Ortaya çıkış sebebi
ve gelişmesi Avrupa’nın emperyalizm
ve Hıristiyanlık tarihiyle açıklanabilecek kapitalist düzen, yaklaşık
400 yıldır insanlığın ve dünyanın çanına ot tıkıyor…
Diğer yandan, kapitalist dinamikler öyle ya da böyle hemen tüm kültürler ve aşkın öğretilere
kendisini eklemlemiş durumdadır. Tersinden okursak, hemen tüm kültürler ve kutsal öğretiler,
kapitalizmin ezici gücü karşısında önce şaşkınlıkla, sonra çaresizlikle kendi özgün
kaideleri arasından, kapitalizme atıfta bulunduğunu düşündükleri satırları cımbızla çekip
çıkarttılar. Onları allayıp pullayarak, hayatlarının merkezine yerleştirdiler. İnsanlığa,
kutsala ve evrene aykırılığını görmezden gelerek kendilerine kapitalist
meşruiyetler yarattılar…
Ne diyordu protestan-kapitalist doktrinin burjuva mimarları?
Tanrı’nın yeryüzündeki temsilciliğini feodal Avrupa topraklarının üçte ikisini
elinde bulunduran kilise değil krallar yapmalı. Halkların birliğini sağlayan krallara
zenginlik ve refah yakışır. Onlar, İsa
gelene kadar devam edecek olan “lineer ilerleme” zarfında, şanlarıyla dünyanın
kaynaklarına sahip olmak için gerekeni yapmalıdır. İyi Hıristiyan kral, servet sahibi zengin kraldır.
Bu bağlamda, türedi zengin sınıf burjuva, tüm köksüzlüğü ve vahşiliğiyle güdümündeki krallıklardan, gerek kiliseye ait
taşınmazları ve gerekse yer altı, yerüstü kaynaklarını çekip aldı. Ölçüsüz bir
güç kazandı.
Avrupa’nın feodal dönem sonrası devletleri ve onların kralları,
iktidarlarını borçlu olduğu burjuvaya büyük imtiyazlar tanıdı. Paralı ordular, bankalar, sanayi, devlet
kredileri vs. hepsi burjuva-devlet
ortaklığına hizmet ediyordu.
Her geçen asır biraz daha palazlanan kapitalizm, liberalizmi
de koluna takıp, kitleleri kandıran teoriler geliştirdi. Örneğin, şöyle diyorlardı: bir grup
sermayedarın sınırsız kazanç sağlaması esastır; çünkü nasıl olsa zengin grubun
sağladığı “gelişme ve kalkınma” ülkenin geri kalanına da yansıyacaktır.
Peki öyle mi oldu? Gerçekten, sermayeyi elinde tutanlar,
geri kalan halkın refahına katkıda bulundu mu? Şöyle bir soruyla mukabele
edelim: Eğer öyle olsaydı işçi hareketleri ve sosyalizm ortaya çıkar mıydı?
Hayır!
Demek ki Tanrı’ya bu dünya dışında bir konum belirleyip
yeryüzünün hatta evrenin efendiliğine soyunan Protestan Avrupa devletleri ve
burjuva sermaye sahipleri, Tanrı’nın zengin ve dolayısıyla “iyi” kulluğu
statüsünü ,yalnız kendilerine lâyık görmüşlerdi! Geri kalan kitlelerin
yoksulluğu, yoksunluğu ve mazlumluğunun onların reforme edilmiş Tanrıları
nezdinde pek bir kıymeti harbiyesi yoktu!
Gelelim vicdana… Yani zulme ayak direyen iç sese… Bazılarının iddiasına göre doğuştan Yaratıcı
tarafından insanlara bahşedilmiş haslet… Bana göre ise, hayatiyeti, işlerliği,
kişinin içinde bulunduğu aile, toplum, din, devlet gibi temel kurumların
değerlerine göre biçimlenen digergamlık bilinci…
Dolayısıyla, şartlara göre değişen bir bilinç. Örneğin,
hırsız, yankesici bir ailenin kucağında
açtıysanız gözünüzü; her halde çalıp-çırparak başkasına zulmetmenin
vicdanınızdaki karşılığı en azından nötr olacaktır. Benzer şekilde, diyelim ki
NewYork’ta yaşıyan bir ABD’lisiniz: resmî sayısı 150,000 kadar olduğu söylenen
evsizlerin akşam olunca otobüs duraklarında birbirlerini ısıtmaya çalışan
manzaralarının önünden geçerken dönüp bakmazsınız bile…
İmdi, kapitalist düzende yaşayan insanların vicdanları, yani
digergamlık bilinçleri, kapitalizmin hayatlarına sirâyet etme dozajına göre
değişecektir. Bu noktada, kapitalist
söylemle gelişmemiş, az-gelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerin
fertlerinin taşıdıkları vicdanlar eşyanın tabiatı gereği farklı farklı
olacaktır. Nasıl bir fark? Gelişmemişlikten, gelişmişliğe ters bir eğri
gösteren yani, geliştikçe azalan bir vicdanî duyarlılık…
Eşyanın doğası, dedim; çünkü kapitalistleşmek, “kalkınmak”,
“ilerlemek” demek, şehrin keşmekeşinde canhıraş bir yaşam savaşına karşılık
gelmektedir. Bu hayatta, yalnız ve yalnız kendinizle ilgilenmek zorundasınızdır;
başkalarıyla ilgilenmenin; bırakın başkalarını, öz be öz anne- babanıza zaman
ayırmanızın şartları bile kapitalist süreçlere eklemlenmiştir. Yaşamak için siz,
sürekli çalışıp para kazanmak zorunda olduğunuz için; anne-babanıza bakma işini
dahi satın almak durumundasınızdır. Tıpkı çocuklarınızın bakımını satın
aldığınız gibi…
Kapitalist hayatta hiçbir şey üretmez ama her şeyi dolaylı
yaşarsınız. Sadece, satın alır ve tüketirsiniz: ekmeğiniz, eviniz, sağlığınız
hatta hatta geleceğiniz... Pek çok değer
şeyleşmiş, metalaşmıştır. Nefes alıp vermeniz bile bu sefil kapitalist yaşam
biçimine göbeğinden bağlanmıştır.
Yalnızca insan değil, canlı cansız tüm varoluşun, kapitalist
elitlere kölelik etmek üzere kurgulandığı;
düzene isyanın hayat-memat meselesine dönüştürüldüğü bu adaletsiz düzende, digergamlık
sergileyebilmek; insanın insan olma hâlini, yani vicdanını her dâim canlı kılmaya
çalışmak, çağın en büyük cihadı olmalı!
2 yorum:
Merhaba,
Belirttiğiniz gibi gerçekten de kapitalizm ekonomik bir sistemden fazla bir şeydir. Sadece bir dünya görüşü değil, ne yazık ki artık o küresel bir güç aynı zamanda. Bana kalırsa ona karşı direnişin yolu, küresel bir sistem haline gelen kapitalizmin dışında bir sistem-dışı unsur olarak yer alabilmekten geçiyor. Sistem dışı bir unsur haline gelebilmenin yolu örneğin İslam'ın etkisine açık olan bir çağcıl düşünce sisteminin oluşturulması ve bu düşünce sisteminin elde edeceği esneklik dolayısıyla çok yönlü kılgıya kavuşturulmasıyla mümkün gibi görünüyor bana.
Hakkı ÇELİK
Bir kavim (insan)içindekini değiştirmedikçe, şeytanın fısıltısı galip gelecektir. Allah, dağına göre kar verir.
Yorum Gönder