12 Ocak 2012 Perşembe

Türk Halkının GDO'lu Ürünlere Tepkisi (Ropörtaj)


Yard.Doç.Dr.Oğuz Özdemir, Muğla Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Fen Bilgisi Bölümü'nde hocadır. Sayın Özdemir ile GDO'lar üzerine yaptığı çalışmalar bağlamında söyleştik. (Sorular: Emine Sonnur Özcan)


Oğuz Bey, siz, doktoranızı GDO’lu gıdalar üzerine yapmaya karar verdiğinizde Türkiye’de GDO’lu ürünlerin durumu neydi? Örneğin fiili olarak hayatımıza girmiş durumda mıydı GDO?

        2000-2003 yılları arasında “GDO’ların Doğal Çevreye Etkileri ve Avrupa Birliği Açısından Değerlendirilmesi” konusunda doktora tezi yazdım. Söz konusu çalışma,   araştırma bulguları doğrultusunda GDO’ların çok yönlü etkilerini ve biyogüvenliğini konu alan ilk doktora tezi çalışmasıdır.

        O vakit, üzerinde çalışmakta olduğum tezle ilgili Türkiye’de TÜBİTAK başta olmak üzere Üniversite ve çeşitli kurumlardaki ilgili kişilerle ön görüşmeler yaparken, görüştüğüm kişilerin beyanlarından Türkiye’de  bu konunun çalışılması için erken olduğu yönünde genel bir kanatın olduğunu şaşkınlıkla  fark etmiştim. Oysa, GDO’lar uzun süredir Dünya’nın gündemindeydi. 1970’li yıllardan itibaren genetik mühendisliği işlemleriyle “gen aktarımı” işlemleri başlamış, 1985’li yıllardan itibaren tarımsal üretim amaçlı GDO’ların üretimine geçilmişti. Sorunuzun yanıtına dönecek olursak, doktora tezimi yazmaya başladığım 2000’li yılların başında GDO’lar çoktandır Türk toplumunun hayatına fiilen girmiş olmasına karşın, konuyla doğrudan ilgili kurumlar ve kişiler durumun pek farkında değildi.


Peki, günümüzde gördüğünüz “Türkiye ve GDO” fotoğrafını, kısaca tasvir edebilir misiniz?

GDO tartışmalarını,  yeni bir teknolojinin  (gen teknolojisi)’nin hayatımıza girmesinin çok yönlü boyutları olarak değerlendirmek gerekir. Aslında, gen teknolojisi karşısında verilen tepkiler, her yeni teknoloji karşısında verilen tepkilerle büyük ölçüde benzerlik taşıyor. Çok uluslu tarımsal biyoteknoloji şirketleri ve kimi araştırmacılar, bu teknolojiyi gittikçe büyüyen küresel gıda arzı sorununun yegâne çözümü olarak görürken, bilim câmiasının önemli bir bölümü ve toplumsal kamuoyu, insan ve çevre sağlığı üzerine yönelik olası riskler yüzünden GDO’ların yaygılaşmasına endişeyle yaklaşmakta, hatta direnç göstermektedir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken kritik bir nokta var:  Diğer teknolojik uygulamalardan farklı olarak, insanoğlu ilk defa yapısı ve davranışı tam olarak bilinmeyen “gen” dediğimiz biyolojik yapıları değiştirme ve bozma aşamasına geçmiştir. Bu teknolojinin, özellikle uzun vadede insan ve çevre sağlığı üzerine neler getirebileceğini şimdiden öngörebilmemiz mümkün değildir. GDO’ların bu kadar gündeme kalmasını buna bağlamak mümkün.

Konuyu  bütünlüğüyle görebilmek için, GDO’ların “ekolojik”, “sosyo-ekonomik”, “kültürel” ve “etik” yönlerinin her birini ilişkiselliği içinde hesaba katmak gerekir. Konu, kamuoyunda GDO’ların  maalesef insan sağlığına yönelik etkileri sınırlılığında gündeme gelmekle birlikte, aslında doğal yaşamı ve toplumsal hayatı derinden etkileyebilecek potansiyel taşımaktadır. Özellikle, Türkiye gibi zengin biyolojik çeşitliğe bağlı büyük tarımsal potansiyeli olan ülkelerin çok uluslu firmaların tekelinde biçimlenen GDO pazarının tarımsal üretim sistemleri üzerinde yaratacağı tahribat endişe verici boyutlardadır. Ayrıca, GDO’lara dayalı endüstriyel tarımsal üretim biçiminin üretici ile doğa arasındaki uyumu ortadan kaldıracağını öngörmek mümkün.  Canlı varlığın kısa vadeli amaçlar doğrultusunda genetik mühendisliği işlemleriyle bütünlüğünün bozulması önemli bir etik sorundur.


Oğuz Bey, yaptığınız sosyolojik saha araştırmaları sonucunda, Türkiye halkının GDO’ya karşı tutumunu bizimle paylaşır mısınız? Halkımız GDO’dan haberdâr mıdır?

GDO’lar hakkında toplumun bilgisi ve eğilimini belirlemek üzere,  2007-2009 kasım tarihleri TÜBİTAK’ın desteğiyle yürütücülüğümde Türkiye çapında 15 ilde  ilde, 2626 kişi ile yüzyüze görüşme yoluyla toplumsal kamuoyu araştırması gerçekleştirildi.  O yıllarda, GDO’lar bu ölçüde Türkiye’nin gündemine girmemişti ve kamuoyunu etkileyecek boyutta tartışmalar yapılmamıştı. Bizim saha çalışmasının bitiminden hemen sonra, “yönetmelik” tartışmalarıyla GDO’lar Türkiye’nin gündemine oturdu.
Belirlenen örneklem, 0,02  hata payı ile Türkiye genelini temsil edebilecek yeterliliktedir. Bunun yanında, GDO’larla ilgili doğrudan tarafların konuya bakışını ortaya koymak üzere, “özel ilgi alanı” uygulaması kapsamında “kamu yetkilileri” (Tarım, Çevre ve Sağlık Bakanlığı), “gıda zincirinin tarafları (Meslek Odaları, Yetiştiriciler, Biyoteknoloji Sektörü, Uzmanlar, Market Zincirleri)”  ve  “sivil toplum kuruluşları (tüketici ve çevre dernekleri)” gibi kurum ve kuruluşlardaki yönetici, uzman ve üye pozisyonundaki kişilerle görüşülmüştür.
Araştırmada,    tüketicilerin ve özel ilgi alanı taraflarının  GDO’lar hakkındaki bilgi ve eğilimi; I) Genel haberdarlık”, 2) Genel algı, 3) Türkiye’deki durum 4) Tüketim Durumu, 5) Bilgilenme kaynakları, 6) Bilgilenme kaynaklarına güven durumu, 7) Risk algısı, 8) Genetik uygulamalara ve GDO’lara yönelik tutum 9) GDO’ların etkilerine yönelik tutum, 10) Tüketici kabulü başlıkları altında  geniş bir çerçevede incelenmiştir. 
Araştırma sonucunda, Türkiye’de tüketicilerin GDO’ların faklı şekillerde Türkiye’de uzun süredir yaygın şekilde kullanıldığı kanatinde olduğu, bu konuda yeterince bilgilerinin olmadığı, GDO’ları insan ve çevre sağlığı ile sosyo-ekonomik açılardan oldukça riskli buldukları ve kötümser bir tutum içinde oldukları ve tüketmek istemedikleri yönünde sonuçlara ulaşılmıştır. Sonuç olarak, Türk toplumu GDO’lar hakkında yeterli ve doğru bilgiye sahip olmamasına karşın, “sezgisel” olarak, bu tür uygulamaların yeterince denetlenemeyecek ölçüde riskler getireceği “sağduyusu”nu ortaya koymuştur. Bunun yanında,  Türk toplumunun başta  tıbbî amaçlı  GDO’ları destekleyerek gen teknolojisine karşı “seçici” yaklaştığı ve “yenilikçi” olduğu yönünde bulgulara ulaşılmıştır.
Özel ilgi alanı kamuoyu uygulamasından toplanan veriler doğrultusunda, GDO’ların yararları ve riskleri konusunda, özel ilgi alanının bazı tarafları arasında (özellikle biyoteknoloji şirketleri ve sivil toplum kuruluşları arasında) derin görüş ayrılıkları ve tutum farklılıkları bulunduğu belirlenmiştir.  Bu çerçevede ulaştığımız en ilginç bulgulardan biri de, GDO’ların yol açabileceği insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkilerin Sağlık ve Çevre Bakanlığı yetkililerinin gündemine yeterince girmemiş olmasıdır. Bu durum, GDO’ların insan ve çevre sağlığı üzerinde yaratabileceği risklerin anlaşılması ve kontrol edilebilmesi noktasında kamu otoritesinin hazır olmadığının önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.




Hocam, 2009 yılında kurulan Biyogüvenlik Kurulu (BK) öncesi ve sonrasını, GDO açısından özetler misiniz? Kurulun yetkin ve katılımcı olduğunu düşünüyor musunuz?

2009 yılına gelene değin, TÜBİTAK’ın öncülüğünde ilgili kamu kurumları ve bazı sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla Türkiye’nin biyoteknoloji politikalarını geliştirmeye ve GDO’ların güvenli kullanımına yönelik düzenlemeleri oluşturmaya yönelik müzakerelerle belirli birikim sağlanmıştı. Bu süreçte, Türkiye’nin 2000 yılında taraf olduğu “Cartegena Biyogüvenlik Protokolü” nün getirdiği anlayış ve hükümlerle AB’nin ilgili Biyogüvenlik düzenlemeleri uyarınca, Türkiye’nin şartlarına uygun biyogüvenlik çerçevesi oluşturulması yönünde belirli bir aşama kaydedilmişti. Ancak, süreç içinde TÜBİTAK’ın devre dışı kalıp Tarım Bakanlığı’nın yetki ve sorumluluğuna geçmesiyle konunun geniş bir çerçeveden olgunlaştırılması fırsatı kaçırılmış oldu.

2009 yılında Biygüvenlik yönetmeliğinin gündeme gelmesi ve arkasından biyogüvenlik yasasının geçmesiyle bu konudaki belirsizlik, sınırlı ve sorunlu da olsa ortadan kalkmış oldu. Ancak, Cartagane protokolü ve AB’nin ilgili düzenlemelerinin gerektirdiği “şeffaflık” ve “toplumsal denetim” ilkesi büyük ölçüde gözetilmedi. Bu konuda, toplumsal kamuoyu ve sivil toplum kuruluşlarının görüşü dikkate alınmadan, Türkiye’nin ihtiyacını büyük oranda karşılamayan bir yol izlendi ve sorunlu bir sistem getirildi. Oysa, Türkiye’nin taraf olduğu Biyogüvenlik düzenlemelerine göre,  GDO’ların insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkilerini belirlemek üzere yapılacak araştırma sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması ve biyogüvenlik düzenlemelerinin biçimlenmesine kamuoyunun katılımının sağlanması gerekmektedir.

        Burada kaçırılmaması gereken kritik noktalardan biri de, GDO’ların risk analizinin “sınırlı mekân” ve “kısa süreli” çalışmalarla sınırlandırılmasıdır. Oysa, GDO’ların ekolojik risklerinin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi için olabildiğince daha geniş ve farklı ortamlarda ve uzun süreliğine araştırılmaların yapılması gerekmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin biyogüvenlik politikası “ihtiyatlılık” ilkesine dayanmaktadır. Söz konusu ilkeye göre, GDO’ların “zararsızlığı” tam olarak anlaşılıncaya kadar “riskli” kabul edilmekte ve bu doğrultuda sıkı düzenlemeler getirilmektedir.

Anlattığınız durumlar çerçevesinde, BK’nun 17 Kasım 2011 tarihli kararıyla 13 GDO’lu mısır türünün ithalinin onaylanması yönünde devlete görüş bildirmesi ve kapılarımızın bu GDO’lu ürünlere açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

GDO’ların biyogüvenliği, “GDO tohumlarının ekimi”, “GDO gıdaların tüketilmesi” ve “Araştırma amaçlı GDO’ların geliştirilmesi” gibi uygulamaları kapsamaktadır. BK’nun 13 GDO’lu mısır türünün ithalini serbest bırakacak kararı, GDO gıdaların tüketilmesiyle ilgilidir. Ancak, başvurusu yapılan GDO mısırların, risk analizinin nasıl yapıldığı ve hayvan yemi olarak tüketilmesi halinde hayvan ve insan sağlığı üzerinde “risksiz” olduğunun nasıl belirlendiği tartışma götürmektedir. Bu konuda, BK’nun yapmış olduğu açıklamalar kamuoyunu yeterince tatmin etmemekte ve endişeleri ortadan kaldırmaya yetmemektedir. Böylece,  Biyogüvenlik düzenlemeleri yapılmadan önce gayrı resmi olarak tüketilen GDO’ların artık bu tür yasal düzenlemelerin güvencesi (kisvesi) altında kullanılma imkânı doğmaktadır. Bu durum, önümüzdeki günlerde diğer GDO’lu hayvan yemlerinin ve hatta insanın tükettiği genetiği değiştirilmiş gıdalara da izin verilebileceği endişesini artırmaktadır.





BK’nun iddia ettiği üzere, GDO’lu mısırların hayvanlarımız tarafından tüketilmesinin hayvanlara ve dolayısıyla insanlara zararı yok mudur? Bu anlamda yapılan bağımsız bilimsel araştırmaların sonuçları nelerdir?

GDO’lu hayvan yemlerinin, insan sağlığına zararlı olmadığı düşüncesi ekolojik gerçeklerle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Doğaya karışan maddelerin ekolojik çevrimdeki beslenme ilişkisi içinde  bütün canlı ve cansız sistemlere karıştığı,  hem araştırmalarca, hem de yaşadığımız uzun bir deneyim sonucunda artık kuşku duymadığımız bir gerçeklik. Hayvan yemi olarak üretilen GDO’lu mısırların laboratuvar ortamında yapılan sınırlı-süreli ölçümler sonucunda, hayvanlara zarar vermediğinin belirlenmiş olması,  söz konusu gıdaların uzun vadede hayvan ve  insan sağlığı açısından güvenli olduğuna yetmez.

Genetiği değiştirilmiş ürünlerle beslenen hayvanlar üzerinde yapılan  bazı araştırmalarda,  bu gıdaların hayvanlarda gelişim bozukluğu, kısırlık, zehirlenme gibi sağlık sorunları gözlenmiştir.  Bu noktada,  özellikle İskoçya’da Pustaiİ and Bardocz isimli bilim adamlarının fareler üzerinde yapmış olduğu deneylerle endişe verici bulgulara ulaşmaları üzerine,    başlarına  gelenler oldukça düşündürücüdür. Bu konuda daha detaylı bilgilenmek isteyenlere,” ENGDAHL, F.W., Ölüm Tohumları-“Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Oyunlar”, çev: Şulekoğlu  Ö., Bilim-Gönül Yayınları, İstanbul, 2009 isimli kitabı okumalarını hararetle öneririm.  Bu durum, içinde bulunduğumuz konjonktürde GDO’ların risklerinin yansız şekilde araştırılabilmesi ve yayımlanabilmesinin ne kadar zorlaştığının çarpıcı bir göstergesidir. Bu şartlarda, tüketici olarak hâlihazırda GDO’lu gıdaların sağlımız üzerindeki etkilerini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz; maalesef ki  ancak, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra farkına varabileceğiz.


Son olarak, size göre GDO’lu ürünlerle ilgili olarak devletimizin, toplum sağlığını koruma yönünde atması gereken adımlar neler olmalıdır?

Dünyada ve Türkiye’de uzun süredir, GDO’lu soya, mısır v.b ürünlerin kullanıldığı oldukça geniş yelpazedeki gıdalar tüketilmektedir. Ancak, Türkiye’de yeterli denetim sistemi olmadığı için,  tüketicilerin bu gıdaların hangilerinin GDO’lu olduğunu bilme ve serbestçe seçme şansı bulunmamaktadır. Bu nedenle, yapılacak öncelikli iş,  giriş yapan genetiği değiştirilmiş gıdaları etkili bir gümrük denetimi ile tespit etmek ve etiketleme sistemi ile tüketiciye seçim hakkı tanımaktır.

Öte yandan, GDO tohumların denetimiyle ilgili belirsizlik halen sürmektedir. BK buna dönük henüz bir adım atmış değildir. Ulusal çapta bir envanter çalışması yapılarak, GDO’lu tohumlar tescil edilerek üreticilerin bunları doğal tohumlardan ayırabilmesinin koşulları sağlanmalıdır. Aksi takdirde, ülkemizin tarımsal üretim sistemi ve gıda güvenliği bütünüyle büyük bir tehdit altına girecektir.
Son olarak hatırlatmak isterim ki, gittikçe hayatımıza giren gen teknolojisine yönelik politikalar geliştirirken, bilimsel araştırma sonuçlarının yanında, toplumsal kamuoyunun tepkisi ve eğiliminin dikkate alınması, hem getirilecek düzenlemelerin meşrûiyeti açısından, hem de bu tür teknolojilerin öngörülemeyen olası riskleri üzerinde toplumsal denetimin sağlanması açısından kritik önem taşımaktadır. Geride bıraktığımız geçmiş, sadece uzmanların görüşleri doğrultusunda alınan kararların ve uygulamaların güvenilir olmadığını gösteren örneklerle doludur. 



Oğuz Hocam, zaman ayırıp sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Umarım, açıklamalarım konunun değişik yönleriyle açıklığa kavuşmasında etkili olur.



Hiç yorum yok: