ellerinden geleni yapmaya başlamışlar. Ve nihayet her türlü gücü devşirerek,  iktidarın aktörlerini teker teker acımasızca asmışlar...

Arkasından geçen iki çeyrek asırda bu kanlı itiş-kakış hiç bitmemiş; askeri darbeler birbiribi izlemiş; hatta dış katkıların da etkisiyle illegal örgütler oluşturulup mevcut muarızlar  arasındaki mücadale daha da şiddetlendirilmiş...

Enstrümanlar hiç değişmiyormuş: din, milliyetçilik, para ve iktidar... Kardeş kardeşe, mezhep mezhebe kırdırılmış...

Ortalığın teröre verimli halinden nemalanmak isteyen birileri, doğu ve güneydoğudaki halkları sözde özgürlük ve milliyetçilik havucuyla kendine çekip memleketin her yanından gencecik bedenlerinin katledilmesine başlamış...

Devletin ve iktidarların teröre karşı, kör göze parmak misali verdiği mücadeleler; kanı durdurmak bir yana, devlet içinde yeni yeni illegal birimlerin peydahlanmasına sebep olmuş. Her gelen iktidar, muktedirliğini devam ettirebilmek uğruna bu kanlı tezgaha öyle ya da böyle omuz vermiş.

Hem terör hem de mevcut ekonomik kararlar sonucunda köyler boşaltılmış; ve hala boşaltılıyor. Tarımı ve hayvancılığı destekleyen devlet kurumları tek tek satılıp özelleştirilmiş; özelleştiriliyor...

Tüm bu haksız ve acımasız adımların sonucunda bugün, köyünü yurdunu terk etmiş insanların tamamına yakını aç, evsiz, işsiz ve mutsuz milyonlarca canlar olarak, şehirlerin varoşlarında karın tokluğuna umutsuz bir yaşam mücadelesi veriyorlar...

Günümüzden yaklaşık on-onbeş yıl öncesine kadar onbinlerce masum insan faili meçhul bir şekilde katledildiğini, son on yılda da  bu cinayetlerin aralıklı olarak işlendiğini biliyoruz...

Ve biliyoruz ki devletin kendisi kan kaybederken, doğal olarak, adaleti, sosyo-ekonomisi, savunması, eğitim sistemi, ahlak anlayışı... kısacası, devleti devlet, milleti millet ve insanı insan yapan nice kıymeti de inceden inceye eriyor...

Olan bitene karşı sesini yükseltmesi beklenilen memleketin ana muhalefet partisi, doksan sene öncesinin taze cumhuriyetinin, sorgusuz-sualsiz kurulmuş tek siyasi partisi. O günden bugüne kendi içinde dahi kayda değer bir demokratikleşme sağladığı söylenemez.

Halen memleketi yöneten "muhafazakar demokrat"  siyasi parti ise, önceki iktidar partilerinde olduğu gibi, yukarıdaki tabloya karşı halkın verdiği refleksler sonucunda iktidara gelen bir parti.

İktidar partisi, öncekilerden farklı olarak, dini kurallara göre yaşayan insanları öcü gibi gösteren kibirli cumhuriyetçilerin dünya ve gelecek tasavvurlarının şizofrenik olduğunu ilan etmeyi başardı...

Ancak paradoksal bir biçimde, onlar da içine düştükleri iktidar çayırının nimetlerine dalıp, kendilerine, en az aynı ölçüde şizofrenik yeni bir dünya tasavvuru yarattılar. Bu dünyada karar vericilerin yanlışlarını eleştirmek yok, biat var; gelir adaleti yok, sermayenin belli ellerde toplanmasına rıza göstermek var ve belki en korkuncu, bu dünyada tüm haksızlıklar, tevil edilen bir dini anlayışla gün be gün meşrulaştırılmakta... Bir başka ifadeyle yaşadığımız son yıllarda, çoğumuzun varlığını anlamlandıran İslam inancı, sermayenin iktidarı yolunda adeta ciddi bir "protestan reformu" yaşıyor...

Böylesine önemli işlerin (!) gölgesinde, geçmişte devlet içinde peydahlanmış kontragerillanın şüphelileri, tutuklu oldukları halde senelerdir yargılanmayı bekliyorlar...

Dolayısıyla, yepyeni, pırıl pırıl bir seneyi kucaklamaya hazırlandığımız günler, esasında bir acayip günler!..

Örneğin otuz bin kişinin can verdiği, otuz yıldır kan akıtan kardeş-kardeşe terör, dehşet saçmaya devam ediyor...  Sürdürülen temelsiz mücadeleler, aklı başında bir tutuma, köklü ve adaletli bir  siyasete bir türlü dönüşemezken, fakir olan asker olup; zengin olan bedel veriyor!...

Örneğin,  yargıçlar, küçük bir çocuğa tecavüzden yargılanan yirmi üç kişinin olabildiğince az ceza alması için canla başla çabalıyor!

Örneğin, dört öğrencisine tecavüzden yıllardır aranan okul müdürünün kaçak olduğu sürede bir Kuran kursunda saklanabildiği; üstelik de orada ders de verebildiği ortaya çıkıyor!

Örneğin, Allah'ın ve Peygamber'in adını kullanarak cennet vaadeden üçkağıtçı mütahitlerin yalan evleri, peynir-ekmek gibi alıcı buluyor!

Örneğin, iktidar ve muhalefet el ele verip sözde "adalet getiriyoruz!" diye yasalaştırdıkları kanunlardan, bir kaç ay içerisinde çark edilip, şike yapmayı meşrulaştırıyorlar...

Bu acayiplikler ve çarpıklıklar karşısında, garip bir şekilde adı "adalet" olan on yıllık iktidar, "temiz ve adaletli devlet" sözünü yerine getirecek diye beklenirken, kendisine duyulan güven, yaşanan binbir türden hukuksuzlukla her geçen gün yerini umutsuzluğa bırakıyor...

İşte bunlar, benim, durduğum noktadan tarihe ve bugüne baktığımda bana görünen resmin kısaca anlattıkları. Eminim ki milyonlar bu resme kısmen ya da tamamen itiraz edecek ve "biz bunları görmüyoruz, kardeşim!" diyecekler. Demeleri de çok normal; çünkü 8.7 milyon çeşit canlı türü içerisinde insanı biricik yapan onun geçmişten ve biyolojisinden bugüne taşıdığı bakış özgünlüğü olmalı.

Pekala, farklı görüş biçimlerimize; farklı bugün ve geçmiş değerlendirmelerimize rağmen tarihteki acılarla yüzleşmemiz mümkün müdür? Elbette ki mümkündür; ancak ortak insani değerleri inşa edebileceğimiz sağlıklı bir bugünün sağladığı atmosferin içerisinde. Benim gördüğüm yakın geçmiş ve bugün resminde bırakın böyle bir tartışma atmosferini, onca adaletsizliğin gölgesinde, gönül rahatlığıyla, huzur içerisinde nefes alıp-verebilecek bir zemin dahi yok. O halde zannımca, sağlıksız ve umutsuz bir atmosfer içerisinde, yaklaşık yüz yıl öncesine dönüp tarihteki acılarla yüzleşmeye kalkışmanın, ancak ve ancak yeni acılara vesile olabileceğinden emin olabilirim. Muhakemede bulunacak bizler, algımızı etkileyen onca sakatlıklara rağmen, geçmişe ilişkin hakkaniyetli kararlara varabileceğimizi nasıl iddia edilebiliriz ki? Demokratik temellerde inşa edilmiş bir anayasa; güvenirliğini kanıtlamış bir yargı;  sosyal adaleti gözeten bir devlete sahip olmayan toplumlarda tarihle hesaplaşma niyeti, başta samimi olsa dahi, her an renk değiştirip kin, nefret, hatta şiddete dönüşebilir.

Nihayet, sağlıklı bir yüzleşme için, öncelikle günü ilgilendiren, her gün içimize içimize işleyen, burnumuzun dibindeki acıların iyileştirilmesi; adaletsizliklerin ortadan kaldırılmasından başlanmalıdır. Tarih gibi üzerinde söz söylerken bin düşünüp bir söylenmesi gereken, doğası itibarıyla kutsallaştırmaya ve ideolojikleşmeye son derece meyilli bir alanda sağlıklı değerlendirmeler yapabilme ihtimali, ancak sağlıklı iklimlerde olabilir. Aksi taktirde tarih, günün ve geçmişin adaletsizliklerine karşı duyulan öfkeyle içi yananların nefretle üstüne saldırdıkları kirli bir hesaplaşma alanına dönüşecektir.


.

16 Kasım 2011 Çarşamba


Bedelli Askerlik Adaletsizliği ve Vatan

Bir kaç haftadır ve yoğunlukla bir kaç gündür, üzerinde hararetli tartışmalar yapılan mevzulardan biri de bedelli askerlik. Bir de vicdani ret bahsi var ki bu mevzuyla bağlantılı gözükse de esasen başka bir yazı konusu. Başlığa ilişkin olarak, önce bir anne sonra da az çok tarih ve uluslararası siyaset bilen bir vatandaş olarak söylemek istediğim sözler var. Üç gün önce, iktidara hayli yakın bir gazetenin (Star) birinci sayfasında gördüğüm ve içime dokunan bir manşetle başlamak istiyorum:  Başlıkta açıkça, bedelli askerlik parasının kredi kartına taksitlendirilerek de ödenebileceği belirtiliyordu. Mesele bütünüyle, paranın ödenme biçimine takılmak değil tabii ki; ancak takdir edilir ki şekil, tarz, aslın niteliğine atıfta bulunur ve esasen çok şey söyler. Demek istediğim, bu başlığın bu kadar rahatlıkla atılabiliyor olması, "vatan savunması"na karşı nasıl bir yabancılaşma yaşandığına delalet ediyor...

İnsanlığın Kabil'den bu yana kan akıttığı; insan, kabile, devlet bağlamlarında savaşın, barıştan çok daha kolaylıkla hüküm sürdüğü inkar edilemez bir gerçek. Bir devletin devlet olma hali savunmayı sağlamasıyla, dolayısıyla düzenli  ve güçlü bir orduya sahip olmasıyla doğru orantılı. II.Dünya Savaşı'nda yenilen Japonya'yı ordusuzlukla cezalandıran ABD, bunun çok büyük bir "bedel" olduğunun farkındaydı.

Diğer yandan, her milletin büyük ölçüde dini, siyasi, coğrafi ve iktisadi şartların biçimlendirdiği kendine özgü bir savunma tarihi mevcuttur.  Örneğin Huberman'ın feodal Avrupa'yı özetlediği "dua edenler, savaşanlar ve çalışanlar" sistemi,  savunma işini lordlar ve hizmetlerindeki şövalyelere veriyordu. Osmanlı'nın meşhur "adalet dairesi" devletin bekası çerçevesinde savunmaya büyük önem atfeterek, hükümdar, asker ve reayayı (halkı) sıkı bir zincirle birbirine bağlamıştı. Toprağa dayalı bu ve benzer sistemler, modern zamanlarla birlikte ortadan kalkmaya mahkum olunca, devletler yeni savunma düzenlemelerine gittiler ve profesyonel ordular ihdas edilerek bunu desteklemek üzere bazılarında zorunlu askerlik kurumunu oluşturdular. Günümüz büyük dünya devletlerinin 38'inden 18'inde  -çoğunda devlet göreviyle karşılanabilme seçeneği de mevcut olmak kaydıyla- 6 aydan 36 aya değişen zorunlu askerlik icra ediliyor.*  Bu ülkeleri belli niteliklere göre gruplayabilmek çok kolay gözükmüyor. Örneğin Almanya'da var ancak Fransa'da yok; Rusya ve Çin'de var ama ABD'de yok.

Şüphesiz ki devletlerin tehdit algılamaları ve mevcut savunma sistemleri, donanımları birbirinden farklı: bunu bir taraftan ülkenin tarihi, coğrafyası, kültürü; diğer taraftan uluslararası stratejik ve konjonktürel konumu; ve tabiidir ki tamamen kendine özgü, siyasi tehdit ya da terör sorunları belirleyebiliyor. İzlanda ya da Avustralya devletinin tehdit algılamasıyla Türkiye ya da İsrail'inki aynı olamaz değil mi?  Devletlerin tehdit algılamalarının niteliğ; savunma politikaları, sistemleri ve araçlarını; dolayısıyla profesyonel orduları yanında yer alacak zorunlu askerliğin niteliğini de belirliyor olmalı. Her bir devletin herşeyin üzerinde çok varoluşsal olarak esas aldığı, ülkenin savunması ve güvenliğini sağlamaktır.

Peki, bedelli askerliği tüm bu resmin neresine yerleştirebiliriz? Bildiğim kadarıyla dünyanın başka bir ülkesinde daha uygulanmayan askerlik hizmetinin parayla satın alınması faaliyetinin Anadolu topraklarındaki kökeni, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın lağvına uzanıyor. Askerlik bedeli, kurulan ilk düzenli orduya destek olmak üzere ihdas edilen zorunlu askerlik beraberinde ortaya çıktı. Bilindiği gibi gayrı-müslimler Tanzimat sonrasındaki düzenlemelere kadar askerlikten muaflardı; ancak bunun bedelini de ödemek zorundalardı.

Cumhuriyet sonrasında, 1927 tarihli Askerlik Kanunu çıkartılıyor. Sonraki onyıllarda karşımıza çıkan yeni bir uygulama, yurtdışında çalışan Türk vatandaşlarının askerliklerini döviz karşılığında çok kısa bir sürede (galiba bir ay kadar) yalnızca temel eğitim alarak yapabilmeleri. yani dövizle askerliği satınalabilme kolaylığı. Kanunla sabitlenen döviz karşılığı askerlik  üç yıl dışarda çalışmak şartıyla halen devam etmekte.

Bedelli askerlik ise bambaşka bir başlık. Esasen böyle bir uygulama 1987'ye kadar görülmemiş. 1987'de mevcut hükumet gördüğü "lüzum" üzerine ilk kez Askerlik Kanunu'na eklemiş ve kanunlaştırılmış.**  Yurt içinde belli bir yaşı aşmış (25'ten itibaren) "paralı" insanlara 1987, 1992 ve 1999'da olmak üzere 3 kere bedelli askerlik "haksızlığı" tanınmış. İlk uygulama kuşkusuz önemli; 1987'deki ekonomik durumu inceleyemedim ama yoğun özelleştirmeler yapan ANAP'ın son iktidar yılı olduğunu biliyorum. Kuvvetle muhtemeldir ki her üç uygulama bugün de olduğu gibi iktidarların "ekonomik yamalar" edinme arayışına girdikleri dönemlere tekabül etmektedir. Galiba böyle dönemler rahmetli Özal'ın "anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz dediği" türden, yönetenlerin derinliksiz, refleksimsi kararlara imza attıkları dönemlerdendi. Değilse, Anayasada “Vatan hizmeti, her Türk’ün hakkı ve ödevidir." biçiminde yer alan askerlik görevi ya da bu göreve karşılık gelecek kamu hizmetinden, nasıl olur da eşitliksiz bir biçimde parası olanlar muaf tutulabilirdi? 

Türkiye Cumhuriyeti'nin AKP Hükümeti, 2012 arefesinde yeni bir derinliksiz, refleksimsi ve de adaletsiz bedelli askerlik kararını daha tarih sayfaları arasına eklemeye hazırlanıyor. Peki, mevcut zorunlu askerlik uygulaması çok mu adaletli ve de elzem? Elbette ki değil! Bana sorarsanız savaşı ve savaşmayı reddetmeyen her erkek mümkün olan en kısa zaman zarfında temel askerlik eğitimini almalı. Önemle altını çiziyorum, bu eğitimi savaş ya da terör -ne derseniz- alanlarında canıyla kanıyla değil, suhulet içerisinde almalıdır. Çatışma alanları profesyonel işi askerlik olanların bulundukları yerler olmalı.

Nihayet, ben bu bedelli askerlik işini çocuklarıma izah edememe acısına karşılık, bedelli askerlikten edinilmesi düşünülen milyon dolarlardan payıma düşeni devlete ödeme bedelini tercih ederim. Çünkü Gılgamış'tan bu yana uğruna canlar verilen vatan, çoğu insanca yanlış bilindiği gibi, Fransız Devrimi'yle farkına varılan bir kavram değil. Gılgamış'ın Babil'inde vatan'a ne diyorlardı bilmiyorum ama bildiğim, vatan Arapça bir kelime ve ikibin yıldan önceki şiirlerde ve erken dönem Arap-İslam alimlerinin çok önemli ilmi eserlerinde dahi vatan, vatan aşkı, vatan özlemi gibi kavramlar, üzerine sıkı bahislerin açılmış olduğu mühim meselelerdi. İnsanoğlu toprak üzerinde yaşamaya devam ettikçe vatan kavramı kutsallığını kendiliğinden devam ettirecektir... Diyeceğim, askerlik hizmetinin kredi kartına taksitle ya da peşin parayla devletten satın alındığı bir coğrafyaya vatan denilemez!

Emine Sonnur Özcan

* http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/Rapor_24_Zorunlu%20askerlik%20ve%20profesyonel%20ordu_sAkyurek.pdf

** http://www.mevzuat.adalet.gov.tr/html/437.html

15 Kasım 2011 Salı

Harezm ve Mâveraünnehir İllerinde Sekiz Gün: Taşkent (Şâş)


Sabah erkenden yola çıktık. Semerkand-Taşkent arası karayoluyla 3-4 saat civarında bir sürede katedilebiliyor. Yolun iki yanındaki çok düz ve çok geniş tarlalarda pamuk başta olmak üzere, havuç, patates, ay çiçeği ekiliydi. Taşkent yakınında çok güzel bir lokantada yemeğimizi yedikten sonra ikindi vaktinde Taşkent’e vardık.  Bir akrabamın söylediği gibi Taşkent tam bir sonbahar şehriydi! Geniş bulvarlarının kenarlarında ve pek çok parkında bulunan kocaman ağaçlarının sarı, altın rengi, ve kızıla bürünmüş tonları görülmeye değer güzellikteydi. Rehberimiz, ertesi sabah gelecekti akşam inesiye kadar sahip olduğumuz bir iki saatte şoförümüz Tolmas bizi şehrin merkezindeki Çarşı’ya götürüp gezdirdi. Sonra Tolmas’la vedalaştık; çünkü onun görevi bizi Taşkent’teki otelimize bırakmakla sona eriyordu.  Taşkent’teki şoförümüz bir başkası olacaktı. Tolmas’ın nezaketi, güleryüzü ve yardımseverliğini hiç birimiz unutamayız…

Geceyarısına doğru beklenmedik bir şey oldu: kar yağdı! Sabah kalktığımızda her yer bembeyazdı. Doğrusu manzara harikaydı! Taşkent’teki rehberimiz Anjelika bizi otelden aldı. Anjelika Taşkent’e normal şartlarda pek kar yağmadığını; kış boyunca bir-iki kez ve çok az yağdığını söyledi. Hava çok çok soğuktu. Ama bizim keyfimiz yerindeydi…

Anjelika’nın babası Yunanlı annesi ise Kazan Tatarı’ymış. Türkçe’yi  Türk lisesinde öğrenmiş. Üniversitede ise Mâliye Müfettiş okumuş; ama profesyonel rehberliği tercih etmiş. Anjelika vurgusuyla, telaffuzuyla acayip güzel Türkçe konuşuyordu. Aşağıdaki fotoğraflar Taşkent sokakları, parklarından...





Gezimize Bağımsızlık Meydanı’ndan başladık. Ardından Hazreti İmam denilen tarihi eserler topluluğuna gittik. Burası Taşkent’in ilk Müslüman hocalarından olan Kaffâl Şâşî’nin (X. yy) türbesinin, Barakhan Medresesi’nin (XVI. yy) ve Tilyaşeyh Mescidi (XIX. yy); ayrıca içerisinde Hz. Osman  zamanında yazılan Kur’an’ın da bulunduğu müze ve diğerleri yer almakta. 
 


 
Üstte solda kompleksin uzaktan genel görünümü ve sağda ve altta Kâffal Şâşî Türbesi. Ve, diğer eserlere doğru yönelirken…
Hazreti İmâm’dan sonra Tarih Müzesi’ni ve Emir Timur Müzesi’ni gezdik. Paleolitik dönemden modern döneme tarihi eserler barındıran Tarih Müzesi’ni çok beğendim. Özbekler, Timur için muhteşem bir müze yapmışlar. Özellikle duvarlara çizilen minyatürler harika görünüyordu.



            Sıra öğle yemeğine gelmişti. Rehberimiz Anjelika bizi tam istediğimiz tarzda bir halk lokantasına götürdü. İnanılmaz kalabalık bir yerdi. Bir taraftan da festival alanını çağrıştırıyordu. Kocaman kazanlarla çorbalar, etler, dolmalar kaynatılıyor. At eti suyunda pişirilmiş hamurlardan erişteler kesiliyordu.



Güzel bir öğle yemeğinin ardından gezimizi şehrin merkezindeki Kökeldaş Medresesini dışarıdan görerek ve bugün elişi Barak Han Medresesi’ni (ikisi de XVI. yy) gezerek sürdürdük.  Hive’de gördüğümüz ahşap oyma işçiliğinin daha da gelişmiş halini buradaki atölyelerde gördük.  Aşağıda solda görülen Kökeldaş Medresesi’nde hâlen dinî eğitim veriliyormuş. Sağdaki Barakhan Medresesi. 




Barakhan Medresesi’nde ahşap oyma yapan bir genç.

Tüm bu güzel yerleri gezip, alışverişler yapmamızla akşam karanlığı inmişti.  Şimdi sıra meşhur Taşkent Metrosu’nu görmeye gelmişti. Biletimizi aldık, metroya indik. Pek çok durakta inip birbirinden güzel istasyonları gezdik. Gerçekten de çok güzel, pırıl pırıl bir yapıydı. SSCB döneminde yapılmış, bağımsızlıktan sonra küçük siyâsî rotüşlar görmüştü. Metroda fotoğraf çekmek yasaktı (ülkemizde de yasakmış); ama sizin için bir iki kare çekmeye çalışmadım değil! İşte şunlar:




Böylece Taşkent gezimizin ve dolayısıyla bütün gezinin sonuna gelmiştik. İnanılır gibi değildi; evden daha dün ayrılmış gibiydim... 8-9 gün, nasıl da çabuk geçmişti! 

Gördüklerimiz ve göremediğimiz dahil olmak üzere Orta Asya'nın muhteşem eski şehirlerinin herkesçe gidip görülmesini tüm kalbimle tavsiye ediyorum... Özbekistan’ın dört ayrı şehrinde üç hanım, hiçbir şekilde en ufak bir güvenlik sorunu yaşamadık. İnsanlar çok görgülü ve nazikler. Erkekler çok çok edepliler; bırakın rahatsız etmeyi kimse dönüp bakmıyor bile! Eğer bir yardım isterseniz, tüm samimiyetleriyle yanınızda oluyorlar. Diğer yandan, turizm henüz yeterince "profesyonelleşmediğinden" olacak, garip bir şekilde, kimse sizi kazıklamaya falan çalışmıyor!... Kısacası, her şey gayet düzgün işliyor; en azından bir yabancı için öyle… Gerçi şu tespiti de yapmam lazım: genç, yaşlı herkes çok mutlu görünüyordu; evet parasızlar, ama mutlular!.. Fransa, Belçika ve Hollanda'da araba kiralayıp gezmiş, bir bu kadar süreli gezi de oralarda yapmış biri olarak derim ki: sınırlı, sorumlu ve duyarlı bir insan olmak adına ne varsa doğu'da var!...

            Son olarak, Türkiye ile Özbekistan arasındaki siyasî karakedi nedir, tam olark çözemedim; ama  hükümetimizin onca ülkeden vizesiz giriş izni almasına ve bizim Özbekistan’dan vize istemememize rağmen Özbekistan’ın Türkiye’ye vize uygulaması bile tek başına önemli bir gösterge… Oysa şöyle bir bakınca Özbekistan’ın nasıl büyük bir dış pazar olduğunu fark ediyorsunuz. Belki yüzün üzerinde ihracat kalemi sayılabilir. Ne oldu da bağımsızlık sonrasında kurulan o güzel ilişkiler limonîleşti? 18 adet Türk okulu neden kapatıldı? Rehberlerimizden okullarda okumuş olanlarıyla konuştum; hiçbir dinî baskı görmediklerini söylediler. Demek ki daha derin sorunlar yaşanmış, yaşanıyor… Rus etkisi elbette çok önemli ve de anlaşılabilir bir durum. Nitekim Kerimov, bazı arayışlardan sonra yüzünü Rusya’ya çevirmekte karar kılmış görünüyor. Ancak, Özbekistan’la karşılıklı ticari faaliyetler konusunda Rusya’yla herhangi bir sorun yaşadığımızı sanmıyorum. Bence bu konu Rusya’yla da ilgili olma ihtimalinin yanında büyük ölçüde iki ülkenin özgür siyasî tercihleriyle şekilleniyor… Söyleyecek sözü olanları dinlemek isterim doğrusu…


Harezm ve Mâveraünnehir İllerinde Sekiz Gün: Semerkand (Afrosiyâb)


Öncelikle Semerkand’ın bir Timur Hânedanlığı şehri olduğunu söylemeliyim. Esasen Timur, Şehrisabz’da doğmuş. Hânlığın en güçlü emîri olunca hocasına Şehrisabz’ı pâyitaht yapma isteğini danışmış. Hocası ona daha pek çok sultanlığın başkentliğini yapan Semerkand’ı önerince, Timur onun sözünü dinlemiş ve Semerkand’ı âdeta yeniden inşâ etmiş. Diğer yandan Semerkand, modern bir şehir olarak, caddeleri, binalarıyla Buhârâ’ya nazaran daha düzenli ve ferah bir şehir.

Sabah dokuz gibi, aşağıda görülen Emir Timur Türbesi’nde (Gur Emîr) Semerkand rehberimiz Bâbür’le buluştuk. Bâbür, Türk okulunda okumadığı halde çok iyi Türkçe konuşuyordu. Esasen Tarih okumuş ve İngilizce Turist rehberliği yapıyormuş. Türklerin Barlas soyuna (Timur’un kabilesi) mensup olduğunu söyleyen Bâbür, Türkçe’yi Türkleri gezdirirken öğrendiğini söyledi.


 
Türbe esasen Timur tarafından genç yaşta ölen çok sevdiği torunu Muhammed için yaptırılmış. Türbenin içerisinde hocasının, torunu Uluğ Bey’in ve diğer Timurlu büyüklerin kabirleri bulunuyor. Emir Timur’un ve diğer aile üyelerinin naaşları Sovyetler döneminde (II. Dünya Savaşı yıllarında) gömüldüğü yerden çıkartılıp Moskova’ya götürülmüş. İskeletler üzerinde araştırmalar yapılmış. Timur Han 1.73 cm boyundaymış. Bir bacağı diğerinden 5 cm. kısa ve saçları sarıymış. Ancak kabrin açılmasının lânet getireceği inancını doğrular bir şekilde bir-iki gün sonra Sovyetler, Nazi ordularının işgaline uğramış. Bir yıl kadar sonra  naaşlar tekrar yerine koyulmuş. Aşağıda resimlediğim gibi, türbenin baş kösesinde ve en gösterişli kabir Timur’un hocasına ait. Timur’un sandukası ise aşağıdaki fotoğrafta siyah renkli olan. 

                                               

Aşağıda görülen muhteşem bölgenin adı Registan Meydanı (Kumlu yer). Semerkand değişik hükümdarlarca değişik asırlarda dikilen bu medreseler kompleksiyle âdetâ bütünleşmiş durumda.


Karşıda görülen medresenin adı Uluğ Bey Medresesi. XV. Yüzyıl başlarında Uluğ Bey tarafından yaptırılmış. Soldaki Medrese, Tilla Kârî ve sağdaki Şer-Dor Medresesi XVII. yüzyılda Semerkand emirliğinde bulunan Yalangduş Bahadır tarafından beş yıl arayla yaptırılmış. 

 
Timur’un torunu matematikçi ve astronom Uluğ Bey’in yaptırdığı büyük medresede (yukarıda) dönemin büyük âlimleri ders vermiş. Bizlerin de âşina olduğu Kadızâde ve Ali Kuşçu bunlardan en ünlüleri. Medresenin hücreleri bugün hediyelik eşya dükkanı olarak kullanılıyor. Aşağıdaki fotoğraflar diğer iki medresede çekildi.


 
Registan Meydanı’nda çok daha fazla zaman geçirmek; kafamda hiçbir telaş olmaksızın sâkin bir ruhla günün ve gecenin her vaktini yaşamak isterdim. Ancak öylesine sayılı ve acele günler içerisinde, hayâlini dahi hakkınca kuramadım desem, yeridir… Registan’dan sonra Rehberimiz Bâbür bizi Semerkand’ın çok zevkli ve güzelce imar edilmiş geniş bulvarlarından geçirip bir başka muhteşem meydana, oradaki olağanüstü eserleri görmeye götürdü.

 
Yukarıda görülen yapılar, Emir Timur’un eşi Bibi Hatun için yaptırdığı külliye. Bibi Hanım, Cengiz soyundan gelen biri olduğu için sade bir Türk kabilesine mensup olan Timur’u emirlik statüsüne taşımış. Bunun da ötesinde son derece akıllı bir hanımmış. Timur eşleri arasında en çok onu sever ve sık sık akıl danışırmış.  Aşağıda, kompleksin karşısından çektiğim fotoğraf, Timur’un sevgili eşi için yaptırdığı muhteşem eserleri daha iyi gösteriyor.


 
Bibi Hanım külliyesi ve türbesini gördükten sonra yakınındaki Semerkand pazar yerine gittik. Pazar yerinde dolaşırken insanlarla sohbet ettik. Hive ve Buhârâ’da olduğu gibi burada da Türk olduğumuzu öğrenen erkeklerin hemen hepsi bize Polat Alemdar karakterini ve hâlen televizyonlarda gösterilen Asi dizisini sordular! Pazar yerinde beyaz önlüklü bir hanım bizimle Türkçe sohbet etti. Kızı Türkiye’ye gelin gitmiş; gide-gele Türkiye Türkçesi’ni sökmüş. Kadın pazarın hemen yanındaki devlet laboratuarında çalışıyormuş. Pazaryerindeki tüm gıdalar sıkı bir tahlilden geçtikten sonra satılabiliyormuş. Ne kadar güzel bir uygulama değil mi? 

Pazar yerinin tam karşısında Hz. Hızır’a ait olduğuna inanılan bir türbe ve câmi bulunuyordu. Oraya gittik. Caminin arkasındaki türbeyi ziyaret ettik (aşağıdaki, çok uzun tuğlalı kaide), câmiyi gezdik. 

















Câminin hocası Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bize büyük misafirperverlik gösterdi. Çay ikram etti. Yanındaki bir başka câminin hocasıyla ve onunla sohbet ettik. Hacca da gidip gelmiş bir insan olan câmi hocası 60 yaşlarında bir beydi. Ona misâfir gelen diğer hocadan fotoğrafını çekmek için müsaade isted im, sağolsun, verdi (aşağıda).

Açık söyleyim, Özbekistan’ın câmi hocalarının halkla ilişkiler konusunda bizimkilerden çok ilerde olduğunu düşündüm. Nitekim kurbana niyetlendiğimizi aktarınca, hoca hiç tereddüt etmeden bize yardımcı olabileceğini söyledi. Hemen telefona sarıldı. Semerkand’ın biraz dışından bir-iki saate kadar bizim için kasabıyla birlikte kurban  getirilebileceği cevabını verdi. Çok sevindik tabii! O araya öğle yemeğimizi sıkıştırdık. Şık bir restoranda öğle yemeğimizi yiyip döndüğümüzde câminin ön kısmında bizim için üzerine çiçekli örtü serilmiş bir masa hazırlandı. Etrafında oturup çayımızı içerken kurbanın gelmesini bekledik. Bu arada türbeyi ziyarete gelen bir grup sevimli Özbek kızı bizimle fotoğraf çektirmek istediler. Cep telefonları vasıtasıyla birlikte fotoğraf çekindik (yukarıda sağda). Kurbanlarımız kesildi. Etlerin dağıtılması işini câmi hocası üstlendi. Allah ondan razı olsun!.
                    
Bâbür’le birlikte Semerkand gezimize devam ettik. Önce Hz. Danyal’a ait olduğuna inanılan türbeyi ziyaret ettik. Aşağıda solda üstte türbenin dıştan görünümü. Sağda, türbenin bulunduğu yerden çıkan kutsal suyun merkezi.














Sırada, Uluğ Bey’in gözlemevinin ve müzesinin bulunduğu yere gitmek vardı. Çok heyecanlıydım; çünkü Uluğ Bey’in sekstantını görecektim. Sekstant, gezegenlerin, yıldızların yerini tespit için kullanılan aletin adı. Güneş, aşağıya inmiş; günün bitmesine az kaldığı yolunda bizi uyarıyordu. Aceleyle yolumuzu aldık ve düğün alayı eşliğinde rasathaneye girdik (onlar da ziyâretçiydi).

Sağda, kazılar sonucu sekstantın bulunduğu yerin dışarıdan görünüşü. Aşağıda devâsâ sekstantın günümüze gelebilen bir kısmı.

            Büyük bir âlim olan Uluğ Bey, hakikaten sıra dışı bir hükümdarmış. Onun astronomik ölçümleri, modern değerlerle çok çok küçük sapmaları saymazsak neredeyse aynılık sergiliyor. Merak edip rehberimize kaç kere savaşa gittiğini sordum. Aldığım cevap beni hiç şaşırtmadı: sadece bir kere! Nitekim devlet ricâlini çok memnun edememiş olmalı ki büyük oğlu babasına karşı kışkırtılmış ve girdiği tek savaşı öz oğluna karşı vermiş… Esir  alınan Uluğ Bey muhaliflere teslim edilmiş ve asılarak öldürülmüş. Yukarıda değindiğimiz üzere sandukası, dedesi Timur Hân’ın türbesinde bulunmuyor.

            Uluğ Bey’in rasathanesinin bulunduğu yerden ayrılıp Hz. Peygamber’in amcasının oğlu; Hz. Ali’nin kardeşi Kusam ibn Abbâs’ın türbesinin de bulunduğu Şâh-ı Zinde (Yaşayan Şâh, bu isim, Kusam’ın aslında öldürülmediği sağ olduğundan hareketle verilmiş) denilen hayâlini dahi kuramayacağım mimarideki bir türbeler kompleksine gittik. Aşağıda da görüldüğü üzere burası esasen bir mezarlık. Semerkand’ın tepelerinden birine kurulmuş. Zaten merdivenlerle çıkıyorsunuz. 



Merdivenlerin iki yanında harikulade güzellikteki türbeler sıralanmış. Şahane restorasyon yapmış Özbekler… Şöyle bir tuhaflık ya da tatsızlık dikkatimi çekti: Bazı türbelerin kime ait olduğu bilinmiyor! Bâbür bu durumu Sovyetler döneminde yaşanan çok keskin ve büyük bilgi kopuşuyla açıkladı. Arapça kaynakların tümü dinî olup olmadığına bakılmadan yok edilmiş…






Mezarlıkta Timur ailesinin hanımları, kızları başta olmak üzere pek çok önemli şahsiyet yatıyorlar… Tabii ki en önemlisi, mezarlığa ismini veren Şâh-ı Zinde, Kusam İbn Abbas…
Rehberimizin ardından Türbe'ye giriyoruz.
  
O, bu topraklara İslâm’ı yaymak amacıyla gelmiş ve burada vefat etmiş. Ama tüm şehitler gibi o da hep canlı!... Türbesi XI-XII. Yüzyıllara tarihlendiriliyor. Aşağıdaki ayrıntılar orijinal yapıdan...



Şâh-ı Zinde’yle Semerkand gezimizi de tamamlamış oluyorduk. Eski mezarlığı gezip sonuna ulaştığımızda ay çoktan yükselmişti...


2500. yaşını çoktan aşmış, bu büyülü şehrin olağanüstü güzellikteki pek çok yeri görmenin tatlı yorgunluğuyla otelimize döndük.