6 Eylül 2009 Pazar

akademik makale I

Anadolu’yla Tanışan Türkler’e
Kültür Tarihi Açısından Bakışlar

Ol yigit eytdi Rûma niçün geldün didi.
Melik eytdi gerekdür ki bu illeri Müslümanlık eyleyem didi.
Ol yigit bu sözi işidüp Câzûyumışsın didi.
Melik eytdi Hâşâ ki câzû olam, müslümânam didi.

Dânişmendnâme



Sayısız askeri, filleri, arabaları, atları, kadınları, çocukları ve pek çok hazırlığıyla gelip Malazgirt yakınlarında kamp kuran ve tarlada çalışan biçiciler misali bütün memleketi ele geçiren Türkler karşısında kalem ve kâğıda yansıtılanlar, bir tarihçi için son derece cezbedici gözükmektedir. Örneğin, bir önceki cümle içinde yer alan tanımlamaların sahibi olan Onbirinci Yüzyıl Ermeni tarihçisi ve din adamı Aristakes Lastivertci , Anadolu’ya yönelen Türk istilâlarından o denli etkilenmiştir ki yazdığı esere şu adı uygun görmüştür: Çevremizde Yaşayan Yabancı İnsanların Verdiği Sıkıntıların Tarihi

Yukarıda açılan küçük bir pencereyle bakmaya başladığımız Ortaçağ Anadolusu’nun Türkler tarafından istilâ ve fetih süreci, çalışmamızda kültür tarihi açısından irdelenmeye çalışılacaktır. Bilindiği gibi konar göçer Türkler, kendilerini anlattıkları yazılı eserler bırakmadılar. Asırlar sonra onların torunları tarafından derlenip yazıya aktarılan sözlü tarihleri ise dönemin kronikçi tarih sunumundan çok farklı bir içeriğe sahip olup, özenle yaklaşılması gereken kıymetli metaforik bilgilerle donatılmıştır. Bu bilgilerden çalışmamızın belli bölümlerinde faydalanmaya çalışacağız. Ancak, tarihe şaşı bakılmadığı, anakronizme düşülmediği takdirde, onların yaşamı algılayış biçimlerinde bu türden (yazılı eserler) sabit, durağan ve canlı olmayan edimlerin yeri olamayacağına kanaat getirilebilir. Bununla birlikte bizler modern algılamamızla soyunduğumuz onların kültürlerini anlamaya çalışma işinde, araştırmalarımızda kullanabileceğimiz az çok incelediğimiz döneme çağdaş yerleşik insanların, yerleşiklik kaygılarıyla yazdıkları tarihlere ihtiyaç duymaktayız. Dolayısıyla çalışmamızda, temel olarak bu kaynaklar (Ermeni, Bizans, Süryanî ve Arap kaynakları) vasıtasıyla Anadolu istilâsının aktörleri Türklerin yaşam biçimlerini tetkike çalışacağız.

Eldeki kaynakların sunduğu siyasî tarih verileri arasında kültür tarihi ipuçlarına ulaşmak, çalışmanın belki de en zor yanını oluşturmuştur. Takdir edilir ki siyasî elitler; sultanlar, imparatorlar, aileleri ve hânedân üyeleri bâbındaki kişilikler dışında, sıradan insanların yaşam biçimlerine ilişkin kaynaklara yansıyan veriler yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte, kültür tarihine ışık tuttuğunu düşündüğümüz noktada –ki sîyaset de kültüre dahildir– siyasî elitlerin yaşam tarzlarıyla ilgili veriler de çalışma kapsamımıza girmiştir. Kaldı ki belli ortak paydaların bir arada tuttuğu topluluklar olan elitler ve sıradan insanlar, çok benzer düşünsel ve edimsel refleksleri paylaşmış olmalıdırlar. Ancak, algımızı sıradan Türk kitleleri ve Anadolu sâkinlerinin yaşam biçimlerinin, kültürel değerlerinin kaynaklarda nasıl yer aldığı ve yansıtıldığına daha yoğun olarak yönelttiğimizi, buna karşın bu niyetimizi kaçınılmaz bir biçimde –neredeyse bütünüyle– siyasî tarih üzerinden gerçekleştirmiş olduğumuzu itiraf etmeliyiz.


Çalışmamızda cevabını arayacağımız soruları şöyle özetleyebiliriz: Anadolu’yu istilâya ve fethe yönelen konar-göçer, savaşçı Türklerin gerek kendi içlerinde gerekse muhatapları olan Anadolu sâkinleriyle sefere/akına çıkış, konaklama ve istilâ/fetih süreçlerinde –karşı karşıya ve/veya yan yana– yaşadıkları olayların kültürel kodları nelerdir? Bu kodlar kültür tarihi açısından nasıl değerlendirilmelidir?

Bu ana soruların ardından tekrar metnin başında sunulan sahneye dönerek oradan, şu alt soruyla yol alabiliriz: Peki ama ne olmuştu da Türkler akın akın Anadolu coğrafyasına doğru yönelmişlerdi?


Türkleri Anadolu Önlerine Getiren Koşullar

Türklerin hangi sebeplerle ve ne koşullarda Anadolu önlerine kadar geldikleri incelememizin başlığıyla doğrudan ilişkili görünmese de resmin bütününü algılamamızda önemli bir tamlayan olmalıdır. Bu bağlamda verilecek olan ön bilgilerle incelememizde belli bir tarihî ve düşünsel zemin oluşturulmaya çalışılacaktır.

Anadolu’ya yönelen Türk akınlarına öncülük eden Selçuklu ailesini, İran coğrafyasında neredeyse bütün Asya’ya hükmeden bir devlet kurma sürecine getiren şartlara ve motivasyonlara kültür tarihi açısından nasıl bakabiliriz? Bu sorunun cevabını araştırmaya Orta Asya’nın kuzey doğusundaki Türklerin Anayurdu dediğimiz bölgeden değil batısından başlayacağız. Çünkü, Onuncu Yüzyıl başlarında Türklerin kadîm anayurdu Orhun Bölgesi’nde proto-Moğol kavimlerle Türkler arasında başlayan hâkimiyet mücadelesi sonucunda buradan sökün eden Türk kitleleri ile Selçuklu ailesinin başlangıçta yaşadıkları bölgeler arasında, kaynaklara yansıyan bir bağlantı tespit edilememiştir.

Nitekim ünlü Türkolog Cahen’e göre Selçuk Bey’in babası Dukak, Batı Oğuzlarının yaşadığı Aral gölü ile Hazar Denizi arasında kalan bölgenin bir sâkiniydi. Hazar Beyine bağlı –galiba üst düzey– bir asker olan Dukak’ın ölümünün ardından oğlu Selçuk Bey, bilinmeyen bir nedenle o güne kadar yaşadıkları bu bölgeden kalkıp Cend şehrine göçmüştür . Bilinmeyen bu neden, Süryani Tarihçi Abu’l-Farac’ın verdiği bilgiye göre Hazar Beyi’nin karısının çekememezliğidir. Onun rahatsızlığı genç Selçuk’un kulağına gider ve kabilesinin adamlarını gizlice toplayarak hazırlığını yapar; yanına birçok atlar, develer, koyunlar ve inekler alarak doğduğu topraklardan hareket eder. Böylece Selçuk Bey ve etrafındakiler, Turan yani Türk diyarından İran diyarına çobanlık etmek bahanesi ile geçerler.

Bu aşamada Cend şehrini zikretmeyen tarihçi anlatısına devamla, Selçuk Bey ve çevresindekilerin bu bölgede yaşayanların Müslüman olduklarını görerek, kendi aralarında istişareye giriştiklerini ve: Biz içinde yaşadığımız memleket halkının dînini kabul etmez ve onların törelerine uymazsak, bir kimse bize iltifat etmez ve biz tek başımıza yaşamaya mahküm bir azınlık halinde kalırız, diyerek Müslümalığı kabul ettiklerini belirtir . Abu’l-Farac’ın, Mülknâme isimli bir esere referansla verdiği bu bilgilere karşın İbnü’l-Adîm, eserinin Alparslan bahsinde bu aileden İslâma giren ilk kişinin Dukak olduğunu kaydeder . Mehmet Altan Köymen ise bu iki tarihçiden de farklı olarak Selçuk’un Oğuz hükümdarı ile düştüğü anlaşmazlık yüzünden bütün maiyeti ile kaçarak Cend şehrine geldiğini bildirmekte; ancak orada İslâm’ı kabul edip etmediğine dâir herhangi bir bilgi vermemektedir .

Cahen, Selçuk’un Cend’de bulunduğu bu dönemde üç oğlunun (Mikâil, Arslan ve Musa) olduğunu ve ömrünün geç bir döneminde burada Müslümanlığı seçtiğini ifade etmektedir . Selçuklu tarihçisi Osman Turan da Selçuk Bey’in takriben 960’da Cend’de kendi kâbilesi ile Müslüman olunca, Yangi-kent yabgusuna karşı gazâya başladığını ortaya koymaktadır .

Selçuk Bey’in nerede ve nasıl Müslüman olduğu meselesindeki tartışmaları bir yana bırakırsak, torunları olan Tuğrul ve Çağrı Beylerin, Cend şehrinden itibaren henüz Horasan’a geçmeden Maveraünnehir’de bulundukları sırada Müslüman Gazneliler ve Karahanlılarla yaşadıkları serencâm, onları İslâm’la ve dolayısıyla gazâ ve fetih kavramlarıyla daha da kaynaştırmış olmalıdır. Çağrı Bey’in daha bu aşamada (1015-1019 arası bir tarih) Maveraünnehir’den çıkıp, Horasan’da kendisine katılan Türklerle birlikte Rûm ülkesine gazâya gittiğini biliyoruz. Türklerin Anadolu’da ilk belirişleri bu akınla olmuştur .

Orta Asya’da hâkimiyeti ellerinde tutan Türk Gazneliler Devleti’ne son vererek Horasan ve Harezm bölgeleri üzerinde devletlerini inşa eden Selçuklular, ilk kurultaylarından hemen sonra Halife’ye bağlılıklarını ve İslâm uğruna yaptıkları gazâ ve cihadları vurgulayan bir mektup gönderirler . Onlar, yaklaşık iki sene sonra İslâm’ın sancaktarlığı talebiyle Halife’ye bir mektup daha gönderirler. Abu’l-Farac’dan edindiğimiz bilgiye göre, hânedan üyelerinden İbrahim Yınal tarafından Halifeye hitâben kaleme alınan mektubun başına bir ok ile bir yay resmi geçirilmiştir. Selçukluların mevcut kimliklerine ilaveten edinmek istedikleri dînî misyonu yansıtan mektupta Horasan ve Harezm hükümdârı olan Şehinşâh-ı Selçukî Tuğrul Bey’in hac yollarının güvenliği için Bağdat’a bir ordu göndereceği belirtilmiştir .

Bu iletişim süreci, iç karışıklıklarla, mezhep çatışmalarıyla mücadele halinde olan ve dolayısıyla Onuncu Yüzyıldan itibaren ciddi biçimde güçten düşen Abbasî Halifeliği’nin Türk Sultanı Tuğrul Bey’i Bağdat’a davetiyle sonuçlanmıştır. Tuğrul Bey, saltanatı tehlikeye düşen Halifeyi sıkıntılarından kurtardıktan sonra onun tarafından dünyevî elçisi ve Doğunun ve Batının Sultanı olarak taltif edilir. Böylelikle Tuğrul Bey’in İslâm coğrafyası üzerindeki hâkimiyeti dînî meşrûiyetine de kavuşmuş ve küffar illerini İslâm’a açması daha da kolaylaşmıştır. Bu bağlamda anonim Gürcü Kroniğinde yer alan Tuğrul Bey’e ilişkin şu bilgiler meseleyi pekiştirici gözükmektedir: O dönemde Türkistan’da Tuğrul Bey adında bir adam, Seracenler zayıflamakta olduğu için güçlenerek Sultan oldu; pek çok halka ve bölgeye hükmetti.

Bu aşamada, gazâ yapmak amacıyla akın akın Rûm’dan yana revâne olan Türk kitlelerine dönersek; Tuğrul Bey, İslâm Halifesinin lâyık gördüğü unvanlarla taçlandırdığı kimliğiyle etrafında toplanan sayısız konar-göçer ve savaşçı Türkü, yüzyıllardır İslâm Halifeliğinin yürüttüğü Bizans illerini Müslümanlığa açmak göreviyle batıya gönderecektir. Böylece Orta Asya’daki anayurtlarından çıkmak zorunda kalan Türklerin Türkistan ve Harezm yoluyla sel halinde İslâm ülkelerine olan akınları, Türk İmparatorluğu’nun kurulması ve yapılan düzenlemelerle muntazam olarak Bizanslılara karşı Anadolu’da cihada sevkedilme biçimine evrilmiştir. Bu sayede Tuğrul Bey, hem ülkesinin sınırlarını genişletecek hem de bağımsız davranan Türk kitleleri üzerinde daha da etkili olabilecektir.

Türklerin Anadolu önlerine gelişine ilişkin, bir başka Ermeni kaynağıyla kısmen örtüşen başka bir yol haritası, Âşık Paşazâde tarafından verilmektedir. Tarihçiye göre en evvel Rûm vilâyetine gelen Osman Gâzi’nin dedesi Süleymanşâh, şu vesilelerle Anadolu’ya ulaşmıştır: Dönemin hâkim Arap gücüne karşı Acemler, Yafes neslinden Türkleri kendilerine senet edinmişler ve onların vasıtasıyla, Araplar’a gâlip gelebilmişlerdi. Ancak, Acemlerin gâlip gelmesiyle, kâfir illeri Müslümanlar’a karşı direnmeye başladılar. Diğer taraftan, zaman içinde, bu göçer evlü halkdan Acem hükümdarları çekinmeye başladılar ve onları kendilerinden uzaklaştırmanın çarelerine baktılar. Neticede, aralarındaki ululardan Süleymanşâh’ı elli bin Türkmen ve Tatar eviyle gazâ yapmak üzere Rûm’a yönlendirmek istediler. Süleymanşâh da bu teklifi kabul ederek Anadolu’ya doğru yola çıktı.

XIII. Yüzyılda yaşamış Kilikyalı devlet adamı ve komutan Hetum da Türkler’in Anadolu sınırlarına geltiren sebebin İranlılar olduğunda, Aşıkpaşazâde ile uyuşan bilgiler vermektedir. Hetum kroniğine göre, Pers imparatoru,

Serâcenler’e karşı yardım ricâ etmek üzere Amuderya/Ceyhun nehri etrafında bulunan bölgelere ve krallıklara elçiler gönderdi; gelecek olanlara yüksek maaşlar ve mevkiler vaat ediyordu. Türkmen adı verilen 6,000 civarında adam, Persia yakınlarında yer alan Türkistan Krallığı’ndan toplanarak Pers Kırallığı’na yardım amacıyla Ceyhun nehrini aşarak ilerlediler.

Hetum, Türkler’in İran merkezli bu hareket noktasını, Aşıkpaşazâde gibi doğrudan Anadolu’ya bağlamak yerine, onların İran’dan sonra, Araplar’ın hizmetine girdiklerini ifade eder. Türkler, daha sonra, Halife’nin talebiyle Müslümanlığı seçmişler ve zamanla hâkimiyeti Araplar’dan almışlardır. Selçuk idaresinde birleşen Türkler, tüm Orta Asya’yı ele geçirdikten sonra, Tuğrul döneminde ele geçirmek için Mezopotamya’ya döneceklerdir. Hatum’a göre Türkler Anadolu’ya ilk olarak Artuk’un Mardin’i ele geçirmesiyle ayak basmıştır. Sonrasında tarihçi, Süleymanşâh’ı Alparslan döneminde tespit eder ve onun, Alparslan’ın isteğiyle Kapadokya’ya gittiğini; Türk Krallığı’na ait olacak bir çok şehri ele geçirdiğini; bölgede hâkimiyeti ele geçirip kendisini Sultan ilan ettiğini ve de adını, Süleymanşâh biçiminde değiştirdiğini ifade eder. Hetum için Süleymanşâh, Boillon Lordu’nun kroniğinde geçtiği üzere, Hıristiyanlara karşı savaşan ilk kişidir.

Türkleri Anadolu önlerine getiren muhtemel sebepleri sıralamanın ardından, Onbirinci Yüzyıl Anadolusu’na bakalım. Abbâsi Halifeliği’nin zayıflamasına paralel olarak, daha önceleri uçlarda İslâm egemenliğine geçmiş olan bölgeler, Bizans Devleti’nce tek tek geri kazanılmış durumdadır. Mükrimin Halil Yinanç’a referansla bu bölgeleri şöyle sıralayabiliriz: Tarsus merkezli Şam ucu; Malatya merkezli Al-Cazîra ucu ve Erzurum ile Bitlis ön planda olmak üzere Anadolu’nun doğusunu içeren Armîniye ucu.

Bu anlamda doğuda ve güneyde görece bir rahatlık sürmekte olan Bizanslılar, ilk Türk akınlarını izleyen yıllarda, doğuda çok köklü değişikliklere giderler. Hâkimiyetleri altında, ancak yerel prenslerce yönetilen Ermeni topraklarını –ilk Türk saldırısının yapıldığı Vaspurakan eyaletinden başlamak üzere– kendi yönetimleri altına alıp, Ermeni prenslerini Anadolu’nun içlerinde başka bölgelere göçe zorlarlar. Tarihçi Bedrosian’a göre Bizans yönetimi söz konusu prenslerin Türklerle işbirliği yaptığına inanmaktadır . Ancak Ermeni kroniklerinden de anlaşılacağı üzere, doğu eyaletlerine tâyin edilen Rum komutanların isteksizlikleri Türklerin işini daha da kolaylaştıracaktır.

Diğer yandan Bizans Devleti’nin batısı da uzun süredir Orta Asya’dan kaynaklı hareketlenmeler dolayısıyla, Türk kökenli kavimlerce (Peçenekler, Kuman/Kıpçaklar ve Uzlar) ciddi tehdit altındadır. Bir başka ifadeyle, Onbirinci Yüzyıl başlarından itibaren Doğu Roma, imparatorluğun hem doğusu hem de batısından Türklerce sıkıştırılmış bir haldedir.


Nasıl Görünüyorlardı?

Akına çıkan Türkler, Sultanların ve/veya onların komutanlarının önderliğinde oldukları halde nasıl bir görünüm sergiliyorlardı? Onların hem nicelik hem de nitelik açısından görünümlerinin karşı taraftaki yansıması, diğer halklarca nasıl algılandıkları; dolayısıyla önkabuller ve değerler çerçevesinde nasıl telâkki edildiklerinin de ipuçlarını yansıtıyor olmalıdır.

Kaynaklarda Anadolu’ya yönelmiş Türk kitlelerinin dışarıdan görünümleri ve konakladıkları bölgelerde –çoğu niceliksel olmak üzere– sergiledikleri yaşam biçimlerine dâir bazı ipuçları yer almaktadır. Bu bağlamda, yukarıda bahsi geçen Çağrı Bey’in –veya Selçukluların– Anadolu üzerine yaptığı ilk sefer, Ermeni kaynaklarında Türklerin Anadolu önlerinde ilk kez göründüğüne ilişkin en erken kayıt olmasının yanında, Türk savaşçılarının görünümlerine dâir bazı bilgileri de içerir.

Urfalı Mateos ve Kilikyalı komutan ve devlet adamı Smbat Sparabet kroniklerinde bu akına katılan Türk askerlerini betimleyen ifadeler kullanmışlardır. Onlardan ilkinin, Bizans’ın Vaspurakan isimli eyaletine yönelen bu akınları anlatırken, daha önce bu cins Türk atlı askeri görülmediğini vurgulamakla –geçmişe yönelik olarak– tam olarak neyi kastettiğini bilemiyoruz; ancak anlatısına devamla askerlere ilişkin verdiği –görece– ayrıntılı betimlemeler şöyledir: Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca, acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler.

Mateos’un, dış görünüm olarak hayli şaşırtıcı bulduğu anlaşılan Türk savaşçılarının bu imajı, büyük oranda okçulukları çerçevesinde yaratılmış gibidir; nitekim tarihçi, Türklerin okçuluklarını anlatırken, oklara karşı tedarikli davranmaya alışmamış olan Ermeni askerlerinin yine de büyük cesaretle Türklere karşı savaştıklarını hatırlatır .

Kilikyalı Smbat’ın tarihinde de aynı bağlamda Türk okçularından Ermeni askerlerinin kendilerini koruyamadığı vurgulanarak, kadın gibi uzun saçları olan okçular tanımlaması yer alır . Son olarak, Türk savaşçılarının okçu karakterinin yabancıların gözünde nasıl bir imaj yarattığına dâir Anna Comenna’nın tasvîri oldukça açıklayıcı gözükmektedir: Anna, Bizans’a yardım amacıyla savaşan Türklerin okçuluklarını anlatırken, onların savaş esnasında orduyu bir ok bulutuyla örtmekte oldukları biçiminde etkileyici bir tanımlamaya yer vermektedir.

Türk ordusuna ve askerlerine yakın sayılabilecek açılardan bakışın ve özellikle onların mâhir okçulukları karşısında duyulan şaşkınlığın izlerini taşıyan yukarıdaki betimlemelerden sonra, söz konusu Türk askerlerinin genel anlamda; kadınları, çocukları, atları, arabaları, çadırları ve hayvanlarıyla dışarıdan nasıl göründüğüne; dolayısıyla karşı tarafta nasıl bir izlenim bıraktığına dâir kayıtlara bakalım.

Tarihçilerin bu bağlamda düştükleri kayıtlar –daha önce de belirttiğimiz gibi– genel olarak Türk ordularının niceliksel yönünü vurgulamak amacıyla kaleme alınmış gözükmektedir. Örneğin, yine Anna Comenna, Türklerin saldırılarının, tam da âsi komutan Russel’in Bizans’a karşı saldırıya geçtiği döneme denk düştüğünü vurguladığı satırlarında, Türk ordularını tasvir ederken –sanki biraz da nefretle– ayak altında çıtırdayan kum taneleri kadar kalabalık sayıda benzetmesini seçmiştir .

Diğer yandan, Urfalı Mateos da Sultan Alparslan’ın ordularıyla gelip Urfa önlerinde konduğu, çadırlarını kurduğu vakit, şehir halkının Müslüman askerlerin kalabalığından korktuğunu çünkü Sultanın sayısız askerlerinin ovaları ve zirvelerine kadar bütün dağları kaplamış bulunduğu bilgisini vermektedir . Aynı sefere ilişkin anılan korkutucu manzara, Smbat tarihinde, duruma muhatap olanları sınıfsal olarak değerlendirmeyi de ihmal etmeyerek yerini bulmuştur: Halk ve şehrin çok sayıda mümini, yabancı orduların sayısız askerini görünce korktu; çünkü Sultanın ordusunun büyük kalabalığı ovaları ve dağların tepelerini doldurmuştu.

Urfalı Mateos, Alparslan’ın Gürcistan seferi bağlamında Türk ordularıyla ilgili olarak yukarıdakinden daha da dehşetengiz bir manzara çizer: Ona göre sefere giden ordu korkunç dalgalarla çalkalanan bir denizi ve taşkın sularını ileriye atan azgın bir nehri andıran, muazzam bir ordudur. Bu ordu Karabağ’a gelerek bütün ovaları kâmilen kaplamıştır. O kadar ki kaçacak bütün yollar kapanmıştır.

Türk ordularının kamp kurdukları bölgelerde sergiledikleri, âdetâ insan bakış açısının dışına taşan, inanılmaz genişlikteki görünümleriyle ilgili olarak, Halepli tarihçi İbnü’l-Adîm de bazı bilgiler vermektedir: Alparslan, Halep Emîri Mahmud’un gelip huzuruna çıkmayacağını anlayınca karargâh kurduğu Halep’e beş fersah uzaklıktaki –daha donra Sultan Tepesi adını alacak olan– Funeydik adlı yerden ayrılıp Halep’e inmişti. Sultanın çadırları ve askerleri, Halep’ten itibaren Esedoğulları Obası ile Azâz ve Esârib’e dek birbirlerine yakın bir şekilde bulunuyorlardı. Askerlerin bir kısmı Rum Ülkesi, bir kısmı da Suriye çayırlıklarına konmuşlardı.

Tarihçinin verdiği bilgiler ışığında Türk ordusunun Halep civarında kapladığı alana ilişkin zihnimizde ufak bir kurgu yaparsak Alparslan’ın askerlerinin –daha sonra biraz daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi– ve muhtemelen onların ailelerinin, yaklaşık olarak iki kenarı 70 km, ve 17 km’den oluşan (üçüncü, belki dördüncü kenar bilinemiyor) devasâ bir alan üzerinde çadırlarıyla kamp kurmuş olduklarını kestirebiliriz. Bu genişlikteki bir bölge, günümüzde aşağı yukarı büyük bir şehrin kapladığı alana eşittir.

İbnü’l-Adîm’in, Halepli bir başka tarihçi, Azîmî’nin kelimeleriyle Şehri kuşatan Âdil Sultan’a ilişkin ilerleyen sayfalarda verdiği bilgiler arasında, Alparslan’ın ordusunun yerleştiği çadırların nasıl konforlu gözüktüğü ve yerleşim biçimleriyle ilgili ayrıntılar da vardır. Tarihçiye göre Türklerin çadırları son derece gösterişliydi çünkü: kamp yerinden geçtiğinizde her yerde görülen otağ ve çadırların içinde sanki Sultan var derdiniz… Diğer yandan, söz konusu çadırların yerleşimi ise onarlık gruplar halinde ve birbirlerine bitişik olarak düzenlenmişti.

Bu son satırlardan anlaşılacağı üzere, Türklerin sefere/akına çıktıkları bölgelerde her an savaşmaya hazır kocaman bir mobil şehri andıran kamp veya karargâhlarının etkileyici görünümü ve nizâmı; söz konusu toplulukların bu anlamda sergiledikleri beceri, elastikiyet ve sosyal uyum son derece köklü ve sofistike bir yaşam biçimine işaret ediyor diyebiliriz.

Neticede, askerler, ordular, karargâhlar, yağma ve talanlar, kanlı savaşlar, berkitilmiş ya da berkitilmemiş şehirler…. dönem insanının yaşam biçiminde alışılmadık imajlar olmasa gerektir. Buna mukâbil, sözkonusu imajlar vasıtasıyla algıladıkları olaylar ve aktörlerin üzerlerinde yarattığı etkiler değişik şiddette tepkilere yol açmış olmalıdır. Dolayısıyla, yukarıda tasvir edilmeye çalışılan manzaraların yaratacağı psikolojik iklimde, Anadolu sekenesinin endişe ve korkuya kapılmamaları neredeyse imkânsız gibidir.


Kamp Hayatları

Çalışmamızın bu bölümünde yukarıda dışarıdan görünümüne ilişkin bilgiler verdiğimiz Anadolu önlerindeki Türk ordularının, kondukları bölgelerde yaşadıkları hayatın kaynaklara yansıyan yanlarını irdelemeye çalışacağız. Günümüze ulaşan eserlerde bu anlamda yok denecek kadar az bilgi olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Buna karşın, ulaşabildiğimiz küçük verilerin zihnimizde yarattığı –ve yaratacağı– etkileyici ve son derece dramatik sahnelerin Türk konar-göçerliğine dâir tarih tasavvurumuzu ciddi biçimde destekleyebileceği kanaatini taşımaktayız.

Sayıları binler, onbinlerlere ifade edilen savaşçı Türklerin Orta Asya’yı terk etmek durumunda kalmalarından itibaren Anayurt biçiminde olmasa da bir tür merkezî bölge olarak benimsedikleri Maveraünnehir, Azerbaycan gibi coğrafyalardan batıya ve güneye doğru akınlara çıktıklarını biliyoruz. Onların, yüzlerce hatta binlerce kilometrelik mesafeleri aşmak üzere sefere çıkarlarken beraberlerine aldıkları yaşamsal tedariklerin –yapılacak yolculuğun fiziksel koşulları düşünüldüğünde– belki sadece ilk durak hedeflenerek hazırlandığı muhakkaktır. Kaldı ki merkezî bölge ya da üs dediğimiz noktaların haberleşme, buluşma, karar alma ve hareket etme dışında yerleşik hayata ilişkin söz konusu akınları destekleyen –ya da başka türlü– hiçbir göstergeyi içermediği de muhtemeldir. Dolayısıyla, ilerleyen satırlarda göreceğimiz gibi böylesine devasâ kitlelerin beslenme meselesi birincil derecede önemli olmalıdır.

Türklerin, akına gitmelerinin bir yaşam biçimi olduğunu ve dolayısıyla beraberlerinde ailelerini de götürdükleri kaynaklarca yansıtılmaktadır. Bu bağlamda, incelememizin girişinde dönemin çağdaşı Ermeni Tarihçi Aristakes Lastivertci’den verdiğimiz alıntı dışında, Hetum da önemli bilgiler vermektedir. Hetum’a göre Türkler, “gittikleri her yerde, beraberlerine karılarını ve çocuklarını alma geleneğine uymuşlardır.” Bu nedenle kalabalık Türk kitleleri, “çabuk hareket edemiyorlar; daha ziyade hergün kısa bir mesafeyi alabiliyorlardı.” Söz konusu davranış biçiminin, bizatihî Türk hükümdarları tarafından da içselleştirilmiş bir kültür olduğunu, Alparslan’ın Amid/Diyarbakır kuşatmasıyla ilgili bilgiler çerçevesinde tespit edebilmekteyiz.

Urfalı Mateos ve Kilikyalı Simbat’ın tarihlerinde yer aldığı üzere Sultan Alparslan, çıktığı Ermenistan seferinde Malazgirt’i ele geçirdikten sonra Diyarbakır’a gelip, şehrin kapıları önünde kamp veya karagâhını kurar. Anılan seferler boyunca beraberinde olduğu anlaşılan hâmile karısı, tam da o günlerde, ordunun konduğu kampta ona bir erkek çocuğu doğurur. Sultanın çocuğa verdiği isim Tutuş’tur.

Bu bağlamda değerlendirilebilecek elimizdeki bir diğer örnek, ünlü Selçuklu Komutanı Bozan’ın İstanbul seferine ilişkin olarak Smbat Sparabet’in verdiği malumât dahilinde yer almaktadır: Sultan Melikşah’ın emriyle 1092 yılında İran ordularını toplayan Bozan –tarihçinin verdiği sıraya bakılırsa– beraberine öncelikle karısını almıştır. Halep emiri, Antakya emirini [de] alarak devâsâ bir orduyla İstanbul’un karşısında kamp kuran Bozan, yine tarihçinin ifadesiyle aynı yıl yüce Melikşah öldüğü için haber kendisine ulaşır ulaşmaz hiç bir şey başaramadan, İstanbul’dan ayrılarak Urfa’ya döner.

Örneklerden de görüleceği üzere Tuğrul Bey döneminden, neredeyse Büyük Selçuklular’ın son dönemine değin çıkılan seferlerde/akınlarda âdeta bir kültürel refleks olarak kadınlar –ve tabii ki çocuklar ve yaşlılar– yürüyen “ordu-şehirlerde” yerlerini almışlardır.

Daha önce de değinildiği gibi konar-göçer bir milletin sözlü kültürünü yansıtan destanvârî kaynakların bildiğimiz anlamda tarihsel veriler içerip içermediği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, ait oldukları toplulukların meşrûlaştırdıkları kabullerini yansıttıkları bir gerçek olmalıdır. Bu anlamda, kadınların Türk akınlarındaki aktif rolünü yansıtan Dânişmendnâme’deki Efrumiye karakteri çarpıcı bir metafordur. Onu, eserin neredeyse başından sonuna kadar, gerek Danişmend Gazi’nin yanında gerekse farklı gruplarla birlikte inanılmaz bir performansla erkeklerle savaşırken buluruz. Onun bu yaşayış biçimi o kadar olağandır ki hâmileliği bile buna dâhildir.

Yukarıda kısaca değindiğimiz Türk kitlelerinin beslenmeleri mevzuuna dönersek, dönemi anlatan tarihlerde dışarıdan gözlemleri yansıtan çok az sayıda ancak niteliksel anlamda gâyet aydınlatıcı veriler bulunmaktadır. Bu cümleden olarak, Abu’l-Farac, Tuğrul Bey’in askerlerinin gittikleri her yerde yağma ve tahriplerde bulunduklarını belirttikten sonra şu açıklamayı getirir: Sayıları pek çok olduğu için hiçbir nâhiye (yahut ülke) bunları bir haftadan fazla besleyememektedir. Onlar da sırf ihtiyaç yüzünden ve kendileri ve hayvanları için besleyici maddeler bulmak üzere bir yerden bir yere göçmek zorunda kalıyorlardı.

Süryani Tarihçi, Malazgirt Savaşı öncesinde ünlü Selçuklu Komutanı Afşin’in, İstanbul ve Balkanlar’a düzenlediği akınları anlatırken de yukarıdaki bağlamda bilgiler vermeye devam eder. Abu’l-Farac’ın tarihine bakılırsa, Roma diyârında ilerleye ilerleye İstanbul surlarının önündeki deniz sahili üzerinde çadırlarını kuran Afşin, buradan Balkanlar’a doğru akınlar düzenleyerek ve ortalığı yağma ederek Makedonya’ya kadar varmıştır. O, mevsim itibarıyla Simandu ülkesinde kışa yakalanır. Bu şehrin hâkimi bir kadındır. Tarihçiye göre Afşin, ondan askerlerinin şehir ve köylere girip gıda maddesi alma müsaadesi ister. Şehrin yöneticisi, istemeyerek de olsa izin verir çünkü Afşin aksi takdirde askerlerinin ağaçları keseceğini, bağları kökünden sökeceğini ve bahçeleri tahrip edeceğini söylemiştir.

Yukarıda sıralanan beslenme kaygılarına ilişkin iki çarpıcı örneğin de desteklediği üzere, kalabalık Türk kitleleri, çıktıkları seferlerde, kışları, yaşam biçimlerini kolayca sürdürebilecekleri, nehir kıyılarındaki sulak ovalar üzerinde ya da yerleşim bölgeleri yakınlarında konaklayıp, buradan hedefledikleri bölgelere akınlara çıkıyorlardı. Baharla birlikte ve yazın gerek akına gittikleri bölgelerde ve gerekse kondukları yüksek yaylaların yakınlarında yer alan yerleşimlerde –kışları olduğu gibi– yağma ve talan yaparak çevrelerine zarar vermişlerdir. Bunu, Afşin örneğinde olduğu gibi kimi zaman görece kibar bir biçimde yaparlarken kimi zaman çok daha sertleşebilmişlerdir.

Şimdi vereceğimiz örnekle, konar-göçer Türk yaşamının bu veçhesini biraz daha aydınlatmaya çalışacağız: Aristakes Lastivertci’nin tarihinde kaydettiği sahneye göre, Pasin Ovası’nda konmuş olan Tuğrul Bey’in ordusu ocak ayında, ovadaki şiddetli don nedeniyle bir festival gecesinde Okomi adındaki yerleşim bölgesine yönelir. Evlerin yanına yaklaşıp, sekenenin hayvanları için sakladığı samanları toplayıp, ovaya götürürler. Elleri ve ayakları buz gibi olmuş Türkler, burada onları yakıp bir süre beklerler. Tarihçiye göre, onlar o denli büyük bir ateş yakarlar ki tüm ova öğlen vaktiymiş gibi parlar. Böylece, kendilerini ve atlarını ısıtırlar; ardından yaylarını gererler ve silahlarını çıkartıp yaz günündeymişçesine saldırıya geçerler. Üç gün burada kalıp savaşırlar; yağma ve talanda bulunurlar. Daha sonra topladıkları tüm tahılı öküzlerin, eşeklerin ve atların sırtına yükleyip, aldıkları az miktarda ufak tefek malzeme ve esirlerle birlikte ülkelerine geri dönerler.

Elbette ki Türklerin kamp hayatları, her dâim karşı tarafa zarar verir bir özellik taşımamıştır. Kaynaklarda yer aldığı üzere, bulundukları bölgelerde onlar da saldırıya uğrayıp, ciddi yaralar almışlardır. Anonim Gürcü Kroniğinde yer alan bilgilere göre, onbirinci yüzyıl sonlarında Kıpçak Beyinin damadı olan Kral David, Türk ordusunun, gelip Aras nehri kıyılarında kamp kurduğu bilgisini alınca, ordusuyla üzerlerine yürür ve kamp kurdukları yerde onları yenilgiye uğratır. Kronik yazarına göre, Kral David –galiba bir başka Türk ordusunu– kışladıkları Ashorni adı verilen bölgede baskına uğratarak yendiğinde çadırları içinde ağıt yakan tek kişi kalmamıştır.

Kaynakların tarafımıza sağladığı görece küçük verilerden anlaşılabildiği üzere, Türklerin kamp yaşantıları, gerek bizatihî konar-göçer savaşçı yaşamın karakteristiği ve gerekse üzerinde yaşadıkları coğrafyaların ve soludukları mevsimlerin sunduğu son derece zor koşullar nedeniyle, kendilerine ve gazâya/sefere gittikleri bölgelerdeki insanlara zarar verebilmiştir. Günümüzden bakıldığında hayli anlaşılmaz ve katlanılmaz gözüken bu yaşam biçimi, Türklerin sürdükleri konar-göçer ve savaşçı var oluşları dikkate alındığında, tüm zorluklarına rağmen vazgeçilmez gözükmektedir.


Tarafların Geleneksel ve Dînî Öğelerle Mukabelesi

Tahmin edileceği üzere, Onbirinci Yüzyılın ilk çeyreğinde Türklerin, Bizans Anadolusu kapılarında görünmeleriyle birlikte, bu coğrafyada yaşayan halklarla –tamamı savaş ve çatışma çerçevesinde olmak üzere– bir takım kültürel karşılaşmalar da yaşanmıştır. Mevcut kaynaklar ışığında bu karşılaşmalara kültür tarihi açısından bakmaya çalıştığımızda, tarafların çatışmalarına taşıdıkları kültürel reflekslere eğilmek durumunda kalırız. Dolayısıyla, bu bölümde, çoğu döneme çağdaş yabancı kroniklere ve Türklerin –daha sonraki dönemlerde yazıya aktarılan– sözlü kültürlerine dayalı tarafların kültürleri bağlamında değerlendirilebilecek belli öğeleri incelemeye çalışacağız.

Birbirleri arasındaki önemli ilişkiler nedeniyle, biri diğerinden bağımsız halde düşünülemeyecek olan geleneksel ve dînî öğeler, tarihin bu safhasında da bizi karşılıyor gözükmektedir. Gerçekten de kaynaklara baktığımızda hem Anadolu’ya gazâya gelen Türkler, hem de söz konusu coğrafyaya ev sahipliği yapan topluluklar açısından, bu yönde önemli bir eklemlenme olduğunu görüyoruz. Şöyle ki Türkler, Anadolu’da bulunma sebeplerini, önceden var olan geleneksel savaşçı kimliklerine, dinî bir motif olan gazâyı giydirerek açıklarken, Anadolu sekenesi, Türkleri, geleneksel barbar tanımlamalarının beraberinde, dinî birtakım tanımlamalar aracılığıyla ötekileştirmektedirler.

Bu bağlamda meseleye Türklerin veçhesinden bakmak istediğimizde, Dânişmendnâme’nin rehberliği kayda değer olacaktır. Danişmend Gâzi’nin –daha sonra Müslümanlığı seçip kendisinin sıkı bir yoldaşı olacak– Artuhi ile ilk karşılaşmasında aralarında geçen metaforik diyalog aynen şöyledir:

[Artuhi] Ey kişi! Adun nedür? didi. Melik: Adum Ahmed, lakabum Dânişmend’dür didi. Ol yigit eytdi: Rûma niçün geldün? didi. Melik eytdi: Gerekdür ki bu illeri Müslümanlık eyleyem didi. Ol yigit bu sözi işidüp: Câzûy-umışsın didi. Melik eytdi: Hâşâ ki câzû olam, müslümânam didi. Ol yigit bu sözleri işidüp Melik’ün dînine âşık oldı.

Görüldüğü üzere, Anadolu illerini İslâm’a dâhil etmek için Rûm’a gelmiş bir Müslüman olarak tanımlanan Dânişmend Gâzi’ye, karşı tarafın zihniyle verilen cevapta, bu durumun ne kadar kabul edilemez olduğuna ilişkin olarak, Hıristiyanlık referanslı bir kavramla, cadılıkla mukabele edilmektedir. Diyalogun finalinde gözlenen naif tablo ise yine dînî kaygılarla oluşturulmuş gözükmektedir.

Türklerin Anadolu’da bulunma nedeni olarak ortaya koyulan gazâ ve fetih gelenekleriyle ilgili olarak, sözlü kültürden yazıya aktarılmış diğer bir eser olan Saltuknâme, gazâya gitmeme durumunun, toplumsal anlamda ne kadar alçaltıcı bir konum olduğunu Tatar Hanı’nın ağzından verilen bir nasihatla vurgulamaktadır:

Dîn-i İslâm yolına gayret kılıcın ele alup kâfire urun. Ad ve san sakınun kim gazâdan kaçmak aybdur ki avratlarınuz yanında yüzünüz kalmaz. Er olan gayret üzre ölmek gerekdür. Dünyada muhannes [korkak, namert] adla diri olup yürümekden, bir gün evvel ölmek yiğrekdür.

Türkler, Anadolu illerine düzenledikleri akın ya da istilâları yukarıda görüldüğü gibi din üzerinden meşrûlaştırken, muhatapları olan Bizanslı halklar da onları, dinî kimlikleri vasıtasıyla ötekileştirmişlerdir. Ermeni kroniklerinde sıkça geçen Tanrı’nın, günahlarının bir bedeli olarak Ermeniler üzerlerine gönderdiği Türkler imajına geçmeden önce, diğer topluluklar tarafından kullanılan din bazlı tanımlamalara bakalım:

Anonim Gürcü Kroniği, Tiflis’in Türklerce alınması üzerine, Kral David’in gösterdiği çabayı överken Türkleri, İbrahim Peygamber’in oğullarına ilişkin kadîm tartışmayla yâd eder. Kronikçiye göre David, Hıristiyanların uğradığı bu rezalet ortadan kalkıncaya kadar huzur bulmamış ve neticede İsmail’in milletinin küllerini harabelerin içinde bırakmıştır.

Anna Comenna da kaleme aldığı tarihte, Türklerle ilgili olarak aynı referansı kullanır: Anna’ya göre Batıdan Latin orduları gelmeden önce Bizans ülkesindeki, çekirge sürülerinin ekinleri esirgeyen ama bağları kemirerek yok eden saldırısı, zamanın falcılarının söylediği gibi Haçlıların, Hıristiyanlara değil ama İsmailoğullarına çok büyük zarar vereceklerinin bir alâmetiydi . Anna, bir başka yerde Haçlıların Türklere yenilgisini anlatırken yine aynı ötekileştiren dînî referansı kullanmayı uygun bulur: İsmailoğullarının kılıcına kurban giden Kelt ve Normanlar.

Anna Comenna’nın, Türkleri ötekileştirirken kullandığı yukarıdaki tanımlamaya koşut ve onu tamamlayan bir başka din referanslı ifadesi vardır ki doğrudan İsmail Peygamber’in annesi Hacer’e gönderme yapar. Agar [Hacer]’ın soyu Türkler biçiminde kullanılan bu ifade, Anna’nın kroniğinde oldukça sık geçmektedir.

Gürcüler ve Rumlar dışında, Türklerin Anadolu istilâları karşısında Ermenilerin ortaya koydukları yaklaşımlara bakarsak, yukarıda belirtildiği gibi, onların değerlendirmelerinin merkezinde, müstahak oldukları bir tür ilâhi cezanın yer aldığını görürüz. Türklerin istilâlar döneminde en fazla karşı karşıya kaldıkları topluluk olan Ermeniler, başlarına gelen felaketle ilgili olarak önce kendilerini suçlamaktadırlar.

Urfalı Mateos kroniğinde yer aldığı üzere, Vaspurakan eyaletine düzenlenen ilk Türk istilâsında yaşananlar Kral Senekerim’in kulağına ulaştığında, kederler içinde uykusuz geceler geçirir ve durmadan nebîlerin yazı ve sözlerini tetkik etmekle uğraşır. O, Türk askerlerinin ilerleyeceklerine dâir işaretler tespit ettiği bu kitaplarda, Ermenilerin istikbâllerine ilişkin bilgiler de bulmuştur. Buna göre, Ermeni din adamları Tanrı’dan ziyade parayı seveceklerdi. Neticede Tanrı, lâyık olmadıkları halde âyin icra eden rûhanîler nedeniyle diğer yarattıklarına da öfkelenecekti. Mateos bu bahisten devamla şu kanıya varır: İşte onun bütün dedikleri Kam [Ham]’ın oğulları olan Türk milletinin eliyle birer birer husûle gelmiştir.

Görüldüğü gibi Mateos, başlarına gelen felaketin aktörlerini tanımlarken, yine –ancak daha kadîm– bir yol ayrımı ve ötekileştirme referansı olan Nuh Peygamber’in oğullarını; Türklerin atası olarak takdîm edilen oğlu Hâm’ı anmaktadır.

Türkler ile Anadolu sekenesi arasında, istilâ ve fetih sürecinde söz konusu olan ilişkilerin din ve/veya gelenek referanslı yansımalarının diğer bir ayağını, din değiştirme ve sünnet edilme bahisleri oluşturmaktadır. Bu bağlamda kaynaklarda dönemin zihniyetine ışık tutan, etkileyici kayıtlar bulunmaktadır.

Süleyman Şah tarafından ele geçirilen Antakya’nın Ermeni asıllı yöneticisi Philaretos’la ilgili olarak Kilikyalı Simbat’ın neden dinsiz Philaretos ifadesini kullandığının olası izlerini, enteresan bir şekilde Anna Comenna’nın tarihinde buluyoruz. Smbat Sparabet, Philaretos’u, dünya fatihi Melikşah’a Hıristiyanlar için bağışlanma dilemek için gitmesine karşın –aynı cümlede– âdeta bir lakap gibi dinsiz sıfatıyla anmaktadır. Anna Comenna ise onun tartışmalı kimliğiyle ilgili olarak şunları aktarmaktadır: Philaretos, Romanos Diogenos’un kötü sonu üzerine ona duyduğu vefayla ayaklanarak Antakya yönetimine el koymuştur. Anna’ya göre Ermeni asıllı yönetici bir süre sonra Türklerden yana geçmeye ve onlardaki âdet üzere sünnet olmaya niyetlenir. Tarihçi, takip eden satırlarda Antakya’yı kuşatması için Süleyman Şah’ı kışkırtanın Philaretos olduğu bilgisini, onun bu dînî tercihi çerçevesinde aktararak meşrûlaştırmaya çalışıyor gibidir.

Abu’l-Farac’ın aktardığı bir başka ihtidâ ve sünnet olayı vardır ki yukarıdaki örnekten oldukça farklı gelişmiştir: Türk istilâları döneminde bir Ermeni asilzâdesi, bulunduğu kaleden daha güçlü bir kaleye gider ve 200 kişiyle buraya yerleşir. Ancak, Şirvan Şah isimli bir Türk emîri kaleyi kuşatır. Zor durumda kalan Ermeniler, korkudan Müslüman olmak için Sultanın yanına gitmekte oldukları bahanesini ortaya atarlar. Bunun üzerine onlar Türklerce, izzet ü ikrâm içinde Sultana götürülür ve istemedikleri halde hepsi Müslüman olup sünnet edilirler. Tarihçi bu zoraki ihtidâ ve sünnetin âkıbetiyle ilgili de bizleri aydınlatmaktadır: Söz konusu zoraki Müslümanlar, zaman içinde İç Ermenistan’a kaçacak ve orada tekrar Hıristiyanlığa döneceklerdir.

Günümüzde Tokat ilinin bir ilçesi durumundaki Gümenek halkına ilişkin Dânişmendnâme’de yer alan bir başka zoraki ihtida öyküsü bir hayli trajikomik gözükmektedir. Bütün şeffaflığıyla sergilenmesinde bir beis duyulmadığı anlaşılan öyküye göre, Dânişmend Gâzi Gümenek’te iki gün iki gece savaştıktan sonra, halk aman diler. Ancak, Melik Dânişmend aman virmeyup kâfirleri îmana davet edecektir. Bunun üzerine halk, kılıç korkusundan îmana gelüp Müslüman olurlar. Ardından, şehirde bulunan üçyüz altmış kilise yıkılarak yerlerine mescidler binâ edilir; ayrıca, dînî kuralları öğretip uygulamak için kadı ve imam ve hatib nasb edilir.

Fetihlerine devam eden Dânişmend Gâzi, bir süre sonra Gümenek halkının mürted olup şehirde ne kadar imam ve hatib varsa kırdıklarını öğrenir . Dânişmendnâme, Gümenek halkının Hıristiyanlığa geri dönme süreçlerini –ya da sebeplerini– de okurla paylaşmakta bir sakınca görmez: Gümenk’e hâkim tâyin olunan Hasan ibn-i Eyyûb, gazâya gidince yerine kardeşi Halil’i bırakmıştı. Gayet dindar, sâlih ve âlim olan Halil, halka zorla beş vakti kıldırıp mescide gitmeyenlere kötü davranmaktadır. İçki içen gençleri ise kamçılatıyordur.

Gümenek halkı bu halde yaşarlarken, Bizanslı bir komutanının sayısız askerle oraya geldiğini öğrenirler ve toplanıp şöyle bir karar alırlar: Biz hamr içmeğe hasret olduk, her gün biş nevbet mescide varuruz, aciz olduk; bu şehri girü kâfirlere virelüm. Böylelikle şehri tekrar Bizanslılara iade edip, kendi kültürleri uyarınca yaşadıkları, eski mutlu günlerine geri dönerler.

İncelemiş olduğumuz Anadolu’nun Türkler tarafından istilâ ve fetih süreci içinde, Hıristiyan Bizanslıların, Müslüman Türkler gibi kendi dinlerini kabul ettirme yolunda çaba gösterdiğine dâir önemli bir kayıda rastladık. Ancak söz konusu Bizans örneği, çok daha politik ve stratejik bir hidayete erdirme çabası biçiminde gözükmektedir:

Anna Comenna’nın verdiği bilgiye göre, Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş’un güçlenmesi üzerine, elçisi Siyavuş’u Bizans İmparatoruna göndererek evlilik yoluyla ittifak önerir. O bu teklifle, Türkleri kıyı bölgelerinden çekeceğini, alınan hisarları geri vereceğini, ayrıca kendisine de güçlü bir destek olacağını vaat etmektedir.

İstanbul’daki sarayda Sultan’ın mektuplarını okuyan elçiye imparator, hangi memleketin yerlisi ve ana-babasının nasıl insanlar olduğunu sorar. Annesinin Gürcü babasının ise Türk olduğunu öğrenenince, elçinin kutsal vaftizden geçmesi için elinden geleni ardına koymaz. Neticede Siyavuş da buna razı olur ve vaftizin ardından imparatorun maiyetinde yaşayacağına dâir söz verir. Ancak, imparator ona, elindeki Sultan mühürlü mektubu –evlilik ittifakı akdedilmiş gibi– kıyı bölgelerindeki beylere ve kale komutanlarına gösterip buraları geri alana kadar vaftiz işini ertelemesini teklif eder. Anna’ya göre, bu teklifi can atarak kabul eden Melikşah’ın elçisi, tek tek limanları ve kaleleri dolaşıp Sultanın mektubunu göstererek hileyle buraları Bizans’a kazandırır. Görevi bitince de başkente –Anna’nın tanımlamasıyla Kentlerin Kraliçesine– döner ve törenle vaftiz olur. İmparator tarafından hediyelere boğulan elçi Siyavuş bir daha Türklerin Sarayına dönmeyecektir.

Yukarıdaki örneklerden de izleneceği üzere, Anadolu’nun istilâ ve fetih sürecinde, Bizanslı halklarla Türklerin mecburî karşılaşmalarında tezahür eden kültürel motifler ve dışavurumlar, temelde her iki tarafın yaşamsal mücadeleleri bağlamında gelişmiştir. Anayurtlarını terk etmek durumunda kalıp konar-göçer yaşam tarzını devam ettirebilecekleri coğrafyalar arayan, gazâ motivasyonlu Müslüman Türkmen kitleleri karşısında, Bizans’ın kötü politikalarından bunalmış bir halde kapılarında iyi niyetleri olmayan yabancılarla karşılaşan günahkâr Ermeniler ve Türkler tarafından bir sene içinde mahpus gibi İstanbul’un içine tıkılmış olan Bizans’ın kendisi. Böyle bir arka planda yaşanabilecek kültürel etkileşimler ele aldığımız üzere, her iki taraf için son derece muhafazakâr ve ötekileştiren bir karakter taşımıştır.

Mevcut kaynaklar, Malazgirt sonrasında, Türkmen iskânlarına dönüştüğü bilinen istilâ ve fetihler çerçevesinde yerli halkla oluşabilecek muhtemel kültürel etkileşimler –ya da çatışmalar– konusunda, Anadolu halkının, Bizans’ın kötü yönetimi ve mezhep baskıları karşısında, Türk beylerine direnç göstermedikleri klasik bağlamı dışında, tarafımıza klavuzluk edememektedir. Dolayısıyla, Anadolu coğrafyasına, Onbirinci Yüzyıldan başlayarak Onikinci ve Onüçüncü yüzyıllarda devam eden üç buçuk asırlık Türk göçleri sürecinin birinci ayağını oluşturan ilk istilâlar ve fetihler dönemiyle ilgili olarak, görüldüğü üzere, ayrı ayrı kültürlerden ve bir tür çatışma kültürü ile bunun tezahürlerinden söz edebiliyoruz.

Bununla birlikte, bir sonraki yüzyılla ilgili olsa da son tahlilde, yukarıda atıfta bulunduğumuz Kilikyalı Ermeni devlet adamı ve komutan Hetum’un Anadolu Selçuklu Devleti’nin sosyo-kültürel temellerine atıfta bulunan bilgilerini de vermek isteriz.

Bir Onüçüncü Yüzyıl tarihçisi olan Hetum, Anadolu’da Onbirinci Yüzyılın son çeyreğinde Süleyman Şah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’ni Türk Ülkesi Krallığı ismiyle anmaktadır. Ona göre bu coğrafya Grek imparatoru idaresindeyken Grek adıyla anılırken, ülke ve içindeki yerleşimler Türkler tarafından ele geçirilir. Sonra Türkler, tüm ülke üzerinde hüküm sürecek bir lord seçerler. Hetum, Türklerin lordunun kendileri arasında sultan biçiminde tesmiye edildiğini belirtir ve kronik okuruna şu açıklamayı getirir: kral anlamına gelmektedir.

Tarihçiye göre bundan sonra ‘Türklerin Ülkesi’ olarak anılan bölge –hemen hemen günümüz coğrafyasına tekabül etmektedir – büyük şehirleri kapsayan sekiz kısımdan oluşmakta olup üzerinde dört çeşit halk yaşamaktadır: Grekler, Ermeniler, Yakubîler ve ülkenin hâkimiyetini Greklerden alan Sarâcen Türkler.

Hetum, Anadolu’da yaşayan bu toplulukları sıraladıktan sonra, ilk ikisinin değil –galiba bunları okur için fazla âşina buluyordu– ama Yakubîler ve Türklerin neyle iştigal ettiklerine dâir bilgiler verme ihtiyacı duymuştur: Tarihçiye göre Yakubîler, ticaret ve ziraat yapan Hıristiyanlardır. Türklerin bazıları ticaret ve ziraat yaparak şehirler ve köylerde otururken, diğerleri yaz ve kış sürü çobanı olarak daima dağlarda ve ovalarda yaşarlar. Ayrıca onlar çok iyi okçudurlar.

Yukarıdaki sosyolojik kategorizasyonda görüldüğü üzere Türk Ülkesi Krallığı üzerinde yaşayan Türkler, oldukça heterojen bir karakter taşımaktadır. Hetum’un tarihinde yer alan –tüccar, çiftçi ve konar-göçerlerden oluşan– Türk toplulukları, Mükrimin Halil Yinanç’ın, asırlar içinde Anadolu’ya yerleşen Türklere ilişkin olarak verdiği bilgileri büyük ölçüde destekler niteliktedir.

Yinanç’a göre, Malazgirt Savaşı’ndan itibaren doğudan gelip Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türkler ve onları izleyen diğer Türk boyları , yaşam biçimleri anlamında çeşitlilik göstermektedir. Yeni açılan Anadolu kıt’asına, hayvancılıkla meşgul olan konar-göçerler dışında, ziraat yapan yarı-göçebeler ve Maveraünnehir’de yaşayan şehirli ve köylü Türkler de gelmiştir.

Tarihçinin verdiği uğraşı alanları içinde yer almayan, ancak Hetum’un eserinde zikrettiği Türk tüccarlarına ilişkin olarak, Anonim Gürcü Kroniğinde önemli bir kayıtla karşılaşıyoruz. Melikşahın oğlu Sultan Berkyaruk’un ölümünden sonraki bir dönemle ilgili olan bu bilgiye göre, Dmanis ve Tiflis’ten geldikleri belirtilen Türk tüccarlar, Kral David döneminde Gürcistan topraklarının belirtilmeyen bir noktasında soyguna uğratılırlar. Söz konusu tüccarlar, kronikte ismi belirtilmeyen Türk Sultanına şikayette bulununca, Sultan, Arap krallarını, Artuk’un oğlunu ve tüm Mezopotamya emirlerini toplayarak David’in üzerine gönderir. Kronikte yer alan kayıt, ticaretin Türklerin yaşam biçimlerinde taşıdığı öneme dikkat çekmektedir: O kadar ki Türk tüccarların uğratıldıkları zarar üzerine Sultan, muhatap ülkenin cezalandırılmasına karar vererek ordularını oraya gönderilmiştir.

Görüldüğü üzere, çalışmamızın sonunda, istilâlardan iki yüzyıl sonra yaşamış bir tarihçi olan Hetum’un kroniğinden bir önceki yüzyıl Türk Ülkesi olarak tescillenen Anadolu’ya ilişkin olarak aktardığımız bilgiler, incelediğimiz resmin bütününü algılamamızda son derece önemli ögeler içermektedir. Türkmenlerin, Anadolu serencâmına kültür tarihi açısından eğildiğimiz bu çalışmada, onun kroniği aracılığıyla edindiklerimiz ışığında geriye doğru anlamlı projeksiyonlar yapılabileceği umulmaktadır.

Bununla birlikte bütünsel anlamda bakıldığında, bu çalışma –daha önce de kısmen belirtildiği gibi– döneme çağdaş kaynakların rehberliğinde, kendilerine yeni yurtlar arayan gazâ ve cihad motivasyonlu savaşçı Türkler ile kapısında beklenmeyen misafirlerle karşılaşmış Anadolu’nun yerli halkı arasında vukû bulan çatışmaların siyasî tarih kayıtları arasına sıkışmış kültürel tezahürleri üzerine bina edilmeye çalışılmıştır.




Kaynakça


Patmut’iwn Aristakisi Lastivertc’woy, Erevan, 1963; http://rbedrosian.com/alint.htm

Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004.

Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, Türkçesi: Yıldız Moran, e Yayınları, İstanbul 1994.

Abu’l-Farac Tarihi, Ömer Riza Doğrul, TTK Yayınları, Ankara 1999.

İbnü’l-Adîm, Seçmeler, Çeviri: Ali Sevim, TTK Yayınları, Ankara 1989.

Anna Comenna, Alexiad, İnkılap Kitabevi.

Mehmet Altay Köymen, Tuğrul Bey, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986.

Urfalı Mateos Vekayinâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, Çeviri: Hrant D. Andreasyan, TTK Yayınları, Ankara 2000.

The Chronicle of Smbat Sparapet, Venice 1956; http://rbedrosian.com/cssint.htm

Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, TTK Yayınları, Ankara 2000.

Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri, İstanbul Üniversitesi Yayınları; İstanbul 1944.

Robert Berdosian, The Georgian Chronicle, New York 1991;
http://rbedrosian.com/gc1.htm

İbnü’l-Adîm, Ali Sevim, TTK Yayınları, Ankara 1988.

Âşıkpaşaoğlu, Tevârîh-i Âl-i Osman, Hazırlayan: Çiftçioğlu Nihal Atsız, (Osmanlı Tarihleri içinde) Türkiye Yayınevi, İstanbul 1949.

Azîmî Tarihi, Ali Sevim, TTK Yayınları, Ankara 2006.

Dânişmendnâme, Haz. Necati Demir, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.

Robert Bedrosyan, The Turco-Mongol Invasions and the Lords of Armenia in the 13-14th Centuries; R. Bedrosian's Ph.D. Dissertation, Columbia University, 1979;
http://www.rbedrosian.com/atmi1.htm

Saltuknâme, Şükrü Haluk Akalın, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987.

Bilge Umar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1998

Nejat Kaymaz, “Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun Fethi”, Malazgirt Armağanı (içinde), TTK Yayınları, Ankara 1993.

Hetum, History of the Tartars [The Flower of Histories of the East];
http://rbedrosian.com/hetumint.htm