25 Ocak 2012 Çarşamba

GDO'nun kanıtlanmış 12 ayrı zararı

İngiliz ve Kanadalı bilim adamları, Microbial Ecology in Health and Disease isimli bilimsel dergide yayınladıkları makalede, GDO’lu gıda ve yemlerin kanıtlanmış zararlarını ortaya koydular. Makaleye göre GDO’ların bilimsel deneylerle kanıtlanmış 12 zararı şunlar:
 
ERKEN ÖLÜM

1. 2005 ve 2006 yılları arasında, Rusya Bilimler Akademisi’nden bilim adamları Genetiği Değiştirilmiş (GD) soya ile fareleri beslediler. Bu fareler, aşırı derecede küçük yavrular doğurdu. Yavruların yarısından fazlası 3 hafta içinde öldü. Sonuçlar bilimsel dergi ve konferanslar olmak üzere yedi ayrı yerde yayımlandı.

ALERJİ

2. 2004 ve 2005 yılları arasında, Hindistan'ın Madya Pradeş bölgesinde GDO’lu pamuğa mâruz kalan yüzlerce tarım işçisi ve pamuk üreticisi, Madya Pradeş, Hindistan, pamuk işleyicileri ciddi alerjik rahatsızlıklar yaşadı. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

GDO'LU ÜRÜN YİYEN KOYUNLAR ÖLDÜ

3. 2005 ve 2006 yılları arasında, Hindistan'ın Andra Pradeş şehrindeki Warangal bölgesinde, dört ayrı köyde GDO’lu pamuk hasat artıklarını yiyen binlerce koyun öldü. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

AKCİĞERDE İLTİHAP

4. 2005 yılında, Canberra, Avustralya’daki Commonwealth Scientific and Industrial Research Organization‘daki bilim adamları, normalde zararsız bir protein içeren bir transgenik fasulyeyi farelerde test ettiler. GDO’lu fasulye, farelerin akciğerlerinde iltihaplanmaya neden olmuş ve fasulyenin içine dahil edilen yabancı proteinin, diğer besinlerdeki proteinlere karşı da hassasiyeti kışkırttığı ortaya çıktı. Deney sonuçları 2005 ve 2006’da iki ayrı bilimsel dergide yayımlandı.

AKCİĞER VE TESTİSLER DE SORUN

2005 yılında, Canberra,  Avustralya’daki Commonwealth Scientific and Industrial Research Organization‘daki bilim adamları, normalde zararsız bir protein içeren bir transgenik fasulyeyi farelerde test ettiler. GDO’lu fasulye, farelerin akciğerlerinde  iltihaplanmaya neden olmuş ve fasulyenin içine dahil edilen yabancı proteinin, diğer besinlerdeki  proteinlere karşı da hassasiyeti kışkırttığı ortaya çıktı. Deney sonuçları 2005 ve 2006’da iki ayrı bilimsel dergide yayımlandı.

AKCİĞER, PANKREAS VE TESTİSLER DE SORUN
5. İtalya’daki Urbino, Perugia ve Pavia Üniversitelerindeki bilim adamları, 2002'den 2005'e kadar yayınladıkları raporlarda GDO’lu soyalarla beslenen genç farelerin pankreas, akciğer ve testis hücrelerinin etkilendiğini ortaya koydular. Sonuçlar dört ayrı bilimsel dergide yayımlandı.

5 KÖYLÜ ÖLDÜ BİRÇOĞU DA HASTA

6. 2003 yılında, Filipinlerin güneyindeki köylüler, Monsanto'nun GDO’lu ve hibrit mısırları çiçeklenmesiyle, gizemli hastalıklara yakalandılar. Köylülerin kanlarında bu ürüne karşı koyan antikorlar tespit edildi. Nedeni belirsiz en az beş ölüm vakası yaşandı. Bazılarının hastalıkları hâlen devam etmektedir. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

BÖBREK VE KANDA ANOMALLİKLER

7. 2004 yılında Monsanto'nun gizli araştırma dosyası, GDO’lu mısırlarla beslenen sıçanlarda ciddi böbrek ve kan anormallikleri olduğunu gösterdi. Ayrıntılı bilgiler www.gmwatch.org adresinde yayımlandı.

İNEKLER ÖLDÜ

8. 2001 ve 2002 yılları arasında, Almanya’nın Hesse bölgesinde GDO’lu mısır yedirilen bir düzine inek öldü. Ayrıca ineklerde pek çok hastalığa sebep oldu ve hasta hayvanlar kesilerek telef edildi. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2004’te yayımlandı.

ORGAN YETMEZLİĞİ GÖRÜLDÜ

9. 1998 yılında, İskoçya’da Arpad Pusztai ve arkadaşları GDO’lu patatesle beslenen farelerin tüm organ sistemlerinde hasar meydana geldiğini tespit ettiler. Sonuçlar 2003 yılında İskoçya’da, uluslararası bilimsel bir dergide yayımlandı.

BARSAKLARDA SORUN
10. Aynı sene (1998) Mısır’daki bilim adamları benzer etkileri GDO’lu patatesle beslenen farelerin barsaklarında da buldular. Sonuçlar 1998’de Nat Toxins isimli bilimsel dergide yayımlandı.

MİDELERDE DELİK

11. ABD Gıda ve İlaç Kurumu’nun (FDA) 1990'ların başına tarihlendirilen verilerinde, GDO’lu domatesle beslenen farelerin midelerinde küçük delikler açıldığını ortaya koymaktadır.

TAVUKLARI ÖLDÜRDÜ

12. 2002 yılında, Aventis firması’nın (daha sonra Bayer CropScience) İngiliz karar mercilerine gönderdiği veriler, GDO’lu mısırla beslenen tavukların ölme ihtimalinin diğerlerine göre iki kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Bilgiler, Science and Society isimli dergide 2004’te yayımlandı.

HES’lerin Dağların ve Derelerin Çocuklarına Yaptıkları...



Düşünün, Doğu Karadeniz’de içerisinden dere akan bir dağ köyünde dünyaya gelmişsiniz. Kulaklarınız, daha çevredeki sesleri fark etmeye başladığında, gürül gürül akan derenin ve rüzgârla uğuldayan ormanın sesiyle tanışmış... Bu tanışma yıllar geçtikçe bir tür kanıksamaya dönüşmüştür...  Sanki o sesler olmadığında sağırlaşacaksınızdır... Gözleriniz kezâ, dağların ve derenin o muhteşem görüntüsüne açılmıştır. Onların varlığı olmadan kendi varlığınızı tarif edemezsiniz. 

Böyle bir köyde hayat akarken, siz dağa dereye; dağ dere de size akar… Onlarla sahici bir ilişki kurar, hemhâl olursunuz. Çevrenizi saran dağlardan, kışlık odununuzu, ineğinizin yiyeceği taze yaprakları, altına sereceğiniz kuru yaprakları edinirsiniz. Yolunu, pınarını, her bir köşesini elinizle koymuşçasına bilirsiniz. Ağaçların bebekliği, çocukluğu, gençliği ve hatta yaşlılığı zihninizde yer edinmiştir. Bazı ağaçlar sizin için bir başka özeldir... Altında oturup sohbet ettiğiniz, gülüp ağladığınız ağaçlardır onlar. Tırmanıp daldan dala ta zirvesine kadar çıkıp köyü kuş bakışı seyrettiğiniz ya da dalındaki kuş yuvasını gözlediğiniz... Dalından astığınız ipe kurduğunuz salıncakla tarifi imkânsız bir sevinç ve heyecanla sallandığınız… Veyahut gövdesinden sallanan çam sakızlarını büyük bir hevesle topladığınız ağaçlar…

Sonra hayvanlar, dağ hayvanları: Ayılar, domuzlar, çakallar, tilkiler, kurtlar, kuşlar, böcekler ve daha niceleri… Geyikler mesela, akşamüstleri karşınızdaki dağa sülalece gelip, âheste âheste otlayan geyikler görmüşsünüzdür… Akşam ezanı eşliğinde hep bir ağızdan avaz avaz bağıran çakal seslerini duymuşsunuzdur.  Ya da alacakaranlıkta göz göze geldiğinizde aniden uzaklaşan  muhteşem güzellikte çakallar… Annenizden, babanızdan, çevrenizden dinlediğiniz, dağdan inip ekinlere musallat olan domuz, ayı, çakal öyküleriyle büyümüşsünüzdür... Kısacası diyeceğim o ki dağlar,  eteklerinde hayat süren insanlar için bambaşka anlamlar yüklenmiştir... İnsanlar onların varlıklarına nispetle var olur, yaşarlar…

Dağ köyünün deresi bir başka fenomen, bir başka gerçekliktir. Evvela onun gürüldeyen sesi köyün kimliğini seslendirir: “Ben buradayım, bu köy de bendedir, benden akar tüm bu köyün hayatı!” der, âdeta. Köyün bir ferdi olarak, derenin üstündeki taş ya da tahta köprülerle onunla yakınlık kurarsınız. Köprünün tam ortasına gelip uzun uzun seyrettiğiniz olur mesela… Köpürdeyip sıçrayan tertemiz sularına hayranlıkla bakarsınız; koca koca taşları taşırken arada bir çıkarttığı tok seslere kulak verirsiniz… Yakınındayken yanınızdaki insanla birkaç ton daha yüksekten konuşmak durumundasınızdır. Aksi taktirde onun sesi ikinizin sesini de bastırır… Ona severek baktıkça, tertemiz sularında yıkanıp temizlenmiş gibi hissedersiniz kendinizi…

Yazları köyün çocukları bin bir çabayla derenin suları arasındaki büyük bir taşın altındaki küçük taşları oradan oraya taşıyıp kendilerine küçük havuzlar yaparlar. Alçaktan uçan uzun kuyruklu gri-beyaz dere kuşları eşliğinde  ilk yüzme, deneyimleri buralarda gerçekleştirilir. Ustalaşmış olanlar, büyük taşın üstüne çıkıp oradan suya atlarlar. Derede yüzmek büyük ustalık ister; ancak onun serin ve tatlı sularına dalabilmek bir başka güzeldir.  Diğer yandan, “dereye balığa gitme” de gençler için bir vazgeçilmez faaliyettir. Fındık ağacından hazırlanan oltalarla gençler, bazen evin yakınlarında bazen de dere boyunca balığa giderler. Tutulan alabalıklar “v”şeklindeki bir ağaç dalına dizilir. Akşamları ellerindeki balıklarla evlerinin yolunu tutarlar. Evde anne, abla ya da kardeş balıkları temizleyip tereyağında mis gibi kızartınca, olağanüstü bir ziyafet çekilir.

Derenin içindeki kumlar ve taşlar evdeki hayatın içine kadar taşınmıştır. Köyün evleri inşa edilirken dere kumu ve taşı kullanılır. Dereden insan eliyle çıkartılan malzeme inşaat alanına kadar taşınır. Eskiden imece usulüyle sırtta taşınırmış; ya da dereden inşaat alanına kadar insanlar ip gibi sıralanıp imece usulü, kum torbaları ve taşları elden ele verirlermiş… Sonraları teleferikler çıkmış, teleferik aracılığıyla taşınmış tüm bunlar evlerimize…

Çok daha eskiden, kara yollarının olmadığı yıllarda bir de “dereciler” varmış… Derecilik yapan adamların işi, kesilip dereye atılan büyük ağaç kütüklerini ellerindeki demir kancalı, uzun ve güçlü sopalarla yönlendirip dere boyunca sürmekmiş. Hayli zor olan bu işi yapan kişilerin köydeki sosyal konumları, şöhretleri büyükmüş. Anlaşılan günümüzde pilotlar nasıl gökyüzünün kahramanlarıysa, eskiden de dereciler derelerin kahramanlarıymış…

Dağlar gibi dereler de ait olduğu köylerin insanları için son derece yaşamsal anlamlar içeren yerler, varlıklardır. Onların bu insanların hayatlarında olmaması ya da gerçekliklerinin zedelenmesi, bir tür yaşamsal yoksunluk gibidir.

Doğu Karadeniz’deki bir köyün el değmemiş yaşamındaki dağların ve derelerin yerini böylece özetledikten sonra, günümüze uzanıp karşımızdaki manzaraya bakalım. Ben, son derece fecî bulduğum günümüz manzarasını kendi gözlemlerimle tasvir etmek istiyorum.

Üç sene öncesinde köyüme gittiğimde sahne sahne gördüklerimin sıkı bir trajediyi çağrıştırdığını söylemeliyim. İlçemiz Çayeli’den köyümüz Kaptanpaşa/Senoz yoluna girdiğimizde akşamın karanlığı düşmüştü. Yanımızdan akıp giden Büyük Dere’yi göremiyordum ama bir tuhaflık vardı…  Dere’nin sesi duyulmayacak kadar azdı… Devam edip evimize varıp da ertesi sabah olunca her zamanki gibi ilk işim evimizin dereye bakan arka bahçesine geçmek oldu. Yaklaşık 200-300 metre aşağımızdan akan dereye özlemle baktım… ve… öylece kalakaldım!... Dere benim derem değildi sanki!… Suları bir dere değil de cılız bir "yirmak" (bizim orada  dereye karışan küçük akarsulara "yirmak" denir) gibi akıyordu. Kulaklarımda uğuldayan sesinden eser bile yoktu!... Eve girip anneme derenin bu acıklı halinin sebebini sordum. Dedi ki: “kızım yukarılarda baraj yapılıyor, onun için sularını tutuyorlar derenin… ” Şok olmuştum!...

Dere kenarına indim. Baktım sahiden de deremiz artık Büyük Dere değil, "Küçük Yirmak" olmuştu! Üstelik içindeki o güzelim koca koca taşlar da yok olmuş. Çoğu yeri ciddî bir biçimde göle dönüştürülmüş… Öğrendim ki taşlar çıkarılıp taş ocağında parçalanıyor sonra da yeni yapılan sahil yolunda kullanılıyormuş. Daha fenası, dere boyunca bazı tabelalar gördüm: Anladım ki devletimiz, deremizin kumunu özelleştirmiş! Birileri gelmiş orada şantiyemsi yerler kurmuş ve derenin kumunu yerinden söküp söküp satıyor!... İnanamadım gördüklerime! Nasıl olurdu? Nasıl yaparlardı bunu bize?...


Ertesi gün evdekileri toplayıp dere boyunca yaylalara doğru yola çıktık. Mutsuz mutsuz akan güzel deremizle birlikte kara yolundan dağlardan dağlara aşıyorduk. Epeyce çıktıktan sonra bir baktım ki sağımda solumdaki dağların bağırları delinmiş! Koca koca, vahşî vahşî beton tüneller, dağlarımızın bağrından girmiş sırtından çıkmış! Yapılmak istenilen, çatallaşan derenin dağın bu yanındaki kolunu diğer yanında kalan koluyla birleştirerek yapılacak HES’in barajı için daha fazla su toplayabilmekti. Manzara korkunçtu! Ürküntü veriyordu insana! O güzelim, pırıl pırıl dağlar hem delik deşik olmuş; hem de tüm hafriyat dereye-bayıra yıkılmış, yığılmıştı!... Dağların ve derenin bir zamanlar içlerinde barındırdıkları hayatlar tecavüze uğramıştı. Rahatı huzuru bırakılmamıştı dağların, derenin… Ağlamak istedim…


Peki ama neden karşı çıkamamıştık? Neden Fırtına Deresi’nin sâkinleri gibi engelleyememiştik daha baştan?  Bir taraftan sürekli olarak açılan ve iptal edilen davalar… Diğer taraftan belki daha da önemlisi, köyün modern hayat şartları nedeniyle son yirmi sene içinde adım adım söndürülen hayatı; geçim yollarının bitmesi ve hızla verilen göçler… Esas sorunun bu son zikredilen göç meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet, sade bizim dere değil, tüm Karadeniz dereleri sâkinlerini göçe kurban verdi. Gözden uzak olunca, gönülden de uzak olunurmuş… Nitekim Fırtına Deresi dışında hemen tüm Karadeniz dereleri HES’e teslim oldular. Galiba Fırtına’nın galip gelmesindeki iki büyük etken, Hemşinli bölge insanlarının bizim insanlarımıza göre biraz daha eğitimli dolayısıyla HES’lere karşı bilinçli olmaları ve Kaçkarların eteğindeki cennet mekân Ayder’in turistik varlığıdır. Ayder, yayla turizmi ve dağcılık, yaşayan varlıklarıyla  Fırtına Deresi’nde HES’e karşı direnmede ve devleti iknada önemli argümanlar olmuş olabilir… Diğer yandan Fırtına Deresi vadisinin milli park ilân edilmiş olması da çok önemli bir direnç noktasıdır.

Doğaya karşı özel bir hassasiyeti olan insanlar dışındaki büyük kitle için  HES’lerin inşâsı muhtemelen, birer enerji makinesi oluşturmaktan öte bir anlam taşımıyor… Dolayısıyla onlar, “çağımız enerji çağı” mottosuna sığınıp, verdikçe veriştiriyorlardır HES karşıtlarına… Çağın enerji çağı olduğu kesin; ancak enerji tüketiminin bir gelişmişlik ölçütü olarak görülüp teşvik edilmesinin hayatı, dünyayı ve insanlığı ne denli yaralamakta olduğu da başka bir kesinlik olarak karşımızda duruyor.

Yapılacak şey, deremizin ve dolayısıyla dağlarımızın üstündeki yıkıcı ellerin çekilmesini sağlayıp, eski huzura kavuşmanın mücadelesini vermektir. İnanıyorum ki tüm bu doğaya aykırı faaliyetler bugün durdurulursa, dağlar ve dereler küskünlüklerini üzerlerinden atıp kendilerini toparlamaya çalışacaklardır. Bizler, ait olduğumuz toprakların böylesine bir tacize uğramasına seyirci kalmamalıyız. Modern-kapitalist şehir hayatının esasında insanlığın en büyük düşmanı olduğunu anladığımız gün geri dönmek isteyeceğimiz topraklarımızı bıraktığımız gibi bulmak, eminim hepimizinin dileğidir.

21 Ocak 2012 Cumartesi

SORU ŞU: İÇİNDE NE VAR?


Saldırı Altında Bilim Adamları Belgeseli


Saldırı Altındaki Bilim adamları - Paranın Manyetik Alanında Genetik Mühendisliği Belgeseli

17 Nisan 2011 Pazar  Muhabir: Ethan A. Huff (NaturalNews)

Çeviri: E.S. Özcan

Yeni bir belgeselle, GDO ile ilgili gerçeği açığa çıkaran bilim adamlarına karşı, biyoteknoloji şirketleri tarafından finanse edilen savaş inceleniyor.

Biyoteknoloji endüstrisi, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO); güvenli, dünyanın gıda sorunlarına pratik bir çözüm olduğunu iddia ederek ortaya koyduğu büyük aldatma maskaralığını saklamak için, bilim topluluğundan birçoğunu susturmak ve hayatını yok etmek durumunda. Çarpıcı yeni belgeselde (Saldırı Altındaki Bilim adamları - Paranın Manyetik Alanında Genetik Mühendisliği), Alman yönetmen Bertram Verhaag, biyoteknoloji endüstrisinin ağır yumruğunun, gerçek ve meşru bilimi ortadan kaldırarak, "bilim"i kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesini ve dolandırıcılık biçiminde tezâhür eden genetik mühendisliğini araştırıyor.

Filmde Verhaag, endüstri içindeki çeşitli sanayi uzmanlarıyla, konuşmakta. Bunların içinde özellikle iki bilim adamının, GDO araştırmları sonucunda hayatları harap olmuştur. Arpad Pusztai ve Ignacio Chapela, akıntıya karşı giderek, GDO hakkında Monsanto severler tarafından dağıtılan "bilim"i sorguladılar ve gerçeği keşfetmek için çalıştılar. Bu süreç içinde, her ikisi de biyoteknoloji endüstrisi tarafından tehdit edildiler ve kariyerleri ellerinden alındı.

"Bilim adamlarına saldırı, biyoteknoloji endüstrisi tarafından çok iyi bir şekilde yapılandırılmış," diyor filmde bir bilim adamı. "Sistematiktir, dünya çapındadır; çok koordineli bir şekilde yapılmaktadır. Esasen bu, yaptıkları işin bir parçasıdır."

Görüşülen bilim adamlarına göre, GDO'larla ilgili yayımlanan araştırmaların yaklaşık yüzde 95’i biyoteknoloji endüstrisi için yapılmış ve onlar tarafından finanse edilmiştir. Bu, konuyla ilgili mevcut araştırmanın sadece yüzde beşinin, dürüst ve tarafsız bir yaklaşım sahibi olması daha muhtemel olan bağımsız araştırma şirketleri tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.

"Sabahları hiç kimse 'genetik bir gıda satınalmaya gitmek istiyorum' diyerek kalkmaz. Bu ürünler, hiçbir yarar, besin, lezzet ve sunmaz; aksine, sadece riskleri barındırır", diyor başka bir uzman. “Onlar (biyoteknoloji şirketleri), insanların bunun bilgisine sahip olmasını ve seçim konusu hâline getirmesini istemezler. Dolayısıyla,  bu sadece bilim hakkında bir hikâye değildir. Aynı zamanda bilgi, demokrasi ve seçme özgürlüğünün de hikâyesidir.”

Filmin resmi web sitesini ziyaret ederek Saldırı Altındaki Bilim adamları - Paranın Manyetik Alanında Genetik Mühendisliği film fragmanını izleyebilirsiniz [İngilizce]:
 http://www.scientistsunderattack.com/

Kaynak: http://www.naturalnews.com/032110_scientists_GMOs.html#ixzz1jI4ODZKK

GDO'lu gıda ve hayvan yemlerinin bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış 12 ayrı zararı



İngiliz ve Kanadalı bilim adamları, Microbial Ecology in Health and Disease isimli bilimsel dergide yayınladıkları makalede, GDO’lu gıda ve yemlerin kanıtlanmış zararlarını ortaya koydular. Makaleye göre GDO’ların bilimsel deneylerle kanıtlanmış 12 zararı şunlar:

1.    2005 ve 2006 yılları arasında, Rusya Bilimler Akademisi’nden bilim adamları Genetiği Değiştirilmiş (GD) soya ile fareleri beslediler. Bu fareler, aşırı derecede küçük yavrular doğurdu. Yavruların yarısından fazlası 3 hafta içinde öldü. Sonuçlar bilimsel dergi ve konferanslar olmak üzere yedi ayrı yerde yayımlandı.

2.    2004 ve 2005 yılları arasında, Hindistan'ın Madya Pradeş bölgesinde GDO’lu pamuğa mâruz  kalan yüzlerce tarım işçisi ve pamuk üreticisi, Madya Pradeş, Hindistan, pamuk işleyicileri ciddi alerjik rahatsızlıklar yaşadı. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

3.    2005 ve 2006 yılları arasında, Hindistan'ın Andra Pradeş şehrindeki Warangal bölgesinde, dört ayrı köyde GDO’lu pamuk hasat artıklarını yiyen binlerce koyun öldü. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

4.    2005 yılında, Canberra,  Avustralya’daki Commonwealth Scientific and Industrial Research Organization‘daki bilim adamları, normalde zararsız bir protein içeren bir transgenik fasulyeyi farelerde test ettiler. GDO’lu fasulye, farelerin akciğerlerinde  iltihaplanmaya neden olmuş ve fasulyenin içine dahil edilen yabancı proteinin, diğer besinlerdeki  proteinlere karşı da hassasiyeti kışkırttığı ortaya çıktı. Deney sonuçları 2005 ve 2006’da iki ayrı bilimsel dergide yayımlandı.

5.    İtalya’daki Urbino, Perugia ve Pavia Üniversitelerindeki bilim adamları, 2002'den 2005'e kadar yayınladıkları raporlarda GDO’lu soyalarla beslenen genç farelerin pankreas, akciğer ve testis hücrelerinin etkilendiğini ortaya koydular. Sonuçlar dört ayrı bilimsel dergide yayımlandı.

6.    2003 yılında, Filipinlerin güneyindeki köylüler,  Monsanto'nun GDO’lu ve hibrit mısırları çiçeklenmesiyle, gizemli hastalıklara yakalandılar. Köylülerin kanlarında bu ürüne karşı koyan antikorlar tespit edildi. Nedeni belirsiz en az beş ölüm vakası yaşandı. Bazılarının hastalıkları hâlen devam etmektedir. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2006’da yayımlandı.

7.    2004 yılında Monsanto'nun gizli araştırma dosyası, GDO’lu mısırlarla beslenen sıçanlarda  ciddi böbrek ve kan anormallikleri olduğunu gösterdi. Ayrıntılı bilgiler www.gmwatch.org  adresinde yayımlandı.

8.    2001 ve 2002 yılları arasında, Almanya’nın Hesse bölgesinde GDO’lu mısır yedirilen bir düzine inek öldü. Ayrıca ineklerde pek çok hastalığa sebep oldu ve hasta hayvanlar kesilerek telef edildi. Vaka incelemesi ve sonuçları Science and Society isimli dergide 2004’te yayımlandı.

9.    1998 yılında, İskoçya’da Arpad Pusztai ve arkadaşları GDO’lu patatesle beslenen farelerin tüm organ sistemlerinde hasar meydana geldiğini tespit ettiler. Sonuçlar 2003 yılında İskoçya’da, uluslararası bilimsel bir dergide yayımlandı.

10.    Aynı sene (1998) Mısır’daki bilim adamları benzer etkileri  GDO’lu patatesle beslenen farelerin barsaklarında da buldular. Sonuçlar 1998’de Nat Toxins isimli bilimsel dergide yayımlandı.

11.    ABD Gıda ve İlaç Kurumu’nun (FDA) 1990'ların başına tarihlendirilen verilerinde, GDO’lu domatesle beslenen farelerin midelerinde küçük delikler açıldığını ortaya koymaktadır.

12.    2002 yılında, Aventis firması’nın (daha sonra Bayer CropScience)
İngiliz karar mercilerine gönderdiği veriler,  GDO’lu mısırla beslenen tavukların ölme ihtimalinin diğerlerine göre iki kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Bilgiler, Science and Society isimli dergide 2004’te yayımlandı.

12 Ocak 2012 Perşembe

Türk Halkının GDO'lu Ürünlere Tepkisi (Ropörtaj)


Yard.Doç.Dr.Oğuz Özdemir, Muğla Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Fen Bilgisi Bölümü'nde hocadır. Sayın Özdemir ile GDO'lar üzerine yaptığı çalışmalar bağlamında söyleştik. (Sorular: Emine Sonnur Özcan)


Oğuz Bey, siz, doktoranızı GDO’lu gıdalar üzerine yapmaya karar verdiğinizde Türkiye’de GDO’lu ürünlerin durumu neydi? Örneğin fiili olarak hayatımıza girmiş durumda mıydı GDO?

        2000-2003 yılları arasında “GDO’ların Doğal Çevreye Etkileri ve Avrupa Birliği Açısından Değerlendirilmesi” konusunda doktora tezi yazdım. Söz konusu çalışma,   araştırma bulguları doğrultusunda GDO’ların çok yönlü etkilerini ve biyogüvenliğini konu alan ilk doktora tezi çalışmasıdır.

        O vakit, üzerinde çalışmakta olduğum tezle ilgili Türkiye’de TÜBİTAK başta olmak üzere Üniversite ve çeşitli kurumlardaki ilgili kişilerle ön görüşmeler yaparken, görüştüğüm kişilerin beyanlarından Türkiye’de  bu konunun çalışılması için erken olduğu yönünde genel bir kanatın olduğunu şaşkınlıkla  fark etmiştim. Oysa, GDO’lar uzun süredir Dünya’nın gündemindeydi. 1970’li yıllardan itibaren genetik mühendisliği işlemleriyle “gen aktarımı” işlemleri başlamış, 1985’li yıllardan itibaren tarımsal üretim amaçlı GDO’ların üretimine geçilmişti. Sorunuzun yanıtına dönecek olursak, doktora tezimi yazmaya başladığım 2000’li yılların başında GDO’lar çoktandır Türk toplumunun hayatına fiilen girmiş olmasına karşın, konuyla doğrudan ilgili kurumlar ve kişiler durumun pek farkında değildi.


Peki, günümüzde gördüğünüz “Türkiye ve GDO” fotoğrafını, kısaca tasvir edebilir misiniz?

GDO tartışmalarını,  yeni bir teknolojinin  (gen teknolojisi)’nin hayatımıza girmesinin çok yönlü boyutları olarak değerlendirmek gerekir. Aslında, gen teknolojisi karşısında verilen tepkiler, her yeni teknoloji karşısında verilen tepkilerle büyük ölçüde benzerlik taşıyor. Çok uluslu tarımsal biyoteknoloji şirketleri ve kimi araştırmacılar, bu teknolojiyi gittikçe büyüyen küresel gıda arzı sorununun yegâne çözümü olarak görürken, bilim câmiasının önemli bir bölümü ve toplumsal kamuoyu, insan ve çevre sağlığı üzerine yönelik olası riskler yüzünden GDO’ların yaygılaşmasına endişeyle yaklaşmakta, hatta direnç göstermektedir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken kritik bir nokta var:  Diğer teknolojik uygulamalardan farklı olarak, insanoğlu ilk defa yapısı ve davranışı tam olarak bilinmeyen “gen” dediğimiz biyolojik yapıları değiştirme ve bozma aşamasına geçmiştir. Bu teknolojinin, özellikle uzun vadede insan ve çevre sağlığı üzerine neler getirebileceğini şimdiden öngörebilmemiz mümkün değildir. GDO’ların bu kadar gündeme kalmasını buna bağlamak mümkün.

Konuyu  bütünlüğüyle görebilmek için, GDO’ların “ekolojik”, “sosyo-ekonomik”, “kültürel” ve “etik” yönlerinin her birini ilişkiselliği içinde hesaba katmak gerekir. Konu, kamuoyunda GDO’ların  maalesef insan sağlığına yönelik etkileri sınırlılığında gündeme gelmekle birlikte, aslında doğal yaşamı ve toplumsal hayatı derinden etkileyebilecek potansiyel taşımaktadır. Özellikle, Türkiye gibi zengin biyolojik çeşitliğe bağlı büyük tarımsal potansiyeli olan ülkelerin çok uluslu firmaların tekelinde biçimlenen GDO pazarının tarımsal üretim sistemleri üzerinde yaratacağı tahribat endişe verici boyutlardadır. Ayrıca, GDO’lara dayalı endüstriyel tarımsal üretim biçiminin üretici ile doğa arasındaki uyumu ortadan kaldıracağını öngörmek mümkün.  Canlı varlığın kısa vadeli amaçlar doğrultusunda genetik mühendisliği işlemleriyle bütünlüğünün bozulması önemli bir etik sorundur.


Oğuz Bey, yaptığınız sosyolojik saha araştırmaları sonucunda, Türkiye halkının GDO’ya karşı tutumunu bizimle paylaşır mısınız? Halkımız GDO’dan haberdâr mıdır?

GDO’lar hakkında toplumun bilgisi ve eğilimini belirlemek üzere,  2007-2009 kasım tarihleri TÜBİTAK’ın desteğiyle yürütücülüğümde Türkiye çapında 15 ilde  ilde, 2626 kişi ile yüzyüze görüşme yoluyla toplumsal kamuoyu araştırması gerçekleştirildi.  O yıllarda, GDO’lar bu ölçüde Türkiye’nin gündemine girmemişti ve kamuoyunu etkileyecek boyutta tartışmalar yapılmamıştı. Bizim saha çalışmasının bitiminden hemen sonra, “yönetmelik” tartışmalarıyla GDO’lar Türkiye’nin gündemine oturdu.
Belirlenen örneklem, 0,02  hata payı ile Türkiye genelini temsil edebilecek yeterliliktedir. Bunun yanında, GDO’larla ilgili doğrudan tarafların konuya bakışını ortaya koymak üzere, “özel ilgi alanı” uygulaması kapsamında “kamu yetkilileri” (Tarım, Çevre ve Sağlık Bakanlığı), “gıda zincirinin tarafları (Meslek Odaları, Yetiştiriciler, Biyoteknoloji Sektörü, Uzmanlar, Market Zincirleri)”  ve  “sivil toplum kuruluşları (tüketici ve çevre dernekleri)” gibi kurum ve kuruluşlardaki yönetici, uzman ve üye pozisyonundaki kişilerle görüşülmüştür.
Araştırmada,    tüketicilerin ve özel ilgi alanı taraflarının  GDO’lar hakkındaki bilgi ve eğilimi; I) Genel haberdarlık”, 2) Genel algı, 3) Türkiye’deki durum 4) Tüketim Durumu, 5) Bilgilenme kaynakları, 6) Bilgilenme kaynaklarına güven durumu, 7) Risk algısı, 8) Genetik uygulamalara ve GDO’lara yönelik tutum 9) GDO’ların etkilerine yönelik tutum, 10) Tüketici kabulü başlıkları altında  geniş bir çerçevede incelenmiştir. 
Araştırma sonucunda, Türkiye’de tüketicilerin GDO’ların faklı şekillerde Türkiye’de uzun süredir yaygın şekilde kullanıldığı kanatinde olduğu, bu konuda yeterince bilgilerinin olmadığı, GDO’ları insan ve çevre sağlığı ile sosyo-ekonomik açılardan oldukça riskli buldukları ve kötümser bir tutum içinde oldukları ve tüketmek istemedikleri yönünde sonuçlara ulaşılmıştır. Sonuç olarak, Türk toplumu GDO’lar hakkında yeterli ve doğru bilgiye sahip olmamasına karşın, “sezgisel” olarak, bu tür uygulamaların yeterince denetlenemeyecek ölçüde riskler getireceği “sağduyusu”nu ortaya koymuştur. Bunun yanında,  Türk toplumunun başta  tıbbî amaçlı  GDO’ları destekleyerek gen teknolojisine karşı “seçici” yaklaştığı ve “yenilikçi” olduğu yönünde bulgulara ulaşılmıştır.
Özel ilgi alanı kamuoyu uygulamasından toplanan veriler doğrultusunda, GDO’ların yararları ve riskleri konusunda, özel ilgi alanının bazı tarafları arasında (özellikle biyoteknoloji şirketleri ve sivil toplum kuruluşları arasında) derin görüş ayrılıkları ve tutum farklılıkları bulunduğu belirlenmiştir.  Bu çerçevede ulaştığımız en ilginç bulgulardan biri de, GDO’ların yol açabileceği insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkilerin Sağlık ve Çevre Bakanlığı yetkililerinin gündemine yeterince girmemiş olmasıdır. Bu durum, GDO’ların insan ve çevre sağlığı üzerinde yaratabileceği risklerin anlaşılması ve kontrol edilebilmesi noktasında kamu otoritesinin hazır olmadığının önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.




Hocam, 2009 yılında kurulan Biyogüvenlik Kurulu (BK) öncesi ve sonrasını, GDO açısından özetler misiniz? Kurulun yetkin ve katılımcı olduğunu düşünüyor musunuz?

2009 yılına gelene değin, TÜBİTAK’ın öncülüğünde ilgili kamu kurumları ve bazı sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla Türkiye’nin biyoteknoloji politikalarını geliştirmeye ve GDO’ların güvenli kullanımına yönelik düzenlemeleri oluşturmaya yönelik müzakerelerle belirli birikim sağlanmıştı. Bu süreçte, Türkiye’nin 2000 yılında taraf olduğu “Cartegena Biyogüvenlik Protokolü” nün getirdiği anlayış ve hükümlerle AB’nin ilgili Biyogüvenlik düzenlemeleri uyarınca, Türkiye’nin şartlarına uygun biyogüvenlik çerçevesi oluşturulması yönünde belirli bir aşama kaydedilmişti. Ancak, süreç içinde TÜBİTAK’ın devre dışı kalıp Tarım Bakanlığı’nın yetki ve sorumluluğuna geçmesiyle konunun geniş bir çerçeveden olgunlaştırılması fırsatı kaçırılmış oldu.

2009 yılında Biygüvenlik yönetmeliğinin gündeme gelmesi ve arkasından biyogüvenlik yasasının geçmesiyle bu konudaki belirsizlik, sınırlı ve sorunlu da olsa ortadan kalkmış oldu. Ancak, Cartagane protokolü ve AB’nin ilgili düzenlemelerinin gerektirdiği “şeffaflık” ve “toplumsal denetim” ilkesi büyük ölçüde gözetilmedi. Bu konuda, toplumsal kamuoyu ve sivil toplum kuruluşlarının görüşü dikkate alınmadan, Türkiye’nin ihtiyacını büyük oranda karşılamayan bir yol izlendi ve sorunlu bir sistem getirildi. Oysa, Türkiye’nin taraf olduğu Biyogüvenlik düzenlemelerine göre,  GDO’ların insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkilerini belirlemek üzere yapılacak araştırma sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması ve biyogüvenlik düzenlemelerinin biçimlenmesine kamuoyunun katılımının sağlanması gerekmektedir.

        Burada kaçırılmaması gereken kritik noktalardan biri de, GDO’ların risk analizinin “sınırlı mekân” ve “kısa süreli” çalışmalarla sınırlandırılmasıdır. Oysa, GDO’ların ekolojik risklerinin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi için olabildiğince daha geniş ve farklı ortamlarda ve uzun süreliğine araştırılmaların yapılması gerekmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin biyogüvenlik politikası “ihtiyatlılık” ilkesine dayanmaktadır. Söz konusu ilkeye göre, GDO’ların “zararsızlığı” tam olarak anlaşılıncaya kadar “riskli” kabul edilmekte ve bu doğrultuda sıkı düzenlemeler getirilmektedir.

Anlattığınız durumlar çerçevesinde, BK’nun 17 Kasım 2011 tarihli kararıyla 13 GDO’lu mısır türünün ithalinin onaylanması yönünde devlete görüş bildirmesi ve kapılarımızın bu GDO’lu ürünlere açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

GDO’ların biyogüvenliği, “GDO tohumlarının ekimi”, “GDO gıdaların tüketilmesi” ve “Araştırma amaçlı GDO’ların geliştirilmesi” gibi uygulamaları kapsamaktadır. BK’nun 13 GDO’lu mısır türünün ithalini serbest bırakacak kararı, GDO gıdaların tüketilmesiyle ilgilidir. Ancak, başvurusu yapılan GDO mısırların, risk analizinin nasıl yapıldığı ve hayvan yemi olarak tüketilmesi halinde hayvan ve insan sağlığı üzerinde “risksiz” olduğunun nasıl belirlendiği tartışma götürmektedir. Bu konuda, BK’nun yapmış olduğu açıklamalar kamuoyunu yeterince tatmin etmemekte ve endişeleri ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Böylece,  Biyogüvenlik düzenlemeleri yapılmadan önce gayrı resmi olarak tüketilen GDO’ların artık bu tür yasal düzenlemelerin güvencesi (kisvesi) altında kullanılma imkânı doğmaktadır. Bu durum, önümüzdeki günlerde diğer GDO’lu hayvan yemlerinin ve hatta insanın tükettiği genetiği değiştirilmiş gıdalara da izin verilebileceği endişesini artırmaktadır.





BK’nun iddia ettiği üzere, GDO’lu mısırların hayvanlarımız tarafından tüketilmesinin hayvanlara ve dolayısıyla insanlara zararı yok mudur? Bu anlamda yapılan bağımsız bilimsel araştırmaların sonuçları nelerdir?

GDO’lu hayvan yemlerinin, insan sağlığına zararlı olmadığı düşüncesi ekolojik gerçeklerle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Doğaya karışan maddelerin ekolojik çevrimdeki beslenme ilişkisi içinde  bütün canlı ve cansız sistemlere karıştığı,  hem araştırmalarca, hem de yaşadığımız uzun bir deneyim sonucunda artık kuşku duymadığımız bir gerçeklik. Hayvan yemi olarak üretilen GDO’lu mısırların laboratuvar ortamında yapılan sınırlı-süreli ölçümler sonucunda, hayvanlara zarar vermediğinin belirlenmiş olması,  söz konusu gıdaların uzun vadede hayvan ve  insan sağlığı açısından güvenli olduğuna yetmez.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerle beslenen hayvanlar üzerinde yapılan  bazı araştırmalarda,  bu gıdaların hayvanlarda gelişim bozukluğu, kısırlık, zehirlenme gibi sağlık sorunları gözlenmiştir.  Bu noktada,  özellikle İskoçya’da Pustaiİ and Bardocz isimli bilim adamlarının fareler üzerinde yapmış olduğu deneylerle endişe verici bulgulara ulaşmaları üzerine,    başlarına  gelenler oldukça düşündürücüdür. Bu konuda daha detaylı bilgilenmek isteyenlere,” ENGDAHL, F.W., Ölüm Tohumları-“Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Oyunlar”, çev: Şulekoğlu  Ö., Bilim-Gönül Yayınları, İstanbul, 2009 isimli kitabı okumalarını hararetle öneririm.  Bu durum, içinde bulunduğumuz konjonktürde GDO’ların risklerinin yansız şekilde araştırılabilmesi ve yayımlanabilmesinin ne kadar zorlaştığının çarpıcı bir göstergesidir. Bu şartlarda, tüketici olarak hâlihazırda GDO’lu gıdaların sağlımız üzerindeki etkilerini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz; maalesef ki  ancak, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra farkına varabileceğiz.


Son olarak, size göre GDO’lu ürünlerle ilgili olarak devletimizin, toplum sağlığını koruma yönünde atması gereken adımlar neler olmalıdır?

Dünyada ve Türkiye’de uzun süredir, GDO’lu soya, mısır v.b ürünlerin kullanıldığı oldukça geniş yelpazedeki gıdalar tüketilmektedir. Ancak, Türkiye’de yeterli denetim sistemi olmadığı için,  tüketicilerin bu gıdaların hangilerinin GDO’lu olduğunu bilme ve serbestçe seçme şansı bulunmamaktadır. Bu nedenle, yapılacak öncelikli iş,  giriş yapan genetiği değiştirilmiş gıdaları etkili bir gümrük denetimi ile tespit etmek ve etiketleme sistemi ile tüketiciye seçim hakkı tanımaktır.

Öte yandan, GDO tohumların denetimiyle ilgili belirsizlik halen sürmektedir. BK buna dönük henüz bir adım atmış değildir. Ulusal çapta bir envanter çalışması yapılarak, GDO’lu tohumlar tescil edilerek üreticilerin bunları doğal tohumlardan ayırabilmesinin koşulları sağlanmalıdır. Aksi takdirde, ülkemizin tarımsal üretim sistemi ve gıda güvenliği bütünüyle büyük bir tehdit altına girecektir.
Son olarak hatırlatmak isterim ki, gittikçe hayatımıza giren gen teknolojisine yönelik politikalar geliştirirken, bilimsel araştırma sonuçlarının yanında, toplumsal kamuoyunun tepkisi ve eğiliminin dikkate alınması, hem getirilecek düzenlemelerin meşrûiyeti açısından, hem de bu tür teknolojilerin öngörülemeyen olası riskleri üzerinde toplumsal denetimin sağlanması açısından kritik önem taşımaktadır. Geride bıraktığımız geçmiş, sadece uzmanların görüşleri doğrultusunda alınan kararların ve uygulamaların güvenilir olmadığını gösteren örneklerle doludur. 



Oğuz Hocam, zaman ayırıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Umarım, açıklamalarım konunun değişik yönleriyle açıklığa kavuşmasında etkili olur.



9 Ocak 2012 Pazartesi

Mapavri’nin Köylerinden Sarıkamış Dağlarında Şehitliğe Yürüyen Yiğitlere…



Çayelili insanlar arasında benim gibi büyük büyük dedelerinden Sarıkamış’ta donmuş bedenini bırakarak şehit olanlar pek çok olmalı… I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Kafkas Cephesi’de  bir felâkete dönüşen Sarıkamış Hârekâtı’nın yıldönümünde o koca yürekli, cesur dedelerimiz, olayın geçtiği Kars ilinde resmî törenle anıldılar. Ben fakîre de eli kalem tutan torunlardan olarak, dedelerimin ruhlarını şâd etmek üzere buradan, onların bildiğim hikâyelerini paylaşmak istedim… 

Muhakkak ki yazdığımız her cümle hep eksik kalacak; onların trajedisini hiçbir zaman tam olarak anlatamayacak.  Öyle de olsa o güzel insanların hikâyelerinin, bizdeki o eksik halleriyle dahi, anlatılmasının, paylaşılmasının, gelecek nesiller için birer mesel'e; efsâneye dönüşmesinin son derece önemli olduğunu düşünüyorum… 

Benim ailemden Sarıkamış’ta canını vermiş –tespit edebildiğim– tam dört yiğit bulunuyor… Bunlardan ilki Annemin dedesi, yani babasının babası Kasar İsmail Efendi... Seferberliğe gittiğinde henüz yirmili yaşlarının başındaydı… Küçük dayımın anlattığı fotoğraf şöyle: Bir  sabah erkenden kalktı, daha yirmi günlük olan rahmetli dedemi kundağında öpüp kokladıktan sonra eşiyle ve diğer iki çocuğuyla vedalaşarak köyün diğer şehit adaylarıyla birlikte evinden uzaklaşıp Erzurum’a doğru yola çıktı. İsmail Dedemle ilgili bundan gayrı tek haber, Sarıkamış’ta şehit düştüğü… Geçen yaz nüfus dairesinden aldığım kütük dökümünde adının karşısında da “Sarıkamış Şehidi” yazıyordu… İçim burkuldu… Kim bilir o dağlarda neler yaşadı? Ne duygular ne acılar içerisinde ruhunu teslim etti? Allah ganî ganî rahmet eylesin… 

Anemin annesinin babası, ikinci İsmail Dedem de Sarıkamış şehidi. Onun hakkında bildiğim tek şey, Kaptanpaşa merkezdeki Haliloğulları ailesinin/evinin tek oğlu olup henüz bir çocuk sahibi, yeni evli bir genç adam olduğu. O da genç eşi Rasihe’yi ve tek kız çocuğunu bırakıp Kafkas cephesine gitti. Yıllar sonra ulaşan tek haber şehit düştüğü oldu…

Ailemizin üçüncü ve dördüncü Sarıkamış şehitleri, rahmetli babannemin erkek kardeşi Dursun Dayım ve çok sevdiği ilk eşi Sâlim Efendi. Babannem çok kıymetli ilk eşiyle yeni evliydi. Küçük bir de kızları vardı. Babannem ölene kadar eşiyle ayrılma sahnesini hiç unutmadı: hepimiz onların acıklı hikâyesini biliriz… Evlerinin ahır kapısında Sâlim Dede, babanneme, seferberlik ilân edildiğini, dolayısıyla harbe gitmek zorunda olduğunu anlattı. Babannem, eşinin bu sözü karşısında nasıl bir cevap verdiğini hiç söylemedi. Belki de susarak anlatmıştır acısını… Ama şunu, üstüne basa basa anlatırdı Babannem: Sâlim Dede elini yüreğinin üstüne koyup, kaldırıp sessizce, “ne yapayım, ne yapayım!…” demişti. O, bu dramatik tepkiyle, esasında bu mecburi ayrılığı  hiç istemediğini sevgili eşine öyle bir anlatmıştı ki Babannem bu sahneyi asla unutamadı…

Babannem, yıllar yılı eşini bekledi. Şehit haberi geldikten sonra dahi gelin gittiği halasının evinden babasının evine dönmedi. Sonra, belki, daha büyük bir felâket daha yaşadı: 9-10 yaşlarındaki kızını da kaybetti. Babannem kızını kaybettikten sonra da babasının evine dönmek istemedi. Halam anlattı: Babannemin babası bir molla (Molla Ahmed Efendi) annesi ise bilge bir kadındı. Büyük Babannemiz, kızının eşi şehid düştükten sonra ona nasihatler ederek baba evine dönmesini sağlamaya çalıır bir türlü ikna edemezdi. Babannemin kızının vefatından sonraydı; yine gitti. Baktı ki durum aynı: Babannem, Sâlim'inin evini terk etmek istemiyor. Bunun üzerine şu mealde bir söz etti: “Kızım, ayaklarını dayayarak gökyüzünü tutamazsın, gücün yetmez. Bırak her şey kendi tabiatında aksın!..” Bunun üzerinde Babannem Sarıkamış şehidi kocasının evini bırakıp babasının evine döndü. Döndü ama tıpkı toprağa verdiği kızı gibi Sâlim'ini ölene kadar unutmadı. Hep anlattı, ağladı onlara... Dedemle evlendikten sonra doğurduğu ikinci kızının ilk adını da Fatma verdi.  Daha sonraki yıllarda, babannemin vefat eden bir yeğeninin eşi konumundaki benim dedem, babannemi zorla kaçırarak evlendi. Ki o da apayrı bir trajedi!... 

Dördüncü Sarıkamış şehidimiz, babamın dayısı; yani Babannemin kardeşi Dursun Efendi. Onun hikâyesi iyice iç burkucu… Dursun Dede de Babannem gibi yeni evli ve bir çocukluyken Sarıkamış’a gitti. Halam anlattı: Dursun Dede cepheye varıp durumu görünce bu harekâttan sonuç alınamayacağına kanaat getirdi ve cepheden evine dönmek istemiş. Kar boran içerisinde saatlerce, günlerce dağlarda yürüdü. Çok yoruldu ve çok acıktı. Yol üzerinde bir çobanla karşılaştı. Ondan yiyecek bir şeyler istedi… Çoban: “sen burada beni bekle, eve gidip sana bir şeyler getireyim” dedi. Dursun Dede yiyecek bir iki lokma yeyip yoluna devam etmeyi beklerken karşısında bir grup asker gördü. Tekrar Sarıkamış’a götürüldü Dursun Dede ve maalesef Allahuekber Dağları'nda donarak can verdi...
Dursun Dedenin eşi, kocasının şehit haberini almış olmasına rağmen bir türlü kabullenememiş. Dönüp gelince kocası giysin diye ona çoraplar örmüş durmuş... Sorana da: “Dursunum gelecek ya… Ona örüyorum…” dermiş. Yüzlerce, belki binlerce çorap örmüş Dursun Dede için.

Kimbilir, o zamanın Mapavri’sinin köylerinde daha ne acıklı Sarıkamış hikâyeleri vardır… Ne türküler, ne destanlar, ne ağıtlar yakılmış; ne gözyaşları dökülmüştür onlar için… Allah onların mekânlarını cennet ettiğini ve bizler göremesek de aslında aramızda ve diri olduklarını söylüyor… Hepsinin o güzel elerinde teker teker öper, alnıma yükseltirim... Sizleri çok seviyoruz…  Ve asla unutmayacağız, unutturmayacağız inşallah!...

5 Ocak 2012 Perşembe

Gıda Güvenliğine Küresel Saldırı


Gıda Güvenliğine Küresel Saldırı: [GDO’yla Amerika’yı Yeniden Keşfetmenin Türkiye’de Yol Açacağı Belâlara Dâir Ciddi Uyarılar][1]
Çeviri: Emine Sonnur Özcan

Son on yılda, büyük şirketlerin hakim olduğu ana akım medya skandal raporlama konusunda giderek uzmanlaştı. Ancak belirli tipteki skandallar dikkate alındı, büyük şirketlerin çıkarlarına dokunmayan skandallar bunlar. tüm zamanların en büyük skandalı olmaya aday bir skandal var ki çok az sayıda medyanın dikkatini çekiyor: yiyeceklerimiz, çevremiz ve elimizdeki türlerimize çaktırmadan yapılan genetik değişiklikler.

Bu skandaldan, en aşağılık şekliyle büyük şirket totalitarizmi kokusu geliyor. Bu durum, genellikle batılı bürokratların alaya alarak üçüncü dünya ülkelerinde atfettikleri yolsuzlukları da aşan düzenli yolsuzluk ve beceriksizlikleri ortaya koymuştur. Gıdalarımız ve çevremizin genetik olarak dönüştürülmesinin, önceden tahmin edilemeyen, geri dönüşü olmayan ve bu gezegen üzerindeki türlerin tüm gelecek nesillere etkileyecek sonuçları olacaktır. Çeşitli nedenlerden dolayı olsa da, büyük medya bu dönüşümle ilgili olarak bir araya gelip sessiz kalmıştır.

Amerikalıların çoğu bunun farkında olmamasına rağmen, yediğimiz gıdaların % 60’ından daha fazlasının genetiği değiştirilmiş. Gıdaların bu hâle gelişi sadece bir kaç yıl içerisinde gerçekleşti. Bugün, genetiği değiştirilmiş (GDO) mısır, soya fasulyesi ve kanolaya; kahvaltılık tahıllardan  mısır cipsine, alkolsüz içeceklere kadar işlenmiş gıdaların pek çoğu eklendi.  Hatta taze sebzelerin dahi genetiği değiştirilmiştir.

Bilim adamlarının, bir organizmanın genlerini alıp başka bir organizmanın içine yerleştirilmesiyle genetiği değiştirilmiş bitkiler oluşturulur. Tipik olarak, genler, hayvanlar, bitkiler, böcekler, bakteriler veya virüslerden alınır ve sonra geliştirilerek veya belli bir özelliği oluşturmak amacı ile bitkilere yerleştirilir. Örneğin, bilim adamları, bir domatese, bir kutup balığının anti-friz özelliklere sahip bir genini transfer etmişlerdir. Amaç domatesi donmaya karşı daha dayanıklı hâle getirmek iken, gen transferi ile beklenmeyen yan etkiler ortaya çıktı: domateslerde müşterilerin hoşlanmadıkları “metalik” bir tad ortaya çıkmıştı ve üstelik hemen eziliyordu. 
Yakın gelecekte gıda ve çevremize yönelik  daha da cesur değişiklikler yapıldığını göreceksiniz. Yakında, farkında olmayan tüketiciler genetiği değiştirilerek yarı zamanda, tam boyutuna büyütülmüş somonları satın alacaklar. Bu yaz, genetiği değiştirilmiş böcekler ABD’ye salınmış olacak. Böceklerin ilk topluluğunu takibini sağlayacak bir belirteçle modifiye edilmiştir. Daha sonra, GM böcekler ile birleştiğinde, böcek zararlılarının yok edebilecek böceklerde öldürücü özellikler geliştirilecek

GDO'lu ürünlerdeki son gelişmeler, bilimsel ilerlemenin kaçınılmaz bir sonucu değildir. Aksine, GDO'lu ürünlerin, gıda kaynaklarımız arasına sokulmasının sadece tek bir amacı var: bir avuç büyük çok uluslu şirketin pay sahiplerinin kârlarını daha da artırmak (Büyük medyanın iddia ettiğinin aksine bu amaç çoğunluğun çıkarlarına aykırıdır: Çünkü en zengin %1 milli gelirden %42; en zengin %10, %80 alırken, dipteki fakir %80’in milli gelirden aldığı pay %5’ten daha azdır).

En önemli tarımsal biyoteknoloji şirketleri şunlar: Monsanto (şimdi Pharmacia’nın bir iştiraki), Syngenta (AstraZeneca ve Novartis arasında yeni bir birleşme), Aventis, Dupont ve Dow. Ve özellikle geleneksel tarımsal kimyasallar, pestisit ve herbisit olarak uzmanlaşmış Bu şirketlerden özellikle zıraî kimyasallarda uzmanlaşmış olan Monsanto, Dünya Bankası'nın yardımı ile, altmışlı ve yetmişli yıllarda dünyada yeşil devrimin arkasındaki, itici güç oldu.

Yeşil devrim sırasında, milyonlarca üçüncü dünya çiftçisinin, sürdürülebilir geleneksel tarım uygulamasının yerini, büyük ölçekli, güçlü yatırımlı, kimyasal gübre ve zirai ilaç etrafında oluşturulmuş endüstriyel tarım teknikleri aldı.  Kimyasal tarım, gıda üretimini daha yüksek verime ulaştırmakla sonuçlanmadı;  dünyadaki açlığı azaltmak için çok az şey yaptı ve refah eşitsizliğini daha da çok artırdı. Aslında, yeşil devrimin etkisi, daha çok köylüleri arazilerinden, gereksiz işgücü olarak hizmet edecekleri kalabalık şehirlere sürme yönünde olmuştur. Ayrıca, yeşil devrim, kimyasal tarımın büyük yatırım ihtiyaçları nedeniyle, pek çok üçüncü dünya ülkesini borçtan felç haline gelmiş bir hâle soktu. Bugün, giderek yeşil devrimin yoksullar için bir felaket olduğu görülüyor. Bununla birlikte, zirai-kimyasal şirketler, kimyasal satışları artırmaları ve üçüncü dünya ülkelerinin gıda üretimi üzerindeki kontrollerini önemli ölçüde genişletmeleriyle  büyük kârlar elde etmiştir.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerin aynı tarımsal biyoteknoloji şirketleri tarafından takdim edilmesi, yeşil devrimin doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Tarımsal biyoteknoloji şirketleri için GDO'lu ürünlerde en önemli amaç, kimyasal satışlarını artırmak ve ve tarım üzerindeki kontrolü daha da sağlamlaştırmaktır. Örneğin, Monsanto tarafından satılan genetiği değiştirilmiş ürünlerin üçte ikisi, özellikle, kendi kimyasal bitki öldürücüsü Roundup’a muhtaç şekilde tasarlanmıştır. Bu, çiftçilerin bitkileri için daha fazla Roundup kullanmasını sağlayarak bitki öldürücü satışlarını artırmıştır. GDO'lu ürünlerin bir diğer önemli özelliği de tarımsal biyoteknoloji şirketlerinin fikri mülkiyet patentli olabilmesidir. Bu durum, tarımsal biyoteknoloji şirketlerinin tohum kullanan çiftçiler üzerinde benzeri görülmemiş bir kontrolüne neden olmaktadır.  Çiftçiler, binlerce yıl boyunca,  en iyi tohumlarını saklayarak yeniden üretebildiler. Oysa bugün, Monsanto'nun genetiği değiştirilmiş tohumlarını satın çiftçilerin, bu uygulamayı sürdürmeleri yasaktır ve onların her yıl yeni tohum almaları gerekmektedir. Dahası, Kanada'da yeni bir mahkeme kararı ile ortaya koyulduğu üzere, komşu çiftliklerden çapraz tozlaşma yoluyla, ekinlerine GDO türü bulaşan çiftçiler Monsanto'ya hak bedelleri ödemek zorunda kalmışlardır.

Genetiği değiştirilmiş ürünler, büyük tarımsal biyoteknoloji şirketlerinin özel çıkarlarına hizmet ederken, şu anda tüketicilere hiçbir fayda sunmamakta ve bazı durumlarda çok önemli sağlık ve çevre riskleri oluşturmaktadır. Monsanto, kurumsal iletişim müdürü Phil Angell göre, "Monsanto biyoteknolojik  gıdaların güvenliğine tenezzül etmez."Bizim satış kârlarımız yeterince yüksektir. Güvenliğini sağlanması ise FDA'nın işi dir." Ancak FDA, GDO'lu ürünleri onaylamamıştır. Açıkçası, FDA böyle demiş olsa da , şirketleri piyasa öncesi güvenlik testlerini gerçekleştirmeleri yolunda  teşvik etmemiştir.

StarLink fiyaskosu gibi son skandallara rağmen, Lax federal düzenlemeleri doksanlı yılların başlarından beri yerinde saymaktadır. Dahası FDA, kitlesel halk haykırışları karşısında bile, GDO'lu ürünlerin zorunlu etiketleme gerektirdiğini reddederek, biyoteknoloji endüstrisinin yanında durmaya devam etmektedir.

Bu durum, aşırı kurumsal istismarın, münferit bir olay değil büyük resmin bir parçası olduğunu göstermektedir. Yoksulluktan çevre kirliliği kontrolüne kadar  dünyada sorunların çoğu, şirketler olarak adlandırılan, büyük zalim ve sorumsuz özel kurumların eylemlerinden kaynaklanmaktadır. GSYİH'nın neredeyse yarısı dünyanın en büyük çok uluslu şirketlerindir. Sıkı hiyerarşik ve diktatoryal yapısı nedeniyle, bu monolitik şahsiyetlerin eylemleri, gezegenimizin sâkinlerinin demokratik kontrolü dışındadır. Daha iyi ve daha güvenli bir dünya için gerekli adım, tüm paydaşların ve demokratik kurumların, karar verme sürecine katılımının sağlanmasıyla olabilir. Biyoteknoloji gibi teknolojilerden insanlık için faydalı bir amaca hizmet etmesini, sadece totaliter kişilerden temizlenmiş özgür bir toplumda, bekleyebilirsiniz.

Düzenleme efsânesi
ABD’deki federal düzenleyici kurumlar, dünyadakiler arasında en katı olmakla ünlenmiştir. Oysa, genetiği değiştirilmiş gıdalar ve hayvanlara ilişkin düzenlemelerine gelince, anılan hakikatten bu kadar uzak olamazlar. Genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar etrafındaki gevşek düzenleme politikaları, ilk olarak Bush yönetimince geliştirildi ve Clinton yönetiminin endüstrisi yanlıları tarafından devam ettirildi.
Seksenlerin sonları ve doksanların başlarında, biyoteknoloji stokları düzenleyici kurumların yeni teknolojilere yavaş onay oranları nedeniyle performansları beklentileri ölçüsünde değildi. Bush yönetiminin, doğmakta olan biyoteknoloji endüstrisini teşvik etme girişimleri ve düzenlemeleri benimsedi. Ardından 1992 yılında FDA, GDO'lu ürünlerin geleneksel üreme teknikleri ile elde edilen ürünlere "büyük ölçüde eşdeğer" olduğuna hükmetti. FDA’in 1992 "eşdeğerlilik" kararına, MIT ve Harvard Üniversitesi'nden pek çok önde gelen biyolog profesörler ve FDA’in kendi içindeki bilim adamlarınca itiraz edilmektedir. Örneğin, 1992 yılında, FDA'nın Mikrobiyoloji Grubundan Dr Louis J. Pribyl, (açılan bir davada ortaya çıkan bir iç yazışmada) "geleneksel ıslah ve genetik mühendisliği türlerinin öngörülen etkileri arasında derin bir fark" olduğu yönünde uyarmıştır.

FDA’in "Eşdeğerlilik" kararı uyarınca, GDO'lu ürünler piyasa öncesi herhangi bir zorunlu güvenlik testini gerektirmemektedir. Tanınmış biyologlar, gıdalardaki genetik değişikliklerin en azından "gıda katkı maddeleri" ile  aynı güvenlik ve gerekli toksikolojik tüm testlerden geçmesi gerektiğini savunuyorlar. Bu durum, bilinmeyen alerjenler, yeni toksinler ve beslenme içerik değişiklikleri gibi şeyler için testleri gerektirecektir. FDA, Biyo-teknoloji endüstrisinin lehine olsa da, bu temel testlerin zorunlu hale getirilmesini reddetmeye  devam etmektedir.

FDA  aynı zamanda GDO'lu ürünlerin etiketlenerek tüketicilerin pazar yerinde seçim özgürlüğünün sağlanmasının da gerekli olmadığını düşünmektedir. FDA’in kendisi tarafından yapılan bir kamuoyu yoklaması ve diğerlerinin sonuçları, Amerikan halkının ezici bir çoğunlukla (% 70-90) GDO'lu ürünlerin etiketlenmesini istediğini göstermiştir. Bununla birlikte, FDA bu ürünlerin etiketlenmemesine karar vererek,  biyoteknoloji endüstrisinin dileğini dikkate aldı. Doğal türevleri ile karıştırılan genetiği değiştirilmiş ürünlerin potansiyel zararlı sağlık etkilerinin izlenmesi, yeni teknoloji ile ilgili imkansız durmaktadır. Buna ek olarak genetiği değiştirilmiş organizmalar hakkında düzenleme yapması beklenen FDA, USDA ve EPA gibi kurumlar, endüstri tarafından bozulmakta ve rüşvet konusu olmaktadır.

Kendi böcek ilacını üretmek üzere tasarlanmış GDO’lu mısır ve patateslerin ilaçları, başta böcek üzerinde yargı yetkisine sahip ajans EPA tarafından incelenir. Bilim adamlarının, bakteri ve virüslerden genleri aktarmalarının şartları, GDO'lu ürünlerin üzerinde yetki iddiası olan USDA tarafından düzenlenir. Bazı durumlarda, hangi federal kurumun yetkili olduğu açık değildir. Bilim adamlarının genetiği değiştirilmiş somonun, ekosistemler üzerinde büyük hasara yol açacağı korkusu, muhtemelen FDA tarafından düzenlenecektir. Çünkü, genetiği değiştirilmiş balığın ekstra büyümesine neden olan hormon, bir ilaç olarak kabul edilmekte ve yargı konusu olmaktadır. Çevre çalışmaları konusunda bir deneyim olmamasına rağmen, FDA, bu balık üzerindeki yargı yetkisini, GDO’lu balık ve çevre arasındaki etkileşimi araştıran çalışmalar yapılmalı, şeklinde kullanmıştır.

GDO ve Medya

Ana akım medyanın kalitesi, hiçbir zaman çok iyi olmamasına rağmen, son birkaç yıl içinde önemli ölçüde azalmıştır. Bu büyük oranda  son zamanlarda yer alan rekor düzeydeki medya konsolidasyonlarının sonucudur. Bugün sekiz mega medya kuruluşlu, bütün medyanın yarıdan daha fazlasını kontrol etmektedir. Bu şirketlerin her biri, gazete, dergi ve yayınevleri ile birlikte, TV, kablolu yayın ve radyo istasyonlarından oluşan geniş bir diziyi kontrol etmektedir. Medyanın, büyük şirketlerin bir iş kolu olarak, öncelikli bir yer edinmesi giderek artmaktadır. Bu durum, profesyonel gazeteciliğin sıkıntıya düşmesine sebep olmuştur (örneğin bkz Robert McChesney son kitabı "Rich Media, Poor Democracy "). Maliyetlerden tasarruf için, gazeteci sayısı azaltılmış, araştırmacı habercilikte masraflar önemli ölçüde kısılmış ya da toptan ortadan kaldırılmıştır. Güçlü kişi ya da kurumların kapsamlı soruşturma raporları kâr elde etmek için kötü addedilmiştir. Şu anda, büyük şirketlerin halkla ilişkiler sektöründe, gazetecilere oranla daha fazla insan vardır. Sıkıştırılmış  gazeteciler, kendilerine beslemek için, sık sık halkla ilişkiler firmalarının önceden paketlenmiş haberlerine başvurmaktadırlar.

Ancak büyük medya daima iş dünyası yanlısı bir önyargı yaymak üzere tasarlanmıştır. Sık sık iddia edildiğinin aksine, medya ve haberin tüketicileri, yani genel kamuoyu, medya şirketlerin gerçek müşteriler değildir. Bunun yerine, onlar medya kuruluşları tarafından reklamverenlere satılan bir üründür (örneğin bakınız, Manufacturing Consent by E. Herman and N. Chomsky). En büyük reklamverenleri arasında, ilaç, kimya ve biyoteknoloji endüstrisi bulunmaktadır. Müşterileri ile iyi bir çalışma ilişkisi ve bu nedenle sağlıklı bir kâr marjı sağlamak  için, büyük medya her zaman, en büyük reklamverenlerini rahatsız etmemeye dikkat eder. Bu, onların haberlerinde yansıtılır. Monsanto ve genel olarak biyoteknoloji endüstrisi şirketleri, müşterilerine GDO'lu ürünlerle ilgili haberler vermede kendi nüfuzunu kullanırken oldukça saldırgan davranmışlardır.

1997 yılında, Florida, Tampa’de  bulunan Fox ait TV istasyonundaki iki araştırmacı gazeteci, Jane Akre ve Steve Wilson, Monsanto'nun ineklerde süt üretimini artırmak için kullanılan genetiği değiştirilmiş rekombinant sığır büyüme hormonu ile ilgili bir haber hazırladılar. Hormon, Kanada ve Avrupa'da yasaklanmış olmasına rağmen, farkında olmayan milyonlarca Amerikalının  rBGH tedavisi gören ineklerin sütünü içtiği ortaya koyuldu. Gazeteciler, bu durumun insanlarda kanser etkisi yaratma riskini gösteren  çalışmalardan da bahsettiler. rBGH’nin, süt ineklerinin sağlığına da olumsuz etkileri olmasına rağmen; süt içen insanlar üzerindeki etkilerini belirlemek için yeterli testlere tabi tutulmamış; bu haliyle hayvan ilacı olarak hükümet tarafından onaylanmıştı.

Monsanto, haber-belgeselin yayınlanmasından kısa bir süre önce haberin yeniden yazılmaması halinde Fox ağına verdiği reklamları durdurma tehdidinde bulundu. Akre ve Wilson, 83 temize çıkarma denemesinde başarısız görülünce sayfalar yakılarak yok edildi. Akre ve Wilson’ın kendilerinin yazdıklarının reddettikleri, içinde pek çok yalan barındıran belgeselin değiştirilmiş bir versiyonu Fox tarafından yayınlandı. Akre ve Wilson, Fox’a karşı dava açtılar ve kazandılar. Jüri, Fox’a karşı Akre’yi, neredeyse yarım milyon dolarla ödüllendirdi. Fox, şimdi karara itiraz ediyor.

Tehlikeler

Organizmalardaki genlerin nasıl çalıştığına ilişkin bilimsel algılama henüz emekleme döneminde. Aslında, üniversitelerin biyoloji lisans programları bu alanda yeni buluşları aktarmak için sürekli değişmekte, güncellenmektedir. Ekoloji bilimsel alanda, diğer alanlara göre daha az gelişmiştir. Bu nedenle besinlerimiz ve çevremizin içerisine bırakılan GDO'ların etkileri hakkında çok az tahmin yapılabilir. Ancak, bizim cehaletimiz karşısında, bağımsız ya da hükümet sponsorluğunda GDO'lu ürünlerin ve hayvanların risklerini araştıran bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Literatürde yayınlanan bile endüstri sponsorluğunda yapılmış kıt ve yetersiz çalışmalar. Üstelik  bunlar, düşük araştırma kaliteleri nedeniyle eleştirilmiştir. Sınırlı bilimsel algılamaya rağmen, bilim adamlarının büyük bir kısmı, GDO'lu ürünlerin, geleneksel ıslah yöntemlerine göre daha çok daha büyük  riskler taşıdığına şaret etmişlerdir. Bilim adamları genetik mühendisliğinin besinlerimiz için, daha önce yemeklerimizde hiç bulunmamış, tanınmayan proteinler ürettiklerine dikkat çekiyor. Bu proteinler yeni alerjenler, toksinler ve hastalıkların yanı sıra kanser ve salgın hastalıklar için de yeni kaynaklar üretmektedir. (FDA, ABD'de çocukların yüzde sekizinin gıda alerjilerinden muzdarip ve durumun gittikçe daha da kötüleşir olduğunu kabul etmektedir). New England Journal of Medicine 1996 yılında, etiketsiz genetiği değiştirilmiş gıdaların, “belirsiz, öngörülemez ve test edilemez" oldukları yönünde uyarmıştır.

GDO'lu ürünlerin etkilerini, sanayinin desteklemediği halde bağımsız olarak araştıran ilk çalışma, 1998 yılında İskoçya'daki Rowett Araştırma Enstitüsü'ndeki bir bilim adamı, Arpad Pusztai tarafından yapıldı. O, genetiği değiştirilmiş ürünlerin memeliler üzerindeki etkilerini araştırmaktaydı. Pusztai yaptığı çalışmada sıçanları, içerisinde bitki zararlılarına direnç geliştiren bir protein bulunan genetik lektinli patatesle besledi. Aynı zamanda, kontrol grubu sıçanlarını da genetiği değiştirilmemiş patates ve lektinle besledi. Pusztai deney sonunda, GDO'lu patatesle beslenen farelerde, iç organ hasarı, beyin gelişiminde yavaşlama ve sindirim sistemi organlarında kalınlaşma tespit ederken,  doğal patates ve lektinle beslenenlerin normal olduklarını keşfetti. Bu araştırmanın sonucu, sadece, yabancı gen aktarılan yiyeceklerin organ hasarına sebep olması bakımından değil, genetik mühendisliği sürecinin kendisinin hasara neden olan yan etkileri olduğunu ortaya çıkardığı için de önemlidir.

Pusztai araştırmadan sonra, ön bulguları paylaşmak için İngiliz televizyonuna çıktı. Bu sonuçların açıklanması, İngiltere'de GDO’lu gıdalara karşı kamu itirazı yarattı. Araştırmanın yapıldığı Rowett Enstitüsü’nün müdürü, Pusztai’nin araştırmasının varlığını inkar eden bir cevap verdi. Arkasından Pusztai’nin araştırmasını yok etti; ayrıca enstitüdeki benzer araştırma projelerini de yürürlükten kaldırdı.

Monsanto’nun, Rowett Pusztai televizyona çıkmadan önce enstitüye 224.000 $ araştırma bursu verdiği ortaya çıktı. Pusztai’nin araştırmasınının varlığını İngiliz tıp dergisi Lancet’te yayınlanan  hakemli bir makalenin varlığı ispatlamıştır. O tarihten sonra, 24 uluslararası uzmanın Pusztai’nin verilerinin kaliteli ve ileri araştırmalar için bir temel olarak hizmet etmesi gerektiğini ilan ettiler. Bununla birlikte, "Genetiği Değiştirilmiş Gıda, Tüketiciler İçin Bir Self-Savunma Kılavuzu" kitabının yazarı Ben Lilliston’a göre, ABD veya İngiltere'de, GDO’lu gıdaların memelilere etkilerini araştıran çalışmalar, bağımsız ya da hükümet sponsorluğunda yapılmamaktadır.

GDO'lu ürünlerin çevre için önemli tehlikeler oluşturması, gıda arzımızı da tehlikeye sokabileceğine kanıt oluşturmaktadır. Örneğin, özellikle ot zararlılarına dayanacak şekilde tasarlanmış GDO'lu ürünlerin, çapraz tozlaşma yoluyla dirençlerinin yabancı otlara da geçebileceği keşfedildi. Bu tür "süper yabani otların" yaygınlaşması, modern ot zararlılarıyla mücadelenin etkinliğini yok edecektir. 


Çiftçilerin Kontratla Bağlanması
Monsanto, fikri mülkiyetini güçlendirmek için, Stalin ve Latin Amerikalı diktatörlerin sindirme uygulamalarına başvurarak, standart teknikler geliştirmiştir. Monsanto tohumlarını satın alan çiftçilerin, tohum saklamayacakları ve tohumları satın aldıktan sonraki üç yıllık sürede Monsanto’nun bitkilerinden örnek alma hakkını veren vereceklerini taahhüt eden "Teknoloji Kullanım Sözleşmesi"ni imzalamaları gerekmektedir. Monsanto’nun, önceki yıl içinde kendisinden tohum satın alan çiftçilerin bitkileri üzerinde rasgele DNA testleri yapma hakkı da vardır. Monsanto, bu haklarını takip için, tam zamanlı Pinkerton dedektifleri ve emekli Kanada Atlı Polislerini işe aldı.

1999’da Washington Post’ta yayınlanan bir makaleye göre, Monsanto ücretsiz bir telefon hattı kurararak  “bahşiş hattı” oluşturdu. Böylece tohum sakladığından şüphelenilen çiftçileri yakalattı.  Dahası, hasat sezonunda, Monsanto, görünürde, "eğitim" amacıyla kurulmuş radyosundan tohum saklarken yakalanan çiftçilerin isimlerini listeleyerek verdi. Sonra tasarruf 35.000 $ ödeyerek şirketin Monsanto ile yerleşmiş tohumlar, ve başvuran bir çiftçi, "şirket eleştiren onu yasakladığı bir anlaşma imzalayarak" ilk değişiklik haklarının bir parçası teslim oldu. Tohum sakladığını itiraf eden bir çiftçi, Monsanto’yla anlaşmaya vararak 35.000 $ ödeme ve “şirketi eleştirmeyi yasaklayan bir anlaşma imzalamaya” razı oldu.

Monsanto tohum saklayan çiftçilere ABD ve Kanada'da binlerce dava açtı ya da tehdit etti. Monsanto kendisiyle asla kontrat yapmayan çiftçileri de topraklarından sürdürmüştür.

Monsanto Kanada’da mart ayının sonlarına doğru (2001), Percy Schmeiser adlı 70 yaşındaki, beşinci nesil çiftçiye karşı emsal bir davayı kazandı. Çünkü 1998 yılında, Monsanto, Schmeiser’ın kanola bitkisini incelemiş ve patentli ot zararlısına karşı dirençli varyant testi pozitif bulunmuştu. Esasen Schmeiser, Monsanto’dan tohum satın almamış, uzun yıllar boyunca kendi tohumunu ekmişti. Buna rağmen, komşu çiftlikteki GDO’lu kanolalar tozlaşmayla kendi ekinine bulaşmıştı. Bundan ekinlerinin zarar gördüğünü ileri süren çiftçi mahkemeye gitti. Washington Post’ta yazılan makaleye (30 Mart) göre mahkeme, kasıtlı olarak GDO’lu kanola ekmemiş olsa dahi zarardan Schmeiser’ı yükümlü tutmuştur. Çünkü yürürlükteki kanun, çiftçilerin, komşu çiftlikteki GDO’lu ekinlerden etkilenmeleri halinde patentli ürünlere karşı patent hakkı ödemelerini düzenlemektedir.

Döner kapı
Diyelim ki FDA tütünü bir ilaç olarak ortaya koydu. FDA’de bir süre çalışıp sonra eski tütün şirketlerine dönen yüksek düzeydeki bilim adamları, yöneticiler ve tütün sanayi lobicilerinin işlerini hakkıyla yaptıklarına inanır mısınız?  Thistle (dergisi) inanmayacaktır. Ancak, iş dünyasıyla federal düzenleyici kurumlar, yanı sıra federal düzenleyici kurumlar arasındaki bu döner kapı vardır, gelişmektedir ve özellikle yağlanmaktadır.  İşte birkaç örnek:

GDO'lu ürünlerle ilgili onay ve etiketleme politikasının kritik döneminde FDA’de üst karar verici mercilerden biri Michael Taylor’dı. Kendisinin hukuk bürosu daha önce önemli müşterileri olarak Monsanto ve onun iştiraki Searle King & Spaulding ile çalıştı. O, FDA ayrıldıktan sonra bir kez daha King & Spaulding çalışmak için geri döndü. Şimdilerde o, Monsanto Şirketinin, Washington DC ofisinin başındadır.

Clinton yönetimi sırasında FDA’de,  Monsanto'nun genetiği değiştirilmiş rekombinant Bovine Büyüme Hormonu (rBGH) onaylanmıştır. Onaylayanlar arasında FDA’deki üst düzey bilim insanlarından, önceden Monsanto'nun araştırmacısı olarak çalışmış Susan Sechen ve Margaret Miller de vardır. FDA tartışmalı büyüme hormonunu onaylamıştır. Bu hormon kanser riskini artırdığına inanıldığı için Avrupa ve Kanada'da yasaklıdır.

Michael (Mickey) Kantor: ABD Ticaret Bakanlığı eski sekreteri ve eski ABD ticarî temsilcisi; hâlen Monsanto Şirketi yönetim kurulu üyesidir..

William D. Ruckelshaus: EPA eski baş yöneticisi, Monsanto Şirketi yönetim kurulu üyesi.

Lidia Watrud: Monsanto'nun eski mikrobiyal biyoteknoloji araştırmacısı; hâlen, EPA çevresel etkiler laboratuarında çalışıyor.

Monsanto ve yeni Bush yönetimi arasındaki bağlantılar çok daha sağlamdır. Baba Bush bir Monsanto avukatı olan Clarence Thomas’ı, Yargıtay'a atadı. Thomas, oğul Bush’un başkan seçilmesinde  önemli bir rol oynadı. John Ashcroft, şimdiki başsavcı, ABD Senatosuna yeniden seçilmek için çalışırken Monsanto’nun en iyi müşterisiydi.  Donald Rumsfeld, şimdiki savunma sekreteri, şimdi Monsanto’ya ait olan Searle İlaç’ın başkanıydı. Tommy Thompson, Sağlık ve İnsan Hizmetleri sekreteri, Wisconsin’da 37 milyon dolarlık bir biyoteknoloji bölgesi kurmakla biyoteknoloji endüstrisine yardımcı oldu. O, bunun karşılığında seçim kampanyası için biyoteknoloji sektöründen 50.000 dolar aldı. Şimdiki Tarım Bakanlığı sekreteri Ann Veneman, Monsanto’ya bağlı Calgene İlaç’ın yönetim kurulundaydı. Yakınlarda, Linda J. Fisher, eski bir Monsanto yetkilisi, EPA ikinci başkanlığına Bush tarafından aday gösterildi. O, 1995 – 2000 arasında, Monsanto'nun Washington temsilcisiydi ve genetiği değiştirilmiş gıda direnç şirketin stratejisini koordine ediyordu.

Starlink Skandalı
GDO'lu ürünlerle ilgili mevcut düzenleyici politika yetersizliği son StarLink felaketiyle de ortaya çıkmıştır. 2000 yılı Eylül ayında, çevre ve gıda güvenliği gruplarının bir koalisyonu bağımsız bir laboratuar olarak bilinen GEAlert’e, GDO’lu mısır kontaminasyonlarını için test etmek için Taco Bell taco cips örneklerini gönderdi. Bu testler tacos’un StarLink adında bir genetiği değiştirilmiş mısır içerdiğini gösterdi. Bu içerik insanlarda alerjiye neden olduğu bilinen bir böcek öldürücü bir protein nedeniyle sadece hayvan yemi kullanımı için onaylanmıştır. Starlink, Aventis şirketi tarafından yaratılmıştır. Kısa bir süre sonra, Safeway marka taco cipslerinin Starlink ile kontamine olduğu ortaya çıktı. Kasım ayına gelindiğinde, FDA, 300'den fazla ürün zikretti. Aynı zamanda, 55.000 ton ABD mısırı Starlink pozitif testi sonucu nedeniyle  Japonya tarafından geri gönderildi.

Kusurlu mısır ürünlerinin hızlı bir şekilde hatırlatılıyor olmasına rağmen, 44 kişi Starlink ile kontamine gıdalar yedikten sonra hasta olduklarını iddia etti. Döküntü, ishal, kusma, kaşıntı ve hayatı tehdit eden anafilaktik şok yaşamışlardı. 13 kişi tedavi için doktora gitti. İkisi ise mısır cipsi ve unu yedikten sonra acile gitme ihtiyacı duydu.
 
Starlink fiyaskosu Aventis, Kraft, Safeway, Shaw ve diğerleri için da birkaç yüz milyon dolar kayıplara yol açmıştır. Vergi mükellefleri bile tasarının parçası zemine. Starlink ile kontamine edilmiş mısır tohumları bulunduran neredeyse 80 tohum şirketi keşfedildi. USDA, Kontamine olmuş bu tohumların ekimini önlemek için, 20 milyon dolarlık bir maliyetle satın alma yoluna gitti.

ABD'nin önde gelen organik sertifikacısı Farm Verified Organic’ten David Gould'un belirttiğine göre, "İncelemelerimiz, 2000 yılı hasadından bu yana hemen hemen tüm Amerika Birleşik devletlerindeki mısır tohumlarının genetiği en az bir ve genellikle daha fazla GDO ile kontamine olduğuna inanmak zorunda bırakmıştır. Hatta birçok organik mısırda dahi biyoteknolojik çeşitlerin izleri bulunmaktadır."

Wall Street Journal'da 5 Nisan’da yayınlanmış bir makalenin belirttiği üzere; bu endüstriyel yayılım eğilimiyle, önde gelen ABD'li doğal gıda markalarındaki "GDO bulunmaz" etiketlerinin, aslında önemli miktarda GDO’lu maddeler ile kontamine olmuş pek çok içerik demek olduğu, sadece saf bir aptal için sürpriz olacaktır.


[1] Massachusetts Institute of Technology’nin Dergisi The Thistle’deki,Continuing the Green Revolution:
The corporate assault on the security of the global food supply”  başlığıyla yayınlanmış makalenin çevirisidir. Cilt 13, Sayı 4, Haziran/Temmuz 2001 http://www.mit.edu/~thistle/v13/4/food.html#top