Yard.Doç.Dr.Oğuz Özdemir, Muğla Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Fen Bilgisi Bölümü'nde hocadır. Sayın Özdemir ile GDO'lar üzerine yaptığı çalışmalar bağlamında söyleştik. (Sorular: Emine Sonnur Özcan)
Oğuz Bey, siz, doktoranızı
GDO’lu gıdalar üzerine yapmaya karar verdiğinizde Türkiye’de GDO’lu ürünlerin
durumu neydi? Örneğin fiili olarak hayatımıza girmiş durumda mıydı GDO?
2000-2003
yılları arasında “GDO’ların Doğal Çevreye Etkileri ve Avrupa Birliği
Açısından Değerlendirilmesi” konusunda doktora tezi yazdım. Söz konusu
çalışma, araştırma bulguları
doğrultusunda GDO’ların çok yönlü etkilerini ve biyogüvenliğini konu alan ilk
doktora tezi çalışmasıdır.
O vakit, üzerinde çalışmakta olduğum tezle
ilgili Türkiye’de TÜBİTAK başta olmak üzere Üniversite ve çeşitli
kurumlardaki ilgili kişilerle ön görüşmeler yaparken, görüştüğüm kişilerin
beyanlarından Türkiye’de bu konunun
çalışılması için erken olduğu yönünde genel bir kanatın olduğunu
şaşkınlıkla fark etmiştim. Oysa,
GDO’lar uzun süredir Dünya’nın gündemindeydi. 1970’li yıllardan itibaren
genetik mühendisliği işlemleriyle “gen aktarımı” işlemleri başlamış, 1985’li
yıllardan itibaren tarımsal üretim amaçlı GDO’ların üretimine geçilmişti.
Sorunuzun yanıtına dönecek olursak, doktora tezimi yazmaya başladığım
2000’li yılların başında GDO’lar çoktandır Türk toplumunun hayatına fiilen
girmiş olmasına karşın, konuyla doğrudan ilgili kurumlar ve kişiler durumun
pek farkında değildi.
Peki,
günümüzde gördüğünüz “Türkiye ve GDO” fotoğrafını, kısaca tasvir edebilir
misiniz?
GDO tartışmalarını, yeni bir teknolojinin (gen teknolojisi)’nin hayatımıza girmesinin
çok yönlü boyutları olarak değerlendirmek gerekir. Aslında, gen teknolojisi
karşısında verilen tepkiler, her yeni teknoloji karşısında verilen tepkilerle
büyük ölçüde benzerlik taşıyor. Çok uluslu tarımsal biyoteknoloji şirketleri ve
kimi araştırmacılar, bu teknolojiyi gittikçe büyüyen küresel gıda arzı
sorununun yegâne çözümü olarak görürken, bilim câmiasının önemli bir bölümü ve
toplumsal kamuoyu, insan ve çevre sağlığı üzerine yönelik olası riskler
yüzünden GDO’ların yaygılaşmasına endişeyle yaklaşmakta, hatta direnç
göstermektedir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken kritik bir nokta
var: Diğer teknolojik uygulamalardan
farklı olarak, insanoğlu ilk defa yapısı ve davranışı tam olarak bilinmeyen
“gen” dediğimiz biyolojik yapıları değiştirme ve bozma aşamasına geçmiştir. Bu
teknolojinin, özellikle uzun vadede insan ve çevre sağlığı üzerine neler
getirebileceğini şimdiden öngörebilmemiz mümkün değildir. GDO’ların bu kadar
gündeme kalmasını buna bağlamak mümkün.
Konuyu bütünlüğüyle görebilmek için, GDO’ların
“ekolojik”, “sosyo-ekonomik”, “kültürel” ve “etik” yönlerinin her birini
ilişkiselliği içinde hesaba katmak gerekir. Konu, kamuoyunda GDO’ların maalesef insan sağlığına yönelik etkileri
sınırlılığında gündeme gelmekle birlikte, aslında doğal yaşamı ve toplumsal
hayatı derinden etkileyebilecek potansiyel taşımaktadır. Özellikle, Türkiye
gibi zengin biyolojik çeşitliğe bağlı büyük tarımsal potansiyeli olan ülkelerin
çok uluslu firmaların tekelinde biçimlenen GDO pazarının tarımsal üretim
sistemleri üzerinde yaratacağı tahribat endişe verici boyutlardadır. Ayrıca,
GDO’lara dayalı endüstriyel tarımsal üretim biçiminin üretici ile doğa
arasındaki uyumu ortadan kaldıracağını öngörmek mümkün. Canlı varlığın kısa vadeli amaçlar
doğrultusunda genetik mühendisliği işlemleriyle bütünlüğünün bozulması önemli
bir etik sorundur.
Oğuz Bey, yaptığınız sosyolojik
saha araştırmaları sonucunda, Türkiye halkının GDO’ya karşı tutumunu bizimle
paylaşır mısınız? Halkımız GDO’dan haberdâr mıdır?
GDO’lar hakkında toplumun bilgisi
ve eğilimini belirlemek üzere, 2007-2009
kasım tarihleri TÜBİTAK’ın desteğiyle yürütücülüğümde Türkiye çapında 15
ilde ilde, 2626 kişi ile yüzyüze görüşme
yoluyla toplumsal kamuoyu araştırması gerçekleştirildi. O yıllarda, GDO’lar bu ölçüde Türkiye’nin
gündemine girmemişti ve kamuoyunu etkileyecek boyutta tartışmalar yapılmamıştı.
Bizim saha çalışmasının bitiminden hemen sonra, “yönetmelik” tartışmalarıyla
GDO’lar Türkiye’nin gündemine oturdu.
Belirlenen
örneklem, 0,02 hata payı ile Türkiye
genelini temsil edebilecek yeterliliktedir. Bunun yanında, GDO’larla ilgili
doğrudan tarafların konuya bakışını ortaya koymak üzere, “özel ilgi
alanı” uygulaması kapsamında “kamu yetkilileri” (Tarım, Çevre ve Sağlık
Bakanlığı), “gıda zincirinin tarafları (Meslek Odaları, Yetiştiriciler,
Biyoteknoloji Sektörü, Uzmanlar, Market Zincirleri)” ve “sivil
toplum kuruluşları (tüketici ve çevre dernekleri)” gibi kurum ve kuruluşlardaki
yönetici, uzman ve üye pozisyonundaki kişilerle görüşülmüştür.
Araştırmada, tüketicilerin ve özel ilgi alanı taraflarının
GDO’lar hakkındaki bilgi ve eğilimi; I)
Genel haberdarlık”, 2) Genel algı, 3) Türkiye’deki durum 4) Tüketim Durumu, 5)
Bilgilenme kaynakları, 6) Bilgilenme kaynaklarına güven durumu, 7) Risk algısı,
8) Genetik uygulamalara ve GDO’lara yönelik tutum 9) GDO’ların etkilerine
yönelik tutum, 10) Tüketici kabulü başlıkları altında geniş bir çerçevede incelenmiştir.
Araştırma sonucunda, Türkiye’de tüketicilerin GDO’ların faklı
şekillerde Türkiye’de uzun süredir yaygın şekilde kullanıldığı kanatinde
olduğu, bu konuda yeterince bilgilerinin olmadığı, GDO’ları insan ve çevre
sağlığı ile sosyo-ekonomik açılardan oldukça riskli buldukları ve kötümser bir
tutum içinde oldukları ve tüketmek istemedikleri yönünde sonuçlara
ulaşılmıştır. Sonuç olarak, Türk toplumu GDO’lar hakkında yeterli ve doğru
bilgiye sahip olmamasına karşın, “sezgisel” olarak, bu tür uygulamaların
yeterince denetlenemeyecek ölçüde riskler getireceği “sağduyusu”nu ortaya
koymuştur. Bunun yanında, Türk
toplumunun başta tıbbî amaçlı GDO’ları destekleyerek gen teknolojisine
karşı “seçici” yaklaştığı ve “yenilikçi” olduğu yönünde bulgulara ulaşılmıştır.
Özel ilgi alanı kamuoyu uygulamasından toplanan veriler
doğrultusunda, GDO’ların yararları ve riskleri konusunda, özel ilgi alanının
bazı tarafları arasında (özellikle biyoteknoloji şirketleri ve sivil toplum
kuruluşları arasında) derin görüş ayrılıkları ve tutum farklılıkları bulunduğu
belirlenmiştir. Bu çerçevede
ulaştığımız en ilginç bulgulardan biri de, GDO’ların yol açabileceği insan ve
çevre sağlığı üzerindeki etkilerin Sağlık ve Çevre Bakanlığı yetkililerinin gündemine
yeterince girmemiş olmasıdır. Bu durum, GDO’ların insan ve çevre sağlığı
üzerinde yaratabileceği risklerin anlaşılması ve kontrol edilebilmesi
noktasında kamu otoritesinin hazır olmadığının önemli bir göstergesi olarak
değerlendirilebilir.
Hocam, 2009 yılında kurulan Biyogüvenlik Kurulu
(BK) öncesi ve sonrasını, GDO açısından özetler misiniz? Kurulun yetkin ve
katılımcı olduğunu düşünüyor musunuz?
2009 yılına gelene değin,
TÜBİTAK’ın öncülüğünde ilgili kamu kurumları ve bazı sivil toplum kuruluşlarının
katılımıyla Türkiye’nin biyoteknoloji politikalarını geliştirmeye ve GDO’ların
güvenli kullanımına yönelik düzenlemeleri oluşturmaya yönelik müzakerelerle
belirli birikim sağlanmıştı. Bu süreçte, Türkiye’nin 2000 yılında taraf
olduğu “Cartegena Biyogüvenlik Protokolü” nün getirdiği anlayış ve
hükümlerle AB’nin ilgili Biyogüvenlik düzenlemeleri uyarınca, Türkiye’nin
şartlarına uygun biyogüvenlik çerçevesi oluşturulması yönünde belirli bir aşama
kaydedilmişti. Ancak, süreç içinde TÜBİTAK’ın devre dışı kalıp Tarım
Bakanlığı’nın yetki ve sorumluluğuna geçmesiyle konunun geniş bir çerçeveden
olgunlaştırılması fırsatı kaçırılmış oldu.
2009 yılında Biygüvenlik
yönetmeliğinin gündeme gelmesi ve arkasından biyogüvenlik yasasının geçmesiyle
bu konudaki belirsizlik, sınırlı ve sorunlu da olsa ortadan kalkmış oldu.
Ancak, Cartagane protokolü ve AB’nin ilgili düzenlemelerinin gerektirdiği
“şeffaflık” ve “toplumsal denetim” ilkesi büyük ölçüde gözetilmedi. Bu
konuda, toplumsal kamuoyu ve sivil toplum kuruluşlarının görüşü dikkate
alınmadan, Türkiye’nin ihtiyacını büyük oranda karşılamayan bir yol izlendi ve sorunlu
bir sistem getirildi. Oysa, Türkiye’nin taraf olduğu Biyogüvenlik
düzenlemelerine göre, GDO’ların insan ve
çevre sağlığı üzerindeki etkilerini belirlemek üzere yapılacak araştırma
sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması ve biyogüvenlik düzenlemelerinin
biçimlenmesine kamuoyunun katılımının sağlanması gerekmektedir.
Burada
kaçırılmaması gereken kritik noktalardan biri de, GDO’ların risk analizinin “sınırlı
mekân” ve “kısa süreli” çalışmalarla sınırlandırılmasıdır. Oysa, GDO’ların
ekolojik risklerinin bütün yönleriyle anlaşılabilmesi için olabildiğince daha
geniş ve farklı ortamlarda ve uzun süreliğine araştırılmaların yapılması
gerekmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin biyogüvenlik politikası
“ihtiyatlılık” ilkesine dayanmaktadır. Söz konusu ilkeye göre, GDO’ların
“zararsızlığı” tam olarak anlaşılıncaya kadar “riskli” kabul edilmekte ve bu
doğrultuda sıkı düzenlemeler getirilmektedir.
Anlattığınız durumlar
çerçevesinde, BK’nun 17 Kasım 2011 tarihli kararıyla 13 GDO’lu
mısır türünün ithalinin onaylanması yönünde devlete görüş bildirmesi ve
kapılarımızın bu GDO’lu ürünlere açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
GDO’ların biyogüvenliği, “GDO
tohumlarının ekimi”, “GDO gıdaların tüketilmesi” ve “Araştırma amaçlı GDO’ların
geliştirilmesi” gibi uygulamaları kapsamaktadır. BK’nun 13 GDO’lu mısır türünün
ithalini serbest bırakacak kararı, GDO gıdaların tüketilmesiyle ilgilidir.
Ancak, başvurusu yapılan GDO mısırların, risk analizinin nasıl yapıldığı ve
hayvan yemi olarak tüketilmesi halinde hayvan ve insan sağlığı üzerinde
“risksiz” olduğunun nasıl belirlendiği tartışma götürmektedir. Bu konuda, BK’nun
yapmış olduğu açıklamalar kamuoyunu yeterince tatmin etmemekte ve endişeleri ortadan
kaldırmaya yetmemektedir. Böylece, Biyogüvenlik
düzenlemeleri yapılmadan önce gayrı resmi olarak tüketilen GDO’ların artık bu
tür yasal düzenlemelerin güvencesi (kisvesi) altında kullanılma imkânı
doğmaktadır. Bu durum, önümüzdeki günlerde diğer GDO’lu hayvan yemlerinin ve
hatta insanın tükettiği genetiği değiştirilmiş gıdalara da izin verilebileceği
endişesini artırmaktadır.
BK’nun iddia ettiği üzere, GDO’lu mısırların
hayvanlarımız tarafından tüketilmesinin hayvanlara ve dolayısıyla insanlara
zararı yok mudur? Bu anlamda yapılan bağımsız bilimsel araştırmaların sonuçları
nelerdir?
GDO’lu hayvan yemlerinin, insan
sağlığına zararlı olmadığı düşüncesi ekolojik gerçeklerle kesinlikle
bağdaşmamaktadır. Doğaya karışan maddelerin ekolojik çevrimdeki beslenme
ilişkisi içinde bütün canlı ve cansız
sistemlere karıştığı, hem
araştırmalarca, hem de yaşadığımız uzun bir deneyim sonucunda artık kuşku
duymadığımız bir gerçeklik. Hayvan yemi olarak üretilen GDO’lu mısırların laboratuvar
ortamında yapılan sınırlı-süreli ölçümler sonucunda, hayvanlara zarar
vermediğinin belirlenmiş olması, söz
konusu gıdaların uzun vadede hayvan ve
insan sağlığı açısından güvenli olduğuna yetmez.
Genetiği değiştirilmiş ürünlerle
beslenen hayvanlar üzerinde yapılan bazı
araştırmalarda, bu gıdaların hayvanlarda
gelişim bozukluğu, kısırlık, zehirlenme gibi sağlık sorunları gözlenmiştir. Bu noktada,
özellikle İskoçya’da Pustaiİ
and Bardocz isimli bilim adamlarının fareler üzerinde yapmış olduğu
deneylerle endişe verici bulgulara ulaşmaları üzerine, başlarına
gelenler oldukça düşündürücüdür. Bu konuda daha detaylı bilgilenmek
isteyenlere,” ENGDAHL, F.W., Ölüm Tohumları-“Kalıtımın Değiştirilmesinin
Arkasındaki Oyunlar”, çev: Şulekoğlu Ö.,
Bilim-Gönül Yayınları, İstanbul, 2009 isimli kitabı okumalarını hararetle
öneririm. Bu durum, içinde bulunduğumuz
konjonktürde GDO’ların risklerinin yansız şekilde araştırılabilmesi ve
yayımlanabilmesinin ne kadar zorlaştığının çarpıcı bir göstergesidir. Bu
şartlarda, tüketici olarak hâlihazırda GDO’lu gıdaların sağlımız üzerindeki
etkilerini hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğiz; maalesef ki ancak, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra
farkına varabileceğiz.
Son olarak, size göre GDO’lu ürünlerle ilgili
olarak devletimizin, toplum sağlığını koruma yönünde atması gereken adımlar
neler olmalıdır?
Dünyada ve Türkiye’de uzun
süredir, GDO’lu soya, mısır v.b ürünlerin kullanıldığı oldukça geniş
yelpazedeki gıdalar tüketilmektedir. Ancak, Türkiye’de yeterli denetim sistemi
olmadığı için, tüketicilerin bu
gıdaların hangilerinin GDO’lu olduğunu bilme ve serbestçe seçme şansı
bulunmamaktadır. Bu nedenle, yapılacak öncelikli iş, giriş yapan genetiği değiştirilmiş gıdaları
etkili bir gümrük denetimi ile tespit etmek ve etiketleme sistemi ile
tüketiciye seçim hakkı tanımaktır.
Öte yandan, GDO tohumların
denetimiyle ilgili belirsizlik halen sürmektedir. BK buna dönük henüz bir adım
atmış değildir. Ulusal çapta bir envanter çalışması yapılarak, GDO’lu tohumlar
tescil edilerek üreticilerin bunları doğal tohumlardan ayırabilmesinin
koşulları sağlanmalıdır. Aksi takdirde, ülkemizin tarımsal üretim sistemi ve
gıda güvenliği bütünüyle büyük bir tehdit altına girecektir.
Son olarak hatırlatmak isterim ki,
gittikçe hayatımıza giren gen teknolojisine yönelik politikalar geliştirirken,
bilimsel araştırma sonuçlarının yanında, toplumsal kamuoyunun tepkisi ve
eğiliminin dikkate alınması, hem getirilecek düzenlemelerin meşrûiyeti
açısından, hem de bu tür teknolojilerin öngörülemeyen olası riskleri üzerinde
toplumsal denetimin sağlanması açısından kritik önem taşımaktadır. Geride
bıraktığımız geçmiş, sadece uzmanların görüşleri doğrultusunda alınan
kararların ve uygulamaların güvenilir olmadığını gösteren örneklerle
doludur.
Oğuz Hocam, zaman ayırıp sorularımızı
cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.
Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Umarım,
açıklamalarım konunun değişik yönleriyle açıklığa kavuşmasında etkili olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder