4 Temmuz 2012 Çarşamba

Seratonin ile Plastik Mutluluklar!



Bundan en az bir beş sene önceydi galiba… ODTÜ öğrencileriyle yapılan bir ankette, üniversite öğrencilerinin yüzde 50’sinden fazlasının antidepresan kullanmakta olduğu ortaya koyulmuştu. Geçtiğimiz aylarda da Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) bir rapor yayımladı. “Türkiye’de Antidepresan Kullanımları Artıyor mu?” başlıklı rapor, Ülkemizdeki antidepresan kullanımına ilişkin çok çarpıcı veriler içermekte. Rapora  göre:

·         2005-2010 yılları arasındaki toplam antidepresan satışı, kutu olarak yüzde 65 oranında artmış durumdadır.  

·         Sağlık Bakanlığı verileriyle, psikiyatristlere başvuran hasta potansiyeli 2000’li yılların başında yükselişe geçmiş ve 2009 yılı itibariyle yaklaşık 6 milyon hastanın kaydı alınmıştır.

·         Bu sayı kabaca, 2009 yılında her psikiyatriste ayda toplam 500 hasta düştüğünü göstermektedir.

Raporda antidepresan kullanımı bağlamında daha başka önemli veriler de bulunmakta. Ülkemizdeki psikiyatrist sayısı; gelir-mutluluk ilişkisi gibi.  

Peki şu soruya ne dersiniz? Antidepresanların pek çoğunda bulunan ve alımı vasıtasıyla kişiyi  mutlu ve rahat hissettiren seratonin isimli kimyasal madde nedir? Nasıl elde edilir? Ve sentetik yollar dışında, doğal olarak edinebilmenin yolu var mıdır? 

Efendim, yaygın olarak bilinenin hilâfına, esasen seratonin bir hormon değil, bir kimyasal madde. Seratonin bağımsız bir kimyasal da değil. Triptofan isimli bir aminoasit tarafından sentezleniyor. Triptofanı dolayısıyla seratonini vücut kendiliğinden üretemiyor; ancak besinler ve diğer dış etkenler yoluyla dışarıdan alınarak var olabiliyor. 

Seratonin üretimini sağlayan gıdaların başlıcaları şunlar: Hindi, tavuk, balık etleri; süt, buğday, peynir, yulaf ve yulaflı gıdalar, kuru erik, muz ve elma. Tabii ki her biri doğal olarak üretilmiş olmalı.

Diğer yandan, yapılan araştırmalar seratonin  salgılanmasının güneş ışığı, fiziksel aktivite ve ibadet ile de arttığını ortaya koymakta... Araştırmalar, gözlere gözlük takılmadan her gün en az yarım saat kadar güneş ışığı almanın; çeşitli fiziksel faaliyetlerle bedensel anlamda yorulmanın ve de uhrevî bir ortamda ibadet etmenin beyindeki seratonin miktarını artırdığını bildiriyor…

Gelin şimdi de mevcut yaşam şartlarımıza bakalım: Aldığımız gıdalar, diyelim ki tavuk-hindi etleri, ne kadar doğal? Yediğimiz tavukların ilaç-hormon, GDO’lu mısır vs. eşliğinde, değil gün yüzü görmek, kımıldamadan şişirildiğini bilmeyen kalmamıştır. Hindilere özel ayrıcalıklı yetiştirme şartları tanındığını düşünmek tuhaf olur!... Balık tüketiminin ülkemizde çok yaygın olmadığı ortada… Ülkemizde GDO’lu tarım yasak ama dışarıdan gelen tahıllar için böyle bir bariyer yok. Diğer yandan sebze ve meyvelerin tamamen doğal şartlarda; ilaçsız-hormonsuz üretildiği de iddia edilemez.

Peki, güneş ışığı alma ve diğer “seratoninsel” faaliyetlerimiz ne durumda? Evvela şunu sormalı: Normal şartlar altında, modern şehir hayatı yaşayan bir insan; yani çalışan, okuyan ya da evde oturan, güneşle ortalama ne kadar hemhâl olabilir? 

Sabahları, beton blokların içerisine kurduğumuz yuvalarımızdan kalkıyoruz, harala gürele arabamıza ya da toplu taşım araçlarına kendimizi atıp, yine beton blokların içerisine konuşlanmış iş yerlerimize varmaya çalışıyoruz. “Şöyle birkaç dakika güneş ışığı alaydım da seratoninim azıcık yükseleydi!…”den gayrı ne çok kaygı ve gerginliğimiz var! Trafiğe takıldım; işe geç kaldım; çocuğu kim bırakacak? Patrona ne diyeceğim? Filan filan… Onlarca sinir bozucu soru!…

Gittiğimiz işlerin (en azından hizmet sektörünün bazı türleri hariç) tamamına yakını masa başı işler… Sabah bir çöküyoruz koltuğumuza, öğlen oluyor. Yemeği yiyip belki bir yarım saat dışarı çıkmanın ardından aynı pozisyon akşama kadar korunuyor. Akşama, kafamızda sabahkiler tadında onlarca sorularla eve yollanıp canhıraş, yemek vs. derdine düşüyoruz. Ee? Hani bu hayatta sağlıklı gıdalar, güneş ışığı; bedensel aktiviteler ve de uhrevî ortamlar? 

Manzaraya bakılırsa, günümüzün modern hayatında doğal yollardan seratonin seviyesini  yükseltip antidepresansız bir hayatı sağlamak neredeyse olası değil!… Bu doğrudan, ne kadar modernleşilir, kırdan kente göç ne kadar çoğalırsa o kadar depresif insan profiliyle karşılaşacağız anlamına geliyor…  Nitekim Rapordaki verileri destekler biçimde, son yirmi yılda köyden şehire akış hızlanarak devam ediyor. Dolayısıyla, şehrin mutsuz insanı, plastik mutluluğunu çaresiz, antidepresanlarla yaratmak durumunda. Ama ne acıdır ki antidepresanlarla da kurtuluşa ermek mümkün değil! 

Hatırlanacağı üzere bundan yaklaşık onbeş-yirmi sene öncesinde bir Prozac salgını vardı. Mutluluk hapı olarak lanse edilen; hakkında kitaplar, romanlar yazılan bu ilacın, abartılıp çocuk versiyonu dahi üretilmişti. Sonraki yıllarda Prozac’ın intihar eğilimini tetiklediği ortaya çıktı; ancak bildiğimiz kadarıyla hâlâ reçete ediliyor.

Prozac ve diğerlerinin yarattığı intihar eğilimi ve daha başka yığınla ölümcül yan etki, vicdanları paralayan, ilaç sanayiinin hânesine yazılmış durumda. Örneğin, çok yeni bir haber, dünyanın en büyük ilaç firmalarından GlaxoSmithKline’na, ikisi antidepresan, biri diyabet ilacı, üç ürününde ölümcül yan etkiler olduğu halde, sahtekârlık yapıp bunu gizlediği; üstelik doktorlara rüşvet vererek reçete ettirdiği için, 3 milyar dolar ceza verildiğini söylüyor… Şirketin diyabet ilacının etkisiyle kalp krizi geçirip ölen 83 bin kişinin yakınları için, bu cezanın herhangi bir anlam taşıyacağını sanmam; ama dış basından biliyoruz ki ABD İlaç Kurumu FDA yetkilileriyle ilaç devlerinin muhabbeti bir başka! Kâbus gibi değil mi? Allah benzetmesin, uzak tutsun ülkemizden, demekten başka ne gelir elden?!...

Hiç yorum yok: