Bundan en az
bir beş sene önceydi galiba… ODTÜ öğrencileriyle yapılan bir ankette,
üniversite öğrencilerinin yüzde 50’sinden fazlasının antidepresan kullanmakta
olduğu ortaya koyulmuştu. Geçtiğimiz aylarda da Türkiye Ekonomi Politikaları
Araştırma Vakfı (TEPAV) bir rapor yayımladı. “Türkiye’de Antidepresan
Kullanımları Artıyor mu?” başlıklı rapor, Ülkemizdeki antidepresan kullanımına
ilişkin çok çarpıcı veriler içermekte. Rapora göre:
·
2005-2010 yılları arasındaki
toplam antidepresan satışı, kutu olarak yüzde 65 oranında artmış durumdadır.
·
Sağlık Bakanlığı
verileriyle, psikiyatristlere başvuran hasta potansiyeli 2000’li yılların
başında yükselişe geçmiş ve 2009 yılı itibariyle yaklaşık 6 milyon hastanın
kaydı alınmıştır.
·
Bu sayı kabaca, 2009
yılında her psikiyatriste ayda toplam 500 hasta düştüğünü göstermektedir.
Raporda antidepresan
kullanımı bağlamında daha başka önemli veriler de bulunmakta. Ülkemizdeki
psikiyatrist sayısı; gelir-mutluluk ilişkisi gibi.
Peki şu soruya
ne dersiniz? Antidepresanların pek çoğunda bulunan ve alımı vasıtasıyla kişiyi mutlu ve rahat hissettiren seratonin
isimli kimyasal madde nedir? Nasıl elde edilir? Ve sentetik yollar dışında,
doğal olarak edinebilmenin yolu var mıdır?
Efendim,
yaygın olarak bilinenin hilâfına, esasen seratonin bir hormon değil, bir
kimyasal madde. Seratonin bağımsız bir kimyasal da değil. Triptofan isimli
bir aminoasit tarafından sentezleniyor. Triptofanı dolayısıyla seratonini vücut
kendiliğinden üretemiyor; ancak besinler ve diğer dış etkenler yoluyla dışarıdan
alınarak var olabiliyor.
Seratonin
üretimini sağlayan gıdaların başlıcaları şunlar: Hindi, tavuk, balık etleri;
süt, buğday, peynir, yulaf ve yulaflı gıdalar, kuru erik, muz ve elma. Tabii ki
her biri doğal olarak üretilmiş olmalı.
Diğer yandan,
yapılan araştırmalar seratonin
salgılanmasının güneş ışığı, fiziksel aktivite ve ibadet ile de arttığını
ortaya koymakta... Araştırmalar, gözlere gözlük takılmadan her gün en az yarım
saat kadar güneş ışığı almanın; çeşitli fiziksel faaliyetlerle bedensel anlamda
yorulmanın ve de uhrevî bir ortamda ibadet etmenin beyindeki seratonin
miktarını artırdığını bildiriyor…
Gelin şimdi de
mevcut yaşam şartlarımıza bakalım: Aldığımız gıdalar, diyelim ki tavuk-hindi etleri,
ne kadar doğal? Yediğimiz tavukların ilaç-hormon, GDO’lu mısır vs. eşliğinde,
değil gün yüzü görmek, kımıldamadan şişirildiğini bilmeyen kalmamıştır.
Hindilere özel ayrıcalıklı yetiştirme şartları tanındığını düşünmek tuhaf
olur!... Balık tüketiminin ülkemizde çok yaygın olmadığı ortada… Ülkemizde
GDO’lu tarım yasak ama dışarıdan gelen tahıllar için böyle bir bariyer yok.
Diğer yandan sebze ve meyvelerin tamamen doğal şartlarda; ilaçsız-hormonsuz
üretildiği de iddia edilemez.
Peki, güneş
ışığı alma ve diğer “seratoninsel” faaliyetlerimiz ne durumda? Evvela şunu
sormalı: Normal şartlar altında, modern şehir hayatı yaşayan bir insan; yani
çalışan, okuyan ya da evde oturan, güneşle ortalama ne kadar hemhâl olabilir?
Sabahları,
beton blokların içerisine kurduğumuz yuvalarımızdan kalkıyoruz, harala gürele
arabamıza ya da toplu taşım araçlarına kendimizi atıp, yine beton blokların
içerisine konuşlanmış iş yerlerimize varmaya çalışıyoruz. “Şöyle birkaç dakika
güneş ışığı alaydım da seratoninim azıcık yükseleydi!…”den gayrı ne çok kaygı
ve gerginliğimiz var! Trafiğe takıldım; işe geç kaldım; çocuğu kim bırakacak?
Patrona ne diyeceğim? Filan filan… Onlarca sinir bozucu soru!…
Gittiğimiz
işlerin (en azından hizmet sektörünün bazı türleri hariç) tamamına yakını masa
başı işler… Sabah bir çöküyoruz koltuğumuza, öğlen oluyor. Yemeği yiyip belki
bir yarım saat dışarı çıkmanın ardından aynı pozisyon akşama kadar korunuyor.
Akşama, kafamızda sabahkiler tadında onlarca sorularla eve yollanıp canhıraş,
yemek vs. derdine düşüyoruz. Ee? Hani bu hayatta sağlıklı gıdalar, güneş ışığı;
bedensel aktiviteler ve de uhrevî ortamlar?
Manzaraya
bakılırsa, günümüzün modern hayatında doğal yollardan seratonin seviyesini yükseltip antidepresansız bir hayatı sağlamak
neredeyse olası değil!… Bu doğrudan, ne kadar modernleşilir, kırdan kente göç ne
kadar çoğalırsa o kadar depresif insan profiliyle karşılaşacağız anlamına
geliyor… Nitekim Rapordaki verileri
destekler biçimde, son yirmi yılda köyden şehire akış hızlanarak devam ediyor. Dolayısıyla,
şehrin mutsuz insanı, plastik mutluluğunu çaresiz, antidepresanlarla yaratmak
durumunda. Ama ne acıdır ki antidepresanlarla da kurtuluşa ermek mümkün değil!
Hatırlanacağı
üzere bundan yaklaşık onbeş-yirmi sene öncesinde bir Prozac salgını vardı. Mutluluk
hapı olarak lanse edilen; hakkında kitaplar, romanlar yazılan bu ilacın,
abartılıp çocuk versiyonu dahi üretilmişti. Sonraki yıllarda Prozac’ın intihar
eğilimini tetiklediği ortaya çıktı; ancak bildiğimiz kadarıyla hâlâ reçete
ediliyor.
Prozac ve
diğerlerinin yarattığı intihar eğilimi ve daha başka yığınla ölümcül yan etki,
vicdanları paralayan, ilaç sanayiinin hânesine yazılmış durumda. Örneğin, çok yeni
bir haber, dünyanın en büyük ilaç firmalarından GlaxoSmithKline’na, ikisi
antidepresan, biri diyabet ilacı, üç ürününde ölümcül yan etkiler olduğu halde,
sahtekârlık yapıp bunu gizlediği; üstelik doktorlara rüşvet vererek reçete
ettirdiği için, 3 milyar dolar ceza verildiğini söylüyor… Şirketin diyabet
ilacının etkisiyle kalp krizi geçirip ölen 83 bin kişinin yakınları için, bu
cezanın herhangi bir anlam taşıyacağını sanmam; ama dış basından biliyoruz ki ABD
İlaç Kurumu FDA yetkilileriyle ilaç devlerinin muhabbeti bir başka! Kâbus gibi
değil mi? Allah benzetmesin, uzak tutsun ülkemizden, demekten başka ne gelir
elden?!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder