Tüm semâvî
dinlerin, kadim ve kutsal öğretilerin salık verdiği üzere denge, itidâl,
yaşamın sürekliliğinin ve dolayısıyla huzur ve mutluluğun vazgeçilmez sırrı…
Her alanda, her adımda aranması ve yerleştirilmesi şart olan denge, günümüz
dünyasında hepten altüst olmak üzere...
Ne yazık ki
Doğulu devletler, Batının geçirdiği kötü “ilerleme” deneyiminden hâlâ
kendilerine ders çıkarabilmiş değiller. Ve hâlâ ilerleme, kalkınma, teknoloji
ve konfor gibi, madden ve mânen insanlığın ve hatta insan soyunun devamını
baltalayan Batı güdümlü hedefler, siyâsî
iktidarların programlarında başı çekiyor…
Kısaca
hatırlarsak, Ortaçağlarda insanoğlu ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla
iştigal ederdi. Devletlerin düzenleri de buna paralel olarak gelişmişti. Tarım
ve hayvancılık bir yandan insanların karnını doyururken, diğer yandan devlet
hazinelerini ve onların savaşan ordularını besliyordu.
Avrupa
feodalitesinin kiliseyle kol kola sergilediği zulmün, Reformun tohumlarını ektiği
yüzyıllarda; kadim Doğu topraklarındaki halklar Batıya göre daha adâletli yönetiliyor ve daha fazla refah içerisinde
yaşıyordu. Batıda feodaliteyi ve dolayısıyla, Tanrı’nın dünyadaki temsilcilerinin
konumunu protesto edenlerin dini yeniden düzenlemelerine kadar bu böyleydi,
diyebiliriz… Sonra Tanrı’nın sözde-eli, dünya maişetinden çektirilip ahirete
havâle edildi. Bu sayede beyaz adamın kendisi dünyanın efendisi ilân ediliyordu.
Artık dilediğine dilediğince muamele edebilirdi… Hem zaten yenilenmiş dine göre
O’na en iyi hizmet ancak, Mesih’in geleceği güne değin çalışıp zengin olmakla
mümkün değil miydi?
Yeni
Hıristiyanlık, dünyadan el etek çektirdiği “yeni Tanrısının” adını kullanıp,
dünyanın altını üstüne getirdi. Siyâseti de ordusu da bilimi de sanatı da
kültürü de bu yola hizmet etti. O yüzyıllara değin, dünyanın efendiliğini
üstlenmiş olan Doğu, Batıdan gördükleriyle neye uğradığını şaştı! Ezilmiş ve
hırpalanmışlığın yarattığı aşağılık duygusu, Doğunun, kadim zaman ve gerçeklik
algısını büyük ölçüde sakatladı. Yeni Batılı efendilerin kendi menfaatleri için
uydurdukları “ne pahasına olursa olsun ilerleme, kalkınma ve sanayileşme”
ülküsü Doğuya da sirayet etmişti.
Batılı
efendiler, sömürü düzenlerini daha da etkili kılmak adına finanse ettikleri Sanayi
Devrimi’yle kolay ve hızlı sermaye yapılabildiklerini test edince, feodal baskı
altında ezilmekten usanmış halkları, kendi hizmetkârları olarak kullanmak üzere
şehirlere çektiler. Böylelikle şehirler oluşmaya ve halk yığınlarıyla dolmaya
başladı. Sanayi ve teknolojiden nemalanan Batılı efendiler, seküler bilim ve
tekniği de hizmet ettirdikleri sanayi devletlerinin “ileriliğini” kutsayıp,
tarım devletlerinin “geriliğini” yerme propagandasını yürüttüler. Böylelikle
sade kendi coğrafyalarının ya da sömürge olarak el koydukları toprakların
değil, tüm dünyanın canına okumak istiyorlardı.
Bugün Batı,
topraktan kopartarak şehre sürdüğü “ilerleme kölesi” halkların karınlarını da
mutsuzluklarını da satın alıp, kimi yapay yol ve yöntemlerle doyurmaya
çalışıyor. Modern/genetiği değiştirilmiş tarım ve dev ilaç teknolojileri hâlihazırda
durmadan Batılı efendilerin para kasalarına girdi sağlıyor. Doğrudan üretemeyip
hep tüketen yalnız yığınlar, mutsuzluktan ve kendilerine dayatılan sûnî ve
sağlıksız gıdalardan ötürü hastalanıyor sonra da ilaç sanayiinin ağına
düşürülüyor. Biyoteknolojik gıdalar ile antidepresanlar başta olmak üzere
orijinal ürün taklidi kimyasal ilaçlar son yirmi-otuz senenin en çok tüketilen
maddelerinden...
Velhâsıl, demografik nicelik ve manevî nitelik açısından hızla
tükenen Batılılar, ne ağız tadıyla gıda tüketebiliyor ne de sağlıklı ve insanca
bir düzen içerisinde mutluluk sürebiliyor… Ama şuna bakın ki, hiçbir zaman insan
olabilme hâlini ölçemeyen istatistiksel veriler ha bire Batının şişkin “per
capita” gelirlerinden dem vurmaktadır…
Diyeceğimiz
odur ki toprak, bu dünyanın en bilge inşa edicisi ve terbiyecisidir. Adâletle
idare edilen bir ülke üzerinde insanoğlu, onunla hemhâl olduğu sürece âileler
küçülmez büyür; dağılmaz toplanır; yaşlılar, gençler ve çocuklar lâyık
oldukları konumları bulurlar. Ondan hem çalışıp üretmenin hazzı, hem sabır ve
kanaat ve tabii ki paylaşımın güzelliği öğrenilir.
Hayvanlar ve
bitkiler tıpkı insanlar gibi hak ettikleri değeri ancak toprağa, yani doğaya
dayalı yaşamlarda bulabilirler. Ve tabiidir ki tertemiz gıdalarla beslenip,
tertemiz çevrelerde insanca yaşayan huzurlu bir toplumun düşünce sağlığı da
yerinde olacaktır. Topraktan geçimini sağlayan; toprağın bilgeliğinden geçmiş
insanlarda ilerlemenin, dış dünyaya rağmen ve dışa doğru değil; dış dünyayı da umursayarak ancak içe; Aşkın olana doğru olabileceği fikri,
şehrin tüketici ve yalnız insanına göre her zaman daha anlaşılır bulunmuştur.
Türkiye’nin
nüfusunun dörtte üçünden fazlasının büyük şehirlere yığılmasıyla tüm yaşamsal dengeler
altüst olmaktadır. Eskimiş Batı modası, kırsalı azaltıp şehir nüfusunu şişirme
hedefiyle ülkemizin kötü akıbetini hazırlamaya devam etmekten, yol yakınken
dönmelidir. Geriye göç teşvik edilmeli;
gerekirse üzerine para verilmelidir. Ancak bu yapılırsa nüfus artar, sağlıklı
ve mutlu nesiller yetişebilir.
Sözün sonunu
Nasreddin Hoca’ya atıfla bağlayalım. Şehirlerin insanlarla dolup taşması
karşısında köylerin hepten şenliksiz bırakılmasının yarattığı dengesizliğe Hoca
Nasreddin, zamanlar üstü aklıyla sekiz asır öncesinde işaret etmiş gibidir: Adamın biri Nasreddin Hoca’ya: “Hocam, şu dünya ne tuhaf!” demiş. “Tuhaf
olan nedir?” diye sormuş Hoca. “Sabah oldu mu insanların her biri bir tarafa
gidiyor… Bazıları o yana bazıları bu yana...” demiş ve sormuş: “sizce neden
böyledir?” Hoca çok fazla düşünmeden şu cevabı vermiş: “Neden olacak hepsi bir
tarafa gitse dünyanın dengesi bozulur da ondan!...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder