Bugünden
bakıldığında, Osmanlı Pâdişâhların her isteğinin emir hükmünde olduğu, aksine
davrananların bunu hayatlarıyla ödedikleri düşünülür. Ama sahiden de böyle
miydi? İstisnasız, Sultan’ın her emri devlet erkânınca yerine getirilir miydi? Değildi,
ise istisnalarda ölçü neydi?
Esasen, pâdişâhların bütün emir ya da
isteklerinin devlet adamlarınca yerine getirilmediği yönünde Osmanlı
kroniklerinde pek çok örnek bulunabilir; bununla beraber biz, elinizdeki yazıyla,
ünlü Osmanlı tarihçisi Selânikî Mustafa Efendi’ye kulak vereceğiz: Kânûnî
Sultan Süleyman’ın İstanbul’a su getirme projesi, “devlet eliyle” nasıl ve
neden engellenmiştir? Umuyoruz ki Selânikî’den aktaracağımız bu olay, meraklısına,
Osmanlı “devlet etme” geleneğini anlamada ufuk açar, yardım eder...
Efendim, Sultan Süleyman, avlanma amacıyla
sıklıkla gittiği Kâğıthane civarında, (muhtemelen Roma’dan kalma) yıkık su
kemerlerini görmüş ve onları yakından incelemiştir. Bölgedeki bostanları
sulamada kullanılan kemerler Pâdişâha, onarıldığı takdirde, şehre su sağlamada büyük
katkı yapacağı ilhâmını vermiş ve Selânikî’nin ifadesiyle, böylece o, suyu getürmek endîşesine düşmüştür.
Muhteşem
Süleyman, kafasında beliren projeyi bir an önce somutlaştırmak istemektedir. Bu
bağlamda, Kiriz Nikola isimli zımmî (gayrımüslim) bir ustayla kemerlerin
olduğu bölgede birkaç kere fikir alışverişinde dahi bulunmuştur. Ancak
Sultan’ın kiminle görüşüp kiminle görüşmediği, devlet erkânını ciddî anlamda
ilgilendirmektedir. Ki onun Hıristiyan ustayla yaptığı görüşmeler dönemin
Sadrâzâmı Ali Paşa’ya kolayca ulaşmıştır. Bunun üzerine Sadrazam, bugün bizim
neredeyse algılayamayacağımız bir siyâsî salvoda bulunur: Sorgusuz sualsiz,
ustayı gizlice yakalatıp hapse attırır!
Neticede
–galiba, Sadrâzâmın istediği ve beklediği üzere– ustanın hapse atıldığı haberi
Pâdişâh’a kadar ulaşır. Peki Sultan ne yapar?... Şunu yapar, Sevgili Okur: Kâğıthane’de,
yani kemerlerin bulunduğu mahâlde derhal bir ayak dîvânı düzenler. Tüm dîvân
üyeleri yerlerini aldıkları halde Pâdişâh, Sadrâzâmına beklenen soruyu
yöneltir: “Su yolu yapan kâfirin hapsedilmesi neden kaynaklandı?” (Su yolcı kâfirun habsine ba‘is ne oldı?)
Bendenize göre
bu sorunun alt okuması inanılmaz derecede önemlidir. Neden mi? Çünkü Pâdişâhın
bu cümlesi, doğrudan kendi isteği ya da projesine Sadrâzâmın yaptığı/yapacağı
müdahaleleri meşrûlaştırmaktadır. Yani bu soruyla Sultan, âdeta şöyle
demektedir: “Sizin benim işlerime müdahalelerinizin, muhakkak ki benim
düşünemediğim halde sizin hesabını yaptığınız, çok çok mühim gerekçeleri
vardır. Hele bir buyurun; bu mühim gerekçeleri hem bana hem de dîvân üyelerine
izah edin ki bizler de faydalanalım. Faydalanalım ve devletimiz, milletimiz
için doğruyu yapıyoruz derken yanlış yapmayalım!…”
Keza, Ali Paşa’nın,
Pâdişâh’a verdiği cevap da son derece çarpıcı, incelikli, vizyoner bir cevap; hatta
hatta siyasî bir manifestodur. Selânikî’nin kendi fikrini de yürütüp, doğru olarak nitelendirdiği cevap şöyle
başlar:
[Söz konusu usta] Ben kulunuzun haberi olmadan, huzurunuzda büyük hazine masrafıyla su
yolu açacağını (belirtmiş). Daha önceleri de açtığının doğru olup olmadığını
öğrenmek için birkaç gün saklanmıştır; görülsün, söyletip bilelim, ne üslup
üzere olacaktır.
Ali Paşa, istihbarî
ve iktisadî kaygılarla örülü; aynı zamanda devlet hiyerarşisinin altını çizen bu
girişin ardından sözlerine şöyle devam eder:
Hakîkaten, su getirmek gibi fazîletli bir iş
olmaz. Allah işinizi kolay eylesin; ancak, Pâdişâhım, bu suyun akışı ile
İstanbul’un her mahallesinde bir çeşme yapılıp sular sebil olunca, çevredeki ve
Arap ve Acem memleketlerinin halkı gelip nüfus artışı ve izdihâma sebep olup,
bu vilâyete et ve ekmek ve diğer yiyecek maddeleri yetiştirmek zor (olacaktır)
ve muzaffer askerlerin geçimlerine büyük sıkıntı düşmesi kesindir. Bu vasıta
ile Müslümanların ödedikleri fiyatlar yükselip cârî narhlar bozulup ve
çift-bozanlardan İstanbul dolup, eker-biçer tâife yerlerini boş bırakıp terk
eylemeleri kaçınılmazdır. Saltanatınız döneminde her ne zahmet ve meşakkat
olursa çekilir; ammâ, günlerin geçmesiyle sonradan gelen şerefli evlâtlar ve
büyük sultanlar zamanları, ziyâde çetin olacaktır.
Şimdi,
yukarıdaki hitâbetten yazı konumuz bağlamında çıkartılabilecek tespitlere
bakalım: Öncelikle belirtilmelidir ki devlet erkânının pâdişâhların fikirlerine
duydukları saygı, çok ciddi anlamda karşılıklılık arzediyordu.
İkincisi, baş vezir gibi yüksek
devlet görevlerini yürüten “kullar” (pâdişahın maiyeti, memurları ve askerleri),
Pâdişah’ın hâkimiyet ve devlet idaresine yardımcı olurlarken; ve dahi onun
isteklerini yerine getirirlerken, “devletin
selâmetle bekâsını” gözetme sorumluluğunu varoluşsal görüyorlardı.
Konuşmada vurgulanan hazîne, istihbarat, göç, pâyitahtın gıda tedâriki,
fiyatlar, tarım ve vergi sistemi; reaya’dan (halk) saraya kadar kadar her
kesimi yakından ilgilendiren yaşamsal meselelerdi. Osmanlı devlet etme
geleneğinde bu ve diğer temel meseleler, meşhur “adâlet dairesi”yle teorize
edilmiş ve uygulamayı biçimlendirmiştir.
Üçüncüsü, dönemin medya mensupları
diyebileceğimiz, Osmanlı tarihçilerinin çoğu, devlet adamı olsalar dahi meselelere ilkesel ve eleştirel
bakabilmişlerdir: Selânikî, Kânûnî döneminde yaşamış bir tarihçi değildir;
ancak sözkonusu dönemin hükümdârının isteğini/emrini aktarırken, sadrâzâmın tavrını hiç tereddütsüz doğru olarak
nitelendirmektedir.Tarihçi bu tavrında, bulunduğu saltanat dönemi açısından hiçbir
sakınca görmemektedir. Zamanların ruhunu yansıtan bu tavır, anlaşılıyor ki
eşyanın tabiatı icabı; yani çok yaygın bir meşrûiyeti haizdi.
Şöyle bitirebiliriz: “Allah’ın
dünyadaki gölgesi” biçiminde addedilen Osmanlı pâdişâhları ve onların
yardımcılığını üstlenen devlet yetkilileri –istisnalar olsa dahi– ellerinden
geldiğince adâlet dairesini ve dolayısıyla gelecek nesilleri gözetmeye
çalışmışlardır. Kendi içinde son derece tutarlı ve sağlam olan sistemin
bileşenleri Pâdişâh emri dahi olsa kırılmalara karşı korunmuştur. Çünkü adâlet
dâiresinin bekâsı, devletin bekâsından başka bir anlama gelmemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder