Avrupa’nın Rönesans
ve Reform’u, bizim tarih kitaplarından bildiklerimizin dışında hangi anlamları
taşımaktadır? Modern Batının, her fırsatta erdeminden dem vurduğu bu toplumsal,
siyasî ve dînî değişimlerin tatminkâr bir anatomisi çıkartılabilir mi? Nesnel
bir bakış açısıyla yaklaşıldığında neler göz önüne serilebilir? Bütün bunlardan yola çıkılarak hangi
sentezlere varılabilir?
Bütün bu
soruların oldukça çizgi dışı görülen cevaplarını önemli tarihçi Henry Preserved
Smith, yalın bir anlatımla bizlere sunuyor. Britannica Ansiklopedisi’nden
edindiğimiz bilgilere göre, Protestan Reformu üzerinde yoğunlaşan tarih
profesörünün bu –tam çevirisiyle Reform
Çağı (1920) isimli- kitabı, yazdıkları diğer eserler arasında tam bir
başyapıt niteliğinde. Columbia, Harvard
ve Cornell üniversitelerinde çalışan tarihçi, 1880-1941 yılları arasında
Amerika’da yaşamış. Onun diğer eselerinden bazılarının isimleri ise şöyle: İncil ve İslam (1897), Martin Luther’in Hayatı ve Mektupları
(1911), Erasmus: Hayatı, Düşünceleri ve
Tarihteki Yerine Dair Bir İnceleme (1923).
İş Bankası
Yayınları’nın 2001 yılında yayımladığı Rönesans ve Reform Çağı; Bir Sosyal Arkaplan Çalışması isimli kitap, yazarın
Reform Çağı (1920) eserinin yer yer
atlanarak yapılmış 334 sayfalık başarılı bir çevirisi. Çeviri, Serpil
Çağlayan’a ait.
Kitabın
önsözünde, Reform tarihine ilişkin yeni bir eser yazma isteğini, hareketin 16.
yüzyıldaki ekonomik ve entelektüel devrimlerle olan ilişkisini belirleme
amacıyla ortaya koyan yazar, bu çalışmaya altı yılını ayırmış.
Yazar, birinci
bölümde Reform Çağı olarak ele aldığı 16. yüzyılın ekonomik ve sosyal
koşullarını ele alırken, Avrupa’yı bir bütün olarak ele aldığını belirtiyor.
Son 400 yılda ortaya çıkan servet artışının nüfus artışının üzerinde olduğunu; dolayısıyla,
bilindik anlamda refahla nüfusun paralelliğinin söz konusu olmadığı tespitinde
bulunuyor. Bunun yanında, İngiltere örneğini veren yazar 16. yüzyılda burada
görülen nüfus artışına, zenginliğin giderek daha küçük bir azınlığın elinde
toplanmasının eşlik ettiğini ifade ediyor (s. 12). Reform’u oluşturan temel nedenlerden biri olan
refah artışını servetin birikimiyle paralel gören Smith, Ortaçağ’da rastlamanın
zor olduğu zenginliğe, servet birikiminin başlamasıyla ilk kez 16. yüzyılda
tanık olunduğunu vurguluyor. Bunun neticesinde gelişen süreçte Napolyon
Dönemi’nin sonuyla 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasında kalan yüzyılda beyaz
ırkın servetinin, her 25 yılda bir, ikiye katlanarak arttığını belirten yazar,
buna neden olan yeniliklerin Amerika Kıtası’ndaki kaynakların sömürülmesi ve
lokomotifin bulunması olduğunu ifade ediyor (s. 18, 19, 20).
16. yüzyılın
kurumlarını ele aldığı alt başlıkta yazarın şu tespitleri oldukça çarpıcı
görünüyor:
16.
yüzyılda ilk defa kalıcı diplomatik temsilciliklerin kurulması, siyasette
etkisi artmakta olan ulusallaşmanın bir işaretidir. Çoğunlukla piskoposlar,
sulh hâkimleri, yargıçlar ve bilim adamlarından oluşan bir heyetten seçilen ilk
büyükelçilerin, yalnızca elçilik değil, casusluk da yapmaları beklenirdi. Bunların
emrinde, gizli çalışacak ve bunun sorumluluğunu üstlenecek, böylece
yakalandığında bağlantıları reddedebilecek kalabalık bir gizli ajanlar grubu
bulunurdu (36, 37).
Çoğu ülkenin maliye işleri ahlâksızca ve
akılsızca yürütülüyordu. Çok sayıda ve karmaşık vergiler mevcut olup, en büyük
pay yoksulların sırtına yükleniyordu. Çoğu ülkede ayrıcalıklı sınıflar, kendi
topladıkları belli miktar parayla bütçeye katkı sağlamak zorunda olsalar da,
normal vergilerden muaf tutulurlardı (38).
Atalarımız, hükümetin başlıca görevlerinden
olan kamu düzenini sağlama, yaşamı ve mülkiyeti güvence altına alma ve
suçluları cezalandırma konularında başarıdan çok, kişisel zevklerini ön planda
tutuyorlardı. Kanunlar korkunçtu ve adâletsiz bir biçimde uygulanıyordu. İngiltere’de
idam cezası gerektiren suçlardan bazıları şunlardı: Cinâyet, kundakçılık,
geceleyin boyalı bir yüz veya siperle avlanmak, 40 şilinden değerli emanet veya
parayı zimmetine geçirmek, İskoçya’ya at veya midilli götürmek, büyü yapmak
veya ruh çağırmak, cadılık, sınır işaretlerini silmek, askerden kaçmak, sahte
para basmak veya paranın üzerinde tahrifat yapmak, sığır çalmak, hâneye tecâvüz
ve yankesicilik. Tüm bunların cezası idamdı; ancak, adam zehirleme gibi
özellikle çirkin görülen suçları işleyenler, yakılarak veya haşlanarak
cezalandırılırdı (39).
Böyle kânunlarla, VIII. Henry hükümdarlığı
sırasında toplam 72.000 kişinin asılmış olması şaşırtıcı değildir; bu da
ortalama yılda 2000 kişi demektir. Aslında, Kıta Avrupası’nda cezalar
Britanya’dakinden çok daha sertti. Suçlunun tek sığınağı yargıçların
açgözlülüğüydü. Roma’da her türlü suçun cezasından parayla kurtulmak kolay ve
olağandı; diğer yerlerde de rüşvet oldukça alışıldık bir yöntemdi (40).
Suçluları yargılama yöntemleri de cezalar
kadar acımasızdı. Kıta Avrupası’nda sanık baştan suçlu kabul edilir, suçu
itiraf etmesi için her türlü işkence yapılırdı. Calvin’in “insan, acı
hissettiğinde doğruyu söyler” şeklindeki acımasız sözleri, ö dönemin hâkim
tavrının ifadesinden başka bir şey değildi. Burada Montaigne’in istisnaî bir
düşünceyi dile getiren protestosu, hümanizminden dolayı alıntılamayı hak
ediyor: “Basit bir ölüm cezasını aşan her şey, mutlak zulümdür; kânun
adamlarımız asılmaktan veya kellesini kaybetmekten korkmayan birini, kurşuna
dizme, kızgın demirle veya çarklarla parçalara ayırma tehditleriyle korkutmayı
beklemesinler.”
Bir İngiliz mahkemesinde kendini savunmayı
reddeden kişi “peine forte et dure” denilen, göğsünün üzerine suçunu itiraf
edene; eğer etmezse de ağırlık altında ezilip ölene kadar üst üste ağırlıkların
konulduğu bir işkenceye mâruz kalırdı (40).
Ataerkil devlet, yurttaşının özel yaşamının
her alanının kânunlarla düzenlemeye çalışıyordu: Giysilerinin nasıl olacağı,
bir öğünde kaç çeşit yemek yiyeceği, düğün, akşam yemeği veya dansa kaç misafir
çağıracağı, barda ne kadar süre kalabileceği ve ne kadar içki içeceği, Pazar
gününü nasıl geçireceği, nasıl nişanlanacağı, nasıl dans edeceği, saçlarını
nereden ayıracağı ve karısını döverken kullandığı derneğin ne kalınlıkta
olacağı gibi.
Ahlâkî yönleri ağır basan bu tür kânunlara
verilen adla “mavi kânunlar”, Protestanların buluşu değildi. Lutherciler, bu
alanda neredeyse hiçbir değişiklik yapmadılar. Ancak, Calvin, Ortaçağ ruhunu,
yeni ve keskin bir yoğunluğa eriştirdi. Onun takipçileri olan Püritenler,
sonraki yüzyılda, bir Hıristiyan’ın meşru eğlencesini “düzenli meditasyon ve
dua etme”ye indirgemeyi başardılar (41).
Yazar, bir
sonraki alt başlıkta sivil yaşam ve âdetleri ele almış. Feodal düzenin
parçalanmasının ardından yaşanan gelişmelerin olgunlaşmasının çok uzun bir
süreç aldığını belirten yazar, bu süre zarfında soylu sınıfın tamamen ortadan
kalmasa da soyluluk unvanlarının servet sahiplerine ve siyasetçilere
verildiğini ifade ederek, yeni toplumsal yapılanmaya dikkat çekiyor. Bu yeni yapılanmada
insanlara yükselme şansı tanıyan kanalların da bulunduğunu ve entelektüel
sınıfın bu dönemde yaşanan fikir evriminden hiçbir sınıfın olmadığı kadar fayda
sağladığını; yarı hizmetkâr konumdan kurtulup neredeyse yönetici kitlesi haline
geldiklerini ifade ediyor.
Smith, Ortaçağ’ın temel sınıflarından olan din
adamlarının, Ortaçağ sistemiyle modern düzen arasında, tam ortada yer
aldıklarını belirttikten sonra onları betimlerken şu ifadeleri kullanıyor:
İçlerinde kuşkusuz çok sayıda değerli kişi
vardı; ama genel olarak, ahlâken ya da bilgi birikimi bakımından bulundukları
konuma uygun olduklarını söylemek pek doğru olmaz…. Reform sırasında
gerçekleşen, ciddi ve kısmen başarılı olmuş bazı girişimlerden daha önce söz
ettik. Rahibe manastırlarında şehvet içeren dünyevî oyunlar yasaklanmış, boğa
güreşleri Vatikan’dan uzaklaştırılmış ve günah çıkarmanın rahip açısından doğurduğu
tehlikeler, rahibin günah çıkaranı diz çöktürmesi yerine, kapalı bir paravanda
oturup küçük bir delikten dinlemesinden ibaret yöntemin bulunmasıyla
azaltılmıştı. Günah çıkarma konusunda halkın fikirleri öyle yozlaşmıştı ki
İspanya’da bir kadına günah çıkartırken rahibin yapabileceği küçük
ahlâksızlıklara izin verilip verilemeyeceği konusunda uzun süren bir tartışma
yaşanmıştı (51-52).
Reform’un
getirdiği ahlâkî standartlara da değinen yazarın bu çerçevede yaptığı tespitler
oldukça enteresan:
Reformun
Ahlâki standartlar üzerinde belirgin herhangi bir dâimi etkisi olmamıştı…
Luther, papalık belası kovulduğunda onun yerini yedi başka belanın aldığını ve
Wittenberg’de on emirden yalnızca birincisine uyduğunu söyleyebilen kişinin
bile neredeyse aziz sayıldığını belirtmişti (61).
Boşanma ve
kadınların konumu üzerine kaleme aldıkları ise bir çok Doğulunun hiçbir şekilde
haberdâr olmadığı bilgilerden oluşuyor:
16.
yüzyılın bize göre ilginç sapkınlıklarından biri, kendisi istenilen bir şey
olmasa da en azından boşanmaya tercih edilen poligaminin ısrarla
savunulmasıdır. ….. Luther başta olmak üzere Reformcuların çoğu poligaminin
boşanmadan daha doğru olduğunu düşünüyordu; bu görüşte dayanarak aldıkları
Kitab-ı Mukaddes’e göre, poligami Eski Ahit döneminde uygulanmış ve Yeni Ahit
döneminde de açıkça yasaklanmamış olduğu halde, boşanma, zina halleri dışında,
her iki ahitte de yasaktı. Luther bu tezi, daha 1520 yılında, henüz saf bir
kuram halindeyken geliştirmiş, ne var ki uygulamaya sokmakta tereddüt etmişti.
En azından istisnaî durumlar için poligamiyi hoş görmeye hazır ne kadar çok
saygıdeğer isim olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Papalar, din bilginleri, Erasmus
gibi hümanistler ve Bruna gibi düşünürlerin hepsi çok kadınla evliliği doğal
karşılıyordu (65).
16. yüzyılda kadınlara halen ikinci sınıf
insan gibi davranılıyordu; evli kadınlar miras hakkına sahip değillerdi ve
kocalar eşlerini kaygısızca dövebiliyorlardı
çünkü kötü muamele boşanma için geçerli bir neden sayılmıyordu. …Sir
Thomas More …bizlere Utopia’sında, kocaların karılarını döverek
cezalandıracakları sözünü verir.
…. John Knox kadınlar hakkında “Doğa onları eksik, ahlâken zayıf,
sabırsız, güçsüz ve akılsız yarattı sadakatsiz, kaypak acımasız ve yönetim
ruhundan yoksun oldukları tecrübeyle anlaşıldı” der. Luther, “Kadınların
hastalanıp ölünceye kadar çocuk doğurmalarında bir sakınca yoktur. Bırakın
ölene kadar doğursunlar; onlar bunun için var” demiştir. 1595’te Wittenberg’de
kadınların insan olup olmadığı tartışılmıştı. Genel tavır kadınlar
aleyhindeydi. Bu cinse verilecek en iyi hediye olarak kırbacı öneren (Nietzsche
usulü) vecizeler, bir antolojiyi doldurabilirdi (66-67).
Yazarın sağlık
konusunda değindiği sayfalarda, şu kısımlar alıntılamaya değer yığınla bilgiden
bazıları:
Deliliğe uygun tedavi bilinmiyordu. Zavallı
hastalar, deliliklerini gösteren saplantılarını dışa vurdukları için
kırbaçlanır veya eziyet görürdü. Atalarımız, delilerin tuhaflıklarını
seyretmeyi eğlenceli bulur, tımarhanelere gidip, akıl hastalarıyla alay etmek
için bir araya gelirlerdi. Shakespare oyunlarında, bize trajik görünen
sahnelerden bazıları, ruhsal bozuklukları canlandıran bu oyunların ilk defa sahnelenmesine
tanık olan seyirciler tarafından komik olarak algılanıyordu.
1510 yılında Floransa’daki hastanelerden
birini görmüş olan Luther, oralarda hastanelerin ne kadar güzel, ne kadar temiz
olduğunu, isimlerini söylemeden bütün gün gönüllü olarak yoksullarla ilgilenip
gece evlerine dönen saygın rahibeler tarafından ne kadar iyi hizmet verildiğini
anlatır. Böyle kurumlar, İtalya’nın gurur kaynağıydı; çünkü başka ülkelerde
bunlara rastlanmıyordu. Nihayet diğer ülkelerde de kurulduklarındaysa, çoğunlukla
cahil ve kötü yürekli hizmetlilerin eline bırakılmışlardı. Paris’teki
Hotel-Dieu hakkında anlatılan hikâyeler tüyler ürperticidir (71).
Kitabın ikinci
bölümünün adı: Kapitalist Devrim. Reform’la âdeta at başı giden ekonomik
ilerlemeler, bu kitapta birçok farklılaşmanın nedenlerini gözler önüne seriyor.
Yazara göre yaşanan ekonomik devrim, Reform’dan daha derin ve kalıcı sonuçlara
yol açmıştır. Reform ve bu devrim, çağın bireyci ruhunun ortaya çıkması
anlamına geliyordu. Ortak çabanın yerini, bu dönemde, özel girişim ve rekabet
almıştı.
Smith’in bu tespitleri yaparken
kullandığı cümleler çok önemli:
… Dönemi yaşayanlar, kapitalizmin
yükselişinin özellikle de kötü etkilerini fark etmişlerdi ve çoğunlukla yanlış
bir saptama ile bunları Reform’a yüklüyorlardı; ticaretin yeni hükümdarları
ise, bir yandan kiliseyi yağmalarken, bir yandan da Protestanlık maskesi ardına
gizlenmeye çoktan beri hazırdı. Bu iki hareket, başka tarihsel güçler gibi,
düşüncede kolayca ayırt edilebilirken, eylemde genellikle ayrılmaz biçimde iç
içe geçmişti.
…Kuşkusuz, son dört yüz yılda zenginliğin
katlanarak artması, öncelikle doğal kaynakların işletilmesi alanında yeni
buluşların ortaya çıkmasıyla açıklanabilir; ancak, kapitalist yöntem bu yeni
keşiflerden yararlanılması ve bunların yarattığı artı değerin mutlak toplumsal
kullanım için biriktirilmesine tamamen uygun bir yöntemdir. …Şunu hesaba katmak
gerekir ki, hizmetinin yanı sıra, kapitalizm ödülün âdil dağıtımında tam bir
başarısızlık göstermiştir. Sistem, yarattığı zenginliğin en büyük dilimini tek
bir sınıfın kârı için saklama ve dolayısıyla toplumun geri kalan kısmının
payına düşeni onlardan çalma eğilimindedir (73-74).
Paranın, henüz
12. yüzyılda Batı Avrupa şehirlerinde kullanılmakta olduğunu; ancak, şehir
hayatının vazgeçilmez unsuru haline gelmesinin 14. yüzyılın sonu ile 15. yüzyıl
başlarına kadar uzandığını belirten tarihçi, bu değişimin büyük devrimin
kendisi değilse de, onun ayrılmaz bir önkoşulu ve büyük ölçüde de doğrudan
nedeni olduğunu ifade ediyor. Altın ve gümüşün artık, para olarak
saklanabildiğini, böylece yalnızca Antik dönemde olduğu bilinen büyük
servetlerin oluşturulmasında ilk adımın atıldığını belirten yazar, ilk büyük
servetlerin krallar, büyük mülk sahibi soylular ve devlet hizmetindeki memurlar
tarafından biriktirildiğini vurguluyor.
P.
Smith’in daha 1900’lü yılların ilk
çeyreğinde yaptığı şu değerlendirmeler, günümüz açısından da oldukça anlamlı:
Memurlardan sonra en büyük servetlere sahip
olanların devlet temsilcileri ve bankerler olması, kapitalizm ve devletin yakın
ilişkisinin göstergesiydi. Bu dönemde bankacılık sıkı sıkıya kamu borçlarına
bağımlıydı ve dolayısıyla kapitalist temelde kurulan ilk büyük iş koluydu. İlk
“tröst” para tröstüydü. Bankacılık daha Ortaçağ’da başlamış olsa da, gelişimini
tamamlayabilmiş değildi (75-76).
….. Alman madenlerinin artan verimliliği
değerli madenlerin piyasadaki arzını artırırken, bir yandan da oklar ve
mızraklarla donanan feodal askerlerin yerini ağır toplar ve ateşli silahların
alması, Avrupa devletlerinin para ihtiyacının daha önce görülmedik düzeyde
artmasına neden olmuştu (77).
Modern bankacılık İtalyanların buluşudur,
ancak sonradan Almanlar, teknik yönden değilse bile kurdukları şirketlerin
boyutlarıyla onları geride bırakmıştır (78).
Bankalar, kapitalist sistemin diğer alanlara
yayılmasına aracılık ediyorlardı. Büyük firmalar, herhangi bir devletten
sermaye üretimi için gerekli olan doğal kaynakları ya toptan satın alıyor, ya
da işletme ayrıcalığını elde ediyorlardı. Her şeyden önce madenleri ele geçirdiler.
Nitekim Alman madenlerinin kâr sağlayacak biçimde kullanılması, bunların
Fuggerler ve diğer bankacıların eline geçtiği 15. yüzyıl sonlarından itibaren
başlar (80).
Yeni koşullar, onlara uyum sağlamak için
yeni araçların geliştirilmesi ihtiyacını Doğurdu. Deniz ticaretinde Hindistan
ve Amerika’ya giden olların keşfi, buralardan getirilen malların rotasında
büyük değişime yol açarken, malların miktarında herhangi bir fark oluşturmadı.
İki iç deniz olan Akdeniz ve Baltık’taki ticaret azalırken, Atlantik denizyolu
ticareti büyük bir süratle arttı. Anonim şirket prensibiyle oluşturulan yeni ve
büyük şirketler ortaya çıktı(81).
Tarihçinin, bu
bölüm altında incelediği ilk alt başık, Para İktidarının Yükselişi. Smith’in bu
başlık altında yazdıkları şu paragrafla başlıyor:
Modern
dönemin mutlak hükümdarı paradır. Antik dünyanın belli bir döneminde servetin
bugünkü kadar güce sahip olduğu bir zaman dilimi olmuştur belki; ancak,
Ortaçağ’da böyle olmadığını biliyoruz. O dönemde para, kendi üstüne düşeni
feodal hizmetle veya benzer şekillerde ödeyen serfin umurunda değildi. Para,
soylular tarafından Yahudiler’in, veya soylu olmayan kişilerin bayağı varlığı
olarak aşağılanır ve kilise adamlarınca, tüm kötülüklerin kökeni, şeytanın
cinsellikten sonraki en büyük silahı olduğu düşünülerek nefretle karşılanırdı.
Rahipler, bekârlıkla birlikte yoksulluk yemini de ederlerdi (103).
Servet sahibi
sınıf yanında, devlet içinde prenslerin de önemli derecede zenginleştiğini belirten
tarihçi, bu durumda yeni siyasî kuramlarının neticesinde Luther ve
Machiavelli’nin kralın kutsal konumunu yüceltmek amacıyla yürüttükleri bir
komplo söylentisini hatırlatıyor. Hemen ardından, onların kuramlarının esasen
var olan bir durumun ifadesinden başka bir şey olmadığı; çünkü tüccar sınıfının
güçlü bir hükümete ihtiyaç duyduğunu ekleyen yazar, şunları anlatıyor:
Ticari bir toplum, düzeni korumak,
kanunsuzları dizginlemek, imtiyazları ve pityasaları güvenceye almak için güçlü
bir yönetime ihtiyaç duyuyordu ve bunu ancak bir prensin şahsında bulabilirlerdi.
Luther, kralların Tanrı’nın gardiyanları ve cellâtları olduğunu, Tanrı’nın
hizmetkârlarından en basitlerinin bile yüce gönüllü olması gerektiğinden,
onların yüksek mevkide ve görkemli olduğunu söyler. Doğrusunu söylemek
gerekirse, onlar daha ziyade, kitleleri sindirmek için burjuvazinin kiraladığı
gardiyan ve cellâtlardı.(104)
Toplumun yeni efendiler, hükümdarın yanı
sıra başka iktidar araçları da geliştirerek, bazı ülkelerde parlamenter bir
yönetim, bazlarında bürokrasi, hemen hemen tümünde paralı askerlerden oluşan
bir ordu kurdular. Altının savaştaki güç kaynaklarından biri olduğu sözü ilk o
zaman söylenmiş; ve çok sık kullanılmıştır. Feodal şatoları yıkan pahalı ateşli
silahlar, ayaklanan köylülere yöneltildiğinde de aynı derecede öldürücü oluyordu.
Meşhur “Böl ve
yönet” düsturunun, bu dönemde kentli orta sınıf tarafından başarıyla
uygulandığını belirten tarihçi, bunun sonucunda; kilisenin bölünmesi,
İngiltere’deki hânedanlar, Almanya’daki derebeyler, Fransa’daki sözde din adamlarının aralarında
başlayan savaşla soyluları gırtlak
gırtlağa geldiğini ifade ediyor. Yazara göre Kontlar ve şövalyelerin birbirlerini boğazlama işleri sona
erdiğinde, onlardan güçlü bir cephe oluşturacak sayıda insan kalmamıştı.
Tarihçi şöyle devam ediyor:
Ulaşılan son noktada soyluluk tacı, para
kazanma başarısının nihaî toplumsal nişanı olarak, zenginlerin elinde ucuz bir
süs eşyası olarak haline gelmişti.
Kilisenin yağmalanması daha vahşi oldu. Din
adına yürütülen kamulaştırmalar yeni zenginlerin kâr etmesini sağladı.
Kamulaştırılan tüm mal varlığının onların eline düşmediği bir gerçekti. Bir
kısmı prenste kalmış, çoğu, yoksullar için misafirhâneler, okullar veya
yetimhâneler kurulmasında veya böyle yerlere bağış yapılmasında kullanılmıştı.
Ancak, toprakların en büyük ve en değerli kısmı çok geçmeden hevesli
tüccarların servetlerine katılmıştı. İngiltere’de, krallığın ekili
topraklarının tümünün yaklaşık 1/6’sı birkaç yıl içinde böylelikle yeni
zenginlerin eline geçmişti (105, 106).
16. yüzyıl
Avrupa’sının eğitim şartlarının ne kadar eşitsiz ve aydınların ne kadar
bağımlı; dolayısıyla yanlı olduklarını tarihçinin kaleminden okumak, Avrupa
uygarlığını değerlendirmede devrimci sayılabilecek yaklaşımlara sebep olacağa
benziyor:
Meslek sahipleri, bilim adamları, yazarlar
ve eğitmenlerden oluşan aydınlar sınıfı, toplumu oluşturan doğal gruplar
arasında yer alır. 16. yüzyılda yeniden önem kazanmaya başlayan bu grup, servet
iktidarına bir yandan eklemlenen, bir yandan da hizmet eden bir yapıya büründü.
Ortaçağ’la karşılaştırıldığında eğitimin son derece masraflı oluşu, meslek
okullarının eğitim için aldığı büyük paralar, kilise görevlerinin, hukuk ve
tıpta pratisyenlik hakkının parayla alınması geleneği, edebiyat ve diğer
sanatlarında hâmilere ihtiyaç duyulması gibi etkenleri yoksul çocukları için,
öğrenim kurumlarına girmeyi neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Bir yandan da
zenginlerin hâmiliği, tarz ve toplumsal saygınlık üzerinde tekel olma
iddiaları; bundan böyle tüccarların eline bakan, tüccarların tarzlarını taklit
eden ve onların çıkarına hizmet eden meslek sahipleri sınıfını özendiriyordu. Son
400 yıldır hukuk, din, gazetecilik, sanat ve eğitim zengin sınıfın kalıbına
göre dikilen giysileri giydi.
Smith, 16.
yüzyıl emekçi sınıfının, sayısal olarak kapitalistlerden çok fazla olduğunu;
buna karşın, başka her bakımdan onlardan
geride olduklarını belirtiyor. Tarihçi onların durumundan da iç açıcı bir
biçimde söz etmiyor. Esasen onun şu açıklamalarının büyük bir kısmı bugün için de bâkî durumda:
Mücadelelerini güçleştiren etkenlerden biri,
aralarında liderleri olabilecek istisnaî yetenekteki kişilerin, hemen her zaman
kendi servetini oluşturmayı başararak, gücünü eski yoldaşlarına karşı
kullanmasıydı. İşçi sınıfı, aynı zamanda budalaca ve akıl dışı fikirlere sahip
demagog ve şarlatanlardan da çok çekmiştir.
16. yüzyılın toplumsal mücadeleri hem
Ortaçağ hem de modern döneme ait nitelikler taşır. Almanya’daki köylü isyanı
hem komünist, hem dînî; İspanya’da Communeros ve Hermandad ayaklanmaları kısmen
komünist, İmgiltere’deki çeşitli isyanlarsa kısmen dînîydi. Ama hepsinde
belirleyici olan yeni bir unsur vardı: İşçilerin kendileri için daha iyi ücret
ve yaşam koşulları talebi(106-107).
Tek bir efendiye boyun eğilen serfliğin
yerine, emeğin hükümet tarafından konulan yeni ve ayrıntılı kurallarla
düzenlendiği sistem geldi. Bu kurallar tamamen, varlıklı sınıfın bakışını
yansıtan, dolayısıyla tümü bu sınıfın çıkarlarına uygun kurallardı. Şekil
olarak Ortaçağ ataerkilliğine, içerik olarak ise, kapitalist kazanç ruhuna
uygundu. Bu dönemde hükümet, işveren kadar işçiye de âdil davranma konusunda
isteksiz gibidir; çok az sayıda yasada bu yönde bir çaba görülür (108).
İngiltere’de parlamento, inanılmaz bir
katılıkla, yoksul ve güçlü kuvvetli kişileri çalışmaya zorluyordu. Sağlam bünyeli
olup da çalışmayan kişiler tutuklanıyor ve sermayenin ihtiyaç duyduğu işçi
sınıfına zorla dahil ediliyordu. Kıbaç, demirle bağlama ve kısa süreli hapis
cezası insanları zorla çalıştırmaya yetmeyince, aylakların göğsüne kızgın
demirle “V” damgasının basılmasını ve “iki yıl süreyle kölelik etmeleri için”
dürüst kişilere teslim edilmelerini öngören bir yasa çıkarıldı…..Eğer köle yine
çalışmazsa veya kaçıp tekrar yakalanırsa, yüzüne “S” damgası vurulacak, böylece
hayat böyü köle olacaktı….Bu korkunç önlemler amacına ulaşamadı ve iki yıl
sonra feshedildi. 1559’da Cecil, kanunun parlamentodan geçmesi için boşuna
uğraştı. Ancak, aynı yıl, bu kanunun yerine, önceki işverenin onayını almayan
bir işçinin işe alınmasını yasaklayan kanun kabul edildi. İşçiler, iyi bir
nedenleri olmadıkça çalışmayı bırakamaz ve işini değiştiremezdi. İşverenlerin
de hizmetlerindekileri “haksız yere” kovmaları yasaktı (108-109).
İşçilerin karşı karşıya olduğu yeni
tehlikeler, 1515’te 88 madencinin boğulmasına yol açan selle, tarihteki ilk
maden kazasının gerçekleşmesi sonucu gün ışığına çıktı. Kadınlar fabrikalarda
çalıştırılmaya ve acımasızca sömürülmeye başlandı. En kötüsü de, bugün bazı
yerlerde halen olduğu gibi, çocukların gencecik yaşta zahmetli işlere
zorlanmasıydı. Örneğin, Belçika’daki dantel üretme endüstrisi tamamen çocuk
işçilerin elindeydi. Kanunlar bu rezalete karşı çıkmak şöyle dursun, hizmetçi
kızların bu sektöre kayması korkusuyla oniki yaşından büyük kızların dantel
işlemesini yasaklıyor, zulmü onaylıyordu.
…O zamanlar ticaretin kralları bugün olduğundan daha ürkek ve
vahşiydiler; çünkü gaspçı olduklarının bilinceydiler. Halkın içinde hoşnutsuz
suratlarıyla niyetlerini ortaya koyan kişileri gördükçe, korkudan çılgına
dönerlerdi ve ellerinden, krallıklarının vârisi olan veya bu rolü oynayanları
gizlice öldürmekten başka bir şey gelmezdi. Bugün tarih sadece büyük
ayaklanmalara önem veriyor; gerçekte yoksullara karşı mücadele kesintisiz
sürmüştü ve siyasî yapının kronik hastalıklarından biriydi(110).
Duyarlı bir kulak, altın yaldızlı giysiler
ve şövalyelerin at üstünde mücadeleleri, sanatçı ve yazarların bitip tükenmez
övgüleri, yeni zenginlerin aşırı gösterişi ve zevk düşkünlüğüyle Rönesans’ın
tüm görkeminin ardında, sefillerin, intikam gününde patlayarak büyük bir
kükremeye dönüşecek olan alçak sesli kesintisiz inlemelerini duyabilir. O çağda
yoksullara fazla merhamet gösterilmezdi. Ortaçağın “havârice yoksulluğu” karşı
hayranlığı ve tapınması artık olmadığı
gibi, günümüzde bunu hissetmeyenleri bile etkileyen sosyal dayanışma duygusu da
henüz ortaya çıkmamıştı. Sefahate ve sanata gömülmüş olan zenginler ve
soylular, köylüyü evcil olduğu sürece dayak atılması, vahşileştiğindeyse bir
kurt gibi avlanması gereken bir hayvan gibi görüyorlardı (köylü için “boynuzsuz
öküz” tabiri kullanılırdı). Sanatçılar ve edebiyatçılar, Horace’nin “câhil
kalabalıktan nefret ederim ve onlardan uzak dururum” sözüyle, eğitimsiz halkın
varlığını görmezden gelir, iç savaş gürültüsüyle bir an için ilgileri
uyandığındaysa, Erasmus’un sözleriyle, her türlü tiranlığın ayaktakımının
egemenliğine tercih edilebilir olduğunu söylerlerdi. …Luther, “melun, çapulcu,
tehlikeli köylüler” gibi laflar yumurtluyordu…. Hümanistlerin en büyüğü Sir
Thomas More’un yoksullara merhameti, onların hatalarına duyduğı kızgınlık kadar
büyük değildi. Utopia adlı eseri, bu toplumsal sorunu ilk hisseden ve onunla
yüzleşen yapıt olarak dünyanın en değerli kitaplarından biri olmayı
sürdürecektir (112).
Tarihçi,
kitabının üçüncü bölümünde 16. yüzyıldaki belli başlı düşünce akımlarını ele
almış. Yüzyılın, entelektüel başarılar
bakımından en parıltılı dönemlerden biri olduğunu ifade etmekle başlayan Smith,
söz konusu dönemde kendinden öncekileri
gölgede bırakan bilimsel eserlerin
ve çok sayıda eşsiz sanat ve edebiyat yapıtının ortaya çıktığını vurguluyor.
Bunlardan
yalnızca dorukta olanlarını ele
alabileceğini belirten yazar, İncil’in bunlardan biri olduğunu; kutsal kitabın,
hiçbir dönemde bu dönemdeki kadar gündemde olmadığını ifade ediyor. Smith, bu
metin üzerinde harcanan çabalara rağmen, aydınlığa
kavuşan noktaların son derece yetersiz olduğunu bir gerçek olarak bizlere sunuyor. Ama ardından şunu da ekliyor: Yine de metin eleştirisi ve ileri
eleştirinin temelleri bu dönemde atıldı.
İncil’in
Latince’den diğer dillere tercümesinin bu yüzyılda başladığını ifade eden
tarihçi kutsal kitaba ilişkin kanımca oldukça ilginç(!) bulunacak çeşitli
çalışmaları şöyle anlatıyor:
Yeni Ahit’in Yunancası ilk olarak 1516’da
Erasmus tarafından basıldı. İlk baskıyı hazırlarken elinde, kendisinin,
havariler zamanından kaldığına inandığı, modern eleştirmenlere göre göre ise
12. yüzyıla ait, hepsi küçük harflerel yazılmış 10 adet elyazması bulunuyordu.
Eserin basımı sırasında bazı ciddi hatalar yapılmış ve Esinleme’nin tüm el
yazmalarında eksik olan son altı dizesi Latince’den son derece hatalı bir
çeviriyle aktarılmıştı. ..... Erasmus, Markos’un son ayetlerinin şaibeli
olduğunu ve zina yapan kadınla ilgili bölümün (Yuhanna VII, 53-VIII, 11) en iyi
kaynaklarda yer almadığını belirtmiş, kendi el yazmalarında yer almadığından,
üç ilâhi tanıkla ilgili metni (I Yuhanna V, 7) çıkarmıştı (117-118).
O yüzyıla ait bugüne dek yapılmış en iyi
Kitab-ı Mukaddes irdelemesi, Martin Luther’in olgun eseridir (122).
Kitab_ı Mukaddes’in yerel dillere çevrilen
Protestan versiyonları arasında Luther’inki her bakımdan önde gelir. …Dramatik
dokundurmalar, yüksek bir hitabet tekniği ve şiirselliği kullanarak, Almanca
Kitab-ı Mukaddes’e ruh ve sıcaklık kazandırmıştı.
Luther, İncil’i kendi düşünceleri
doğrultusunda fazlasıyla yönlendirmişti. Musa’yı “Yahudi olduğunu kimsenin
anlamayacağı denli Alman” yapmak asil bir üslup yaratsa da, esas düşüncede ağır
ve bilinçli bir saptırmaydı (123-124).
Protestan ülkelerinde en yoğun biçimiyle
gözlenen bu İncil hayranlığı, onu geniş kitlelere yaydı. İncil, Hıristiyan
ülkelerin hepsinde belki tarihin her döneminde en çok okunan kitap olmuştur;
ancak, 16. yüzyılda okuruna yeni keşfedilmiş olmasının hazzını da sundu (125).
O dönemde dikkat çeken başlıca sonuç, yeni
mezheplerin türemesiydi. Luther’in de yakındığı gibi, kitabı herkes kendi
kafasına göre yorumluyordu.
Yazara göre, 16.
yüzyılda Kitab-ı Muaddesten sonra en çok saygı
gören eserler, 1500’den önce çoğu basılmış olan klasiklerdi. Bu yüzyılda, klasikler incelenmekle
kalmayıp, onlara tapılıyordu. Tarihçi
bu durumu şunlarla örneklendiriyor:
Fransız bilgin Muret, “Her üstün araştırma,
eğitimli bir insan için dikkate değer her bilimsel bilgi, kısacası yüksek
bilgiye ilişkin ne varsa, yalnız Yunan edebiyatında yer almaktadır” diye
yazmıştı (129).
Montaigne, “Latince zarif asaleti ile beni
büyülüyor. Yunanca eserler beni yalnızca bilgilendirip tatmin etmekle kalmıyor,
hayran bırakıyor… Homeros’un ihtişamına kim erişebilir ki?” diye yazıyordu.
Machiavelli, her akşam eskilerin ruhlarıyla konuşabilmek için en güzel
giysilerini giydiğini ve onları okurken nasıl yaşamın tüm üzüntülerini ve
ölümün dehşetini unuttuğunu anlatır (130).
Bunların
yaşandığı çağda yerel dillerin yaygınlaşması da yaşanıyor; böylece yavaş yavaş
klasikler geri plana itiliyordu. Tarihçi bu dilbilimi çalışmalarında
Latince’den bazı kelimelerin ödünç
alındığını; bu süreçle birlikte 16. yüzyıla özgü kelimelerden biri olan
“patrie”nin (vatan) kullanıma sunulduğu bilgilerini de veriyor.
Yazar, 16.
yüzyılın tarih anlayışını ele alırken, iki büyük okul veya akım bulunduğunu
tespitle; bunları, Rönesans’ta doğmuş olan hümanist tarih ile Reform’un ürünü
olan kilise tarihi olarak ikiye ayırıyor. Birinci akıma ait dahil olan
tarihçilerin klasiklerin etkisinde kaldıkları; onların tarihlerinin saray ve
siyaset tarihinin dışında olmadığını; ve bu ortak kusurlarının -halkın tarihinden siyasî kıssanın ötesinde
bir şey çıkaramama- Machiavelli’de en uç noktaya vardığını ifade ediyor.
Smith’e göre, yazdıkları o dönemde çok
etkili bir tılsım barındıran bu teorisyen, gerçekleri, tarihî romanslar
oluşturacak ölçüde kendi tezine uygun biçimde değiştiriyordu (133). Yazar,
dönemin tarih anlayışı için şu az bulunur tahlilleri de yapıyor:
Ne Fransa ne İngiltere ne de Almanya,
İtalyan ve İskoçlara eşit nitelikte tarihçiler yetiştirebildi. Fransa çoğu
zaman gevezelikten ibaret açık saçık ve felsefî olmaktan uzak tarihin vatanıydı
(135).
Hümanist tarihçiler, insan düşüncesi ve
eyleminden etkilenen çok büyük bir alanı, dîni, tamamen göz ardı etmişlerdi. Bu
alanda konuları işlemek üzere yeni bir dal olan kilise tarihi ortaya çıktı.
Aslında o dönemde önemli ama ihmal edilmiş olan din fenomeninin akılcı yollarla
açıklanmasına değil, dînî uyuşmazlıklarda her iki tarafın diğerine karşı
kullanabileceği silahlara dönüştürebilecek malzemeye ihtiyaç vardı. Böylesine
pratik bir hedefin doğal sonucu olarak, tarih, taraflı bir bakış açısıyla
inceleniyor; ve belli bir amaca hizmet edecek şekilde yorumlanıyordu. Sleidan
gibi en dürüstlerin ellerinde bile, kasıtsız da olsa, terazinin bir kefesi ağır
basıyordu. Daha tutkulu ya da daha kaypak olanlar ise gerçeği kasten hasıraltı
ederek, bir kefeyi hafifletirken, diğerini yanlış fikirlerle dolduruyorlardı
(136).
Katolik ve Protestanların birbirlerine
düşmanlığı kilise tarihinin görüş alanını kısıtlamış; bunların Hıristiyanlık
dışındaki tüm dinlere olduğu kadar bu dindeki tüm târikat ve septisizme karşı
duydukları nefretse onu daha da yoksullaştırmıştı. Ortodoks Hıristiyanlık ve
onu hazırlayan Mûsevilik, tanrısal dinler olarak diğer tüm inançlardan ayrı
tutuluyor, diğerleri en iyi tâbirle “putperestlerin canavarca düzenleri” ve en
kötü tâbirle de doğrudan şeytanın fikirleri olarak tanımlanıyordu. Erasmus gibi
İsa’yı Sokrates, Platon ve Seneca ile karşılaştırabilen çok az kişi vardı; hele
de Franck gibi “Sapkınlık bir onurdur, çünkü gerçek daima nir sapkınlık olarak
adlandırılmıştır” diyenlere daha az rastlanıyordu. Marcion ve Pelagius,
Epikuros ve Muhammet isimleri bugün bizim için anlaşılmaz bir nefret
uyandırırdı. Luther’in kehanetlerine dayanan Kur’an’ın çürütülmesi bu denli
acınası olmasaydı gülünç sayılabilirdi.
Tüm bu engellere rağmen, kilise tarihi
alanındaki çalışmalar epey başarı sağladı. Pek çok yeni kaynak ortaya
çıkarılarak incelenmeye başlandı. Nesnel bir standarta yönelinmesi yavaş ama
emin adımlarla tarafları gerçeğe yaklaştırdı (137).
Ünlü Reform
tarihçisi Henry Preserved Smith, üçüncü bölümün alt birimlerinden biri olarak
ele aldığı 16. yüzyılın siyasî teorisini, devletin
bu parlak çağında daha önce olmadığı kadar önem kazanan siyasal düşünce
bağlamında incelemeye başlıyor.
Yazara göre insanlar, Ortaçağ boyunca
süren evrensel imparatorluk ve evrensel kilise düşlerinden uyanıp, yine
kendileri tarafından , ancak tamamen tesadüfen yaratılmış yeni oluşumlarla
karşı karşıya gelmişlerdi. Bunlardan
biri, özü iktidar olan ve kendisine eşit veya daha üstün bir güçle karşı
karşıya gelecekleri noktaya dek genişleme ilkesiyle varolan ulus-devletti.
Tarihte, din de dahil olmak üzere başka hiçbir etken, yurtseverlik adıyla
kutsallaştırılan milli egoizmlerin çarpışmasından doğanlar kadar çok sayıda
savaş üretmemiştir.
Devletteki
egemenliğin burjuvaziye geçmesi, yeni bir teori ihtiyacını gündeme getirmişti. Tarihçi,
bu anlamda siyâset uzmanlarının geliştirdiği teorileri krallığın kutsal hakları öğretisi ve cumhuriyetçilik; ve bunların organları olan monarşi ve parlamento
olarak belirttikten sonra, bunların zenginlerle birlikte kazanılan zaferlerin
sonucunda ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor.
Dönemin sîyasî
teorisyenlerinin argümanlarına da yer veren yazar şu önemli bilgileri veriyor:
Machiavelli, monarşi ve cumhuriyet
seçeneklerinden, daha güçlü olduğu düşüncesiyle birincisini tercih etmiş;
ancak, ekonomik eşitliğin hâkim olduğu yerde siyâsî eşitliğin de doğal ve
kaçınılmaz olacağını kesin olarak görmüştü. Ona göre, kitlelerin tek arzusu
kendilerinin ve mülklerinin güvenliğinin sağlanmasıydı ve iki yönetim biçiminden
bu isteklerinin gerçekleşmesi için en iyi koşulları sunan hangisiyse, ondan
yana olurlardı (142-143).
Erasmus’un yönetim biçimi olarak
cumhuriyetten yana tavır alması, ahlâkî önermelerinden daha önemlidir(145).
Reformun temel nedenlerinden biri millî bilincin
güçlenmesiyken, bunun tersine, khareketin en çarpıcı sonuçlarından bir,
devletin yüceltilmesi oldu. Reform hareketi başlangıçta duraksayarak da olsa,
kilise ile devletin birbirinden ayrılmasını gerçekleştirmeye girişti.
Hem Luther hem de Calvin’in, devleti
yüceltme eğilimi, onların devlet anlayışlarına uygun olarak iki zıt şekle
büründü. Luthercilik mutlak monarşiyi desteklerken, Calvinizm cumhuriyetçi bir
unsur içeriyordu. Dolayısıyla, Almanya’da halkın bağımsızlığının yerine halkın
ataerkil ancak bürokratik yöntemlerle gözetildiği bir yönetim şekli gelişirken,
büyük devletlerin en Calvinisti olanı Amerika’da çoğunluğun yönetimi fikrine
ulaşılması bir tesadüf değildir. İngiliz Reformu başlangıçta Lutherciyken,
1580’den sonra monarşinin yıkılarak cumhuriyetin kurulmasına yol açan güçlü bir
Calvinizm eğiliminin etkisi altına girdi (147-148).
Bize çok tanıdık gelen “anayasa” sözcüğü o
zamanlar mevcut değilse de fikir olarak varolduğu kesindir. Alman
İmparatorluğu’nun büyük bölümü yazılı olmayan, ancak kısmen kânûnî bir
anayasası bulunuyordu (149).
Calvin ve onun takipçilerinin siyâsî
fikirleri, büyük ölçüde içinde bulundukları durumun yarattığı ihtiyaçların
sonucuydu. Köklü bir iktidarla karşı karşıya kaldıklarında, kılıçla olduğu
kadar kalemleriyle de savunmaya mecbur kaldılar. Özellikle Fransa’da kıyımın
yarattığı rüzgâr, düşüncelerinin
kıvılcımlarını harlı bir ateşe çevirdi. Alevler, yalnız Huguenotları değil, tüm
komşuları sardı; ta ki Fransa krallığı iki yüzyıl içinde gerçekleşecek olan
büyük devrime hazır hale gelene dek (150).
Bu bölüm
altında incelenen bir başka başlık, 16. yüzyıl Avrupa’sındaki Bilim. Smith,
bilimsel anlamda gerçekleşen yeniliği, bilim adamlarının doğaya ilk kez klasik
Yunan bilim adamlarının değil, kendi gözleriyle bakmaya başladıkları şeklinde
tespit ediyor. Ona göre
biri önemli, birkaçı ise daha az önemli keşifler dışında, 16. yüzyılın
bilimsel çalışmaları, olguları gözlemleme, betimleme ve sınıflandırmadan
ibaretti. Bunlar, büyük yeni kuramlar
gibi hayal gücünü harekete geçirememiş olsalar da kendi başlarına önemli
çalışmalar sayılabilirler (161-162).
Yazar bilimsel
alandaki tespitlerine şöyle devam ediyor:
Roma rakamları yerine Arap rakamlarının
kullanılmaya başlanması ve özellikle hesaplamalarda sıfırın kullanımı, Ortaçağ’ın
sonlarına doğru ilk kez dört işlemin kolayca yapılabilmesini sağladı. …Buna
1586’da Simon Stevin’in ondalık sayıları yaygınlaştırılması da eklenebilir
(162).
Modern anatominin ve başka bazı bilim
dallarının ustası olarak Leonardo da Vinci’yi görüyoruz. … Geride her konu
hakkında binlerce sayfa bırakmıştır; ama belli bir konu hakkında tamamlanmış
bir çalışmasına rastlamak zordur. Yüzlerce çalışmaya başlamış ve hiçbirini
bitirememiştir….. Leonardo’nun kesip incelediği yirmi bedeni gösteren anatomik
çizimleri olağanüstü sanat eserleri olsa da, dâhimiz insan bedeninin gerçek
sistematik incelemesi işini başkalarına bıraktı (164-165).
Smith, Reform’a
damgasını vuran Dünyanın evrenin merkezi olmadığı yönündeki kuramıyla
Kopernik’i tam bir titizlikle ele alıyor. Bu kuramın Kopernik tarafından 1516’dan
önce formüle edildiğini belirten yazar, onun altı kitap kaleme aldığını ifade
ediyor. Tarihçi bu altı kitaptan birincisinin kendisinden önce yapılan
çalışmaları incelediği; ikincisinin, söz konusu yeni kuramı ortaya koyduğunu;
üçüncüsünün gündönümündeki sapmayı irdelediğini bildiriyor. Dördüncüsünün,
Ay’ın Dünya’nın ve diğer gezegenlerin güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayıp, bilinen
tüm gezegenlerin yörüngeyi tamamlama sürelerini verdiğini ve altıncı kitabın,
enlem ve boylamın sabit yıldızlardan yararlanılarak saptanması üzerine olduğunu
ifade eden yazar, yeni kuramın ayrıntılarındaki bazı hataların düzeltilmesi ve
gerekli açıklamaların yapılmasının da Galileo ve Newton’a kaldığını
hatırlatıyor (171-172).
Smith,
Kopernik’in yeni kurama ilişkin eserine gösterilen tepkileri şu cümlelerle
anlatıyor:
Darwin’in
Türlerin Kökeni’nin yol açtığı büyük gürültüyle karşılaştırıldığında,
Kopernik’in aynı derecede devrimci eserine gösterilen tepki yumuşak
bulunabilir. Fikirleri çağın ilerisindeydi ve çabucak kabullenilmek için fazla
büyük ve karmaşıktı. …..birkaç astronom dışında, başlangıçta hiç kimse bunları
etmedi. Kabul etmeleri de mucize olurdu (172).
Ancak, zamanla kuramın sonuçları netleşmeye
başladıkça, kilise kendini korumak için kurama şiddetle karşı çıkmaya kalktı:
Yasak Kitaplar Kurulu şu şekilde bir karar çıkardı: “Nicholas Kopernik’in
kitabı ve diğer kitaplar, bu saçmalıkların Katolik gerçeğine zarar vermemesi
için, düzeltilinceye kadar yasaklanmıştır.” Kısa süre sonra Galileo, işkence
tehdidiyle dîne aykırı görüşlerinden dönmeye zorlandı. Ne zaman ki sistem
evrensel anlamda kabul gördü, 1822’de kilise de inançlıların onu savunmasına
ilk kez açıkça izin verdi.
Filozoflar da bu yeni bilgiye karşı
dinbilimciler kadar çekingen davrandılar. Fransa’da Bodin ve İngiltere’de
Bacon, onu reddetti. Biri tam bir muhafazakârdı; diğeriyse, ister Aristotales,
ister Gilbert ister Büyük Pole olsun, başkalarının eserlerindeki doğruları
görmeyi hiçbir zaman başaramamıştı (173-174).
Yazar, diğer
bir alt başlıkta dönemin felsefî görüşlerine yer veriyor. 16. yüzyıl Katolik
kilisesinin felsefesinin Aristotalesçi gerçekçilikten beslendiğini ifade eden
tarihçi, Protestanların ise, felsefedeki en moda tarzı yakalamaya
çalıştıklarını belirtiyor. Ayrıca, Luther’in, Occam’ın mirasçısı ve Kant’ın
atası olduğunu; onun bireyciliğinin, Occam’ın nominalizmi (adcılık) ile Kant’ın
transandantalizmi (deneyüstücülük) ve sübjektivzmi arasında bir yerde
konumlandığını vurguluyor.
Smith, dönemin
tartışmalarına ilişkin şu tespitlerde bulunuyor:
Bu dönem ve sonrasındaki şiddetli
tartışmalar, Protestanların çoğu fikirlerinin Katolikliğin bir versiyonu olduğu
gerçeğini gözlerden sakladı. Her iki mezhep de kişileştirilmiş, etik bir
Tanrı’nın varlığını, ruhun ölümsüzlüğünü, cennet ve cehennemi, kutsal üçleme
efsanesini, vahiy, diriliş ve İsa’nın mucizelerini, Kitab-ı Mukaddes’in
otoritesini ve komünyon âyininin gerçekliğini sorgusuz kabul ediyordu. Her
ikisi de akıldan aynı ölçüde nefret ediyordu.
Luther: “Kim ki ilâhi inanç bilgisine
sahiptir, o kişi sorgulayıcı bir meraktan kurtulmuş demektir. Zira Tanrı bize
inanmayı emrettiğinde, onun ilâhi yargılarını soruşturmamızı ya da bunların
nedenlerini ve gâyelerini sorgulamamızı değil, sadece değişmez bir inanç talep
eder… Dolayısıyla inanç yalnızca tüm şüpheleri değil, onun doğruluğunu ispata
tâbi tutulmasını da dışlar.
Biliriz ki akıl şeytanın fahişesidir ve
Tanrı’nın söylediği ve yaptığı her şeye leke sürmek ve zarar vermekten başka
bir şey yapmaz. Eğer Tanrı’yla olan ilişkinizi İsa’nın rehberliği olmaksızın
kendi düşüncelerinizle anlamak isterseniz çok büyük çaba harcamanız gerekir.
Her kim sorgularsa onun gazabına uğrar” diyordu (176-177).
Reformcular, gerçekte yüzeysel yanlışları
düzeltmekten başka bir şey yapmamış ve esas olanlara ya hiç dokunulmamış ya da
onları daha da büyütmüşlerdi.
Montaigne, öğretilerin çeşitliliğini
eksiksiz kavrayabilen ilk kişiydi. Montaigne, insanın fikirlerinin onun
mantığına değil, nerede doğduğu ve nasıl yetiştiğine bağlı olarak belirleneceği
düşüncesine geri döner (182-183).
Yeni felsefe oyununun girişi Aristotales’e
isyanla başlar. “Bilenlerin Ustası”, eserlerinin 13. yüzyıl üniversitelerinde
standart metinler olarak kabul edilmesinden sonra, tüm bilim alanlarında
başvurulan yanılmaz bir otorite haline gelmişti.
İnsanlar Aristotales yerine doğaya
yöneldiler. Keşifler, aynı zamanda doğa kanunlarının bir bütün olarak
algılanmasını sağladı. Kopernik, gökyüzünde matematiksel bir bütünlüğü
araştırıp buldu. İnsan doğa yasalarının bir ürününe indirgenmiş, Tanrı
yasaların bir ifadesi olarak tanımlanmıştı.
Kopernik’in keşfiyle, insanın hayâl gücü
nasıl da etkilenmiş, düşünce ve hedefkeri nasıl da değişmişti! Küçük, sınırlı
bir dünyanın efendisi olmadığını artık öğrenmiş olan insan, sonsuz bir boşlukta
ebediyen dönüp duran bir toz taneciğinin üzerinde sürünen bir parazite dönüşmüştü. Bu aşağılanma beraberinde büyük bir
yüceltmeyi de getirmişti. Zira bu küçücük yaratık, artık yıldızlara isim
verebilir, Süreyya burcunun yerini tespit edebilir ve bir yıldıza sahip her
boşluğu inceleyebilirdi. Dünya’nın sınırlarını yok ederek, insanı Tanrı’ya eşit
hale getirdiği gerekçesiyle Lucretius’un Epikuros’a cömertlikle bahşettiği
övgüler aslında Kopernik’in hakkıdır. Geçmişin tarihi, bugünün dini ve geleceğin
bilimi; bu yeni ve harika hipotezle tüm fikirler şekil değiştirmiş, tüm
değerler tersine çevrilmişti (187-188).
Dönemin Mîzâcı
adını taşıyan dördüncü bölümde tarihçi,
ilk önce hoşgörü ve hoşgörüsüzlük kavramlarını dönem çerçevesinde
inceliyor.
Dinler arası
savaşların, 16. ve 17. yüzyıllarda olduğunu; bu sırada iktidarı ele geçiren neredeyse
bütün din ve devlet adamlarının aynı ölçüde hoşgörüsüz davrandıklarını
vurgulayan tarihçi, Katolik kilisesi
daima, herkesin vicdan özgürlüğüne sahip olması gerektiği düşüncesinin
“çılgınlık” olduğunda ısrar ettiğini belirtiyor (191-192).
Bunun yanında,
Protestanların daha özgürlükçü oldukları
şeklindeki geleneksel önyargıya inananların yanılgı içinde olduklarını
ifade eden Smith, Luther’in güçten yoksun
olduğu ilk yıllarına ait birkaç görkemli sözü bir yana bırakılırsa, Reform
liderleri arasında vicdan özgürlüğü lehine bir tavra neredeyse rastlanmayacağı tespitinde
bulunuyor. Ve ekliyor: Onlar da din adına
ceza verme gücüne erişir erişmez bu gücü kullanmışlardı.
Luther’in taraftarları başarıyı
garantilediği anda, Luther’in bakış açısı da oldukça değişti. Anabathistleri
hedef alan bir önlem olarak, Saksonyalı Dük John tarafından, rahipler dışındaki
tüm kişilerin vaaz vermeleri ve birini vaftiz etmeleri yasaklandı. 1529’da tüm
Anabaptistleri ölüme mahküm eden korkunç imparatorluk kanunu Spirea Meclisi’nde
Katoliklerin ve Luthercilerin ittifakıyla kabul edildi ve hiçbir kışkırtmanın
söz konusu olmadığı, sıradan sapkınlık davalarını da kapsayacak biçimde
yorumlandı. Saksonya’da….devamlı bir engizisyon mahkemesi kuruldu ve çok sayıda
insan ölümle, ömür boyu hapisle ya da sürgünle cezalandırıldı (193-194).
Ünlü Reformist
Calvin’in hoşgörüsü ya da hoşgörüsüzlüğüyle ilgili olarak yazar, onun da
-Protestanlığın sapkın bir mezhep olmadığını savunmasının ötesinde- yöneticilerin
sapkınları öldürme hakları olduğunu kabul ettiğini ileri sürüyor. Tarihçi,
Calvin’in Eski Ahit’e dayanarak,
Tanrı’nın putperestlere ölüm emrinin, tüm Hıristiyanları kapsayan evrensel bir
kânun olduğunu; ve daha da ileri giderek, sapkınları
savunanların da aynı şekilde suçlanmayı hak ettiklerini ve aynı şekilde
cezalandırılmaları gerektiğini söylediğini hatırlatıyor (195).
Ünlü tarihçi
Smith’e göre, bu bağnazlık seline karşı
koyma cesaretini gösteren az sayıda Hıristiyan da vardı. Şöyle devam
ediyor:
Genel olarak Anabaptistler ve Üniterciler
gibi hüküm giymiş târikatlar, kendi konumlarının gerektirdiği biçimde, hoşgörü
ilkesine sıkı sıkıya bağlıydılar. Erasmus, tamamen hoşgörülü bir yaklaşıma
sahipti ve bu konuya ayrılmış bir tezi bulunmasa da, başka yazılarında
merhameti savunan pek çok fikir beyan etmiş ve baskı görenleri korumak için
yetkili kişilere çok sayıda mektup yazmıştı. Onun sınırsız duygudaşlığı, klasik
zevkleri, kargaşadan duyduğu korku ve sevecenliği, inançsızlar ve Türkler söz
konusu olduğunda bile, çareyi işkence öldürme gibi kaba yöntemlerde görmesini
engelliyordu (196).
Dönemle
birlikte anılan diğer bir kavram olan cadılık da yazarın alt başlık altında
incelediği konular arasında. Kökenlerinin ilkel çağlara uzandığını; İbrani ve
Roma hukukunda cadılığın işlendiği bilgilerini veren tarihçiye göre, bu dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran din
savaşları ve katliamlar dalgasıyla cadılık modası arasında bazı benzerlikler
vardır. Her ikisi de insanlığın belli
dönemlerinde maruz kaldığı bulaşıcı çılgınlıklardır. Bunlar, salgın hastalık ya
da bir kenti göz açıp kapayıncaya kadar yerle bir edebilen büyük yangınlar gibi
hızla yayılırlar. Ortaçağ’da yaşanan Çocukların Haçlı Seferleri ve kendini
kırbaçlama modası bu tür çılgınlıklardı. ….16. yüzyılın dinsel kuruntuları da
bu kategoriye dahildir (200-201).
Yazarın
verdiği bilgiye göre, cadı Avrupa’ya özgü
bir figürken, şeytan, Asya’dan gelen bir mitti (201-202).
Peki ne
olmuştu da bunlar o yüzyılda bu denli popülerleşmişti? Smith, şu açıklamaları
getiriyor: Tüm bu hurafeler, diğer halk
söylenceleriyle birlikte küllenmeye yüz tutmuş bir ateş gibi bir kenarda
dururken, onu söndürmeye çalışan din adamlarının çabaları ters tepti; ateş
diriliverdi. Ateşi ilk üfleyen ….tebliğiyle VIII. Innocente oldu. Almanya’da
çok sayıda kişinin kötü ruhlarla ilişkiye girdiğini, büyü yaparak Doğumları
engellediğini ve ürünleri mahvettiğini üzüntüyle öğrenmiş olan Tanrı, ….böyle
insanları ıslah etmeleri, hapse atmaları ve cezalandırmaları gerektiğini
bildirmişti. Bu beyler de görevlerini sınırsız bir coşkuyla yerine getirdiler.
…Köln Üniversitesi, cadılığın varlığından şüphe etmenin bir suç olduğuna karar
verdi. Yahudilere ve sapkınlara yapmadığını bırakmayan İspanyol engizisyonu
ise, cadılığı şeytanî bir hile olarak yorumladı.
Çağın ruhunu temsil eden Erasmus ve More da
dahil çoğu kişi cadılığın nesnel varlığına inansa da bu konuyla sonraki
nesiller kadar ilgilenmemişlerdi (204).
Luther, cadılığın gerçek olduğuna dair
hiçbir şüphe duymuyordu. Kendisi de ilk iş olarak adı çıkmış cadıları aforoz
ederek yasakçılar kervanına katıldı. Cin çarpmış olduğunu düşündüğü gerizekâlı
bir çocuğu gördüğünde, otoritelere ruhu olmayan bu bedeni boğmalarını öğütledi.
Aynı şekilde ….cadıların, acımadan ve kanûnî incelikler göz önüne alınmadan
öldürülmesini önerdi. Sonuçta 1540’da Wittenberg’de dört cadı yakılarak idam
edildi.
Calvinistler tarafından 1545 yılında
Cenevre’de 34 kadın cadılık suçlamasıyla yakıldı ya da parçalara ayrıldı (205).
Bu çılgınlığın kurbanlarının toplam sayısına
ilişkin herhangi bir değerlendirme yapılmış değildir. Kurbanların sayısı
onbinlerle ifade ediliyor olmalıydı (207).
Kitabın
son bölümünde Reform hakkındaki yorumlar ele alınmış. Bu yorumları yazar şöyle
sınıflar ve dönemlendirir:
Dinsel ve politik yorumlar, daha sonra da
varolmayı sürdürdülerse de, en gözde oldukları dönem, 16. ve 17. yüzyıllardır.
Rasyonalist eleştiri 18. yüzyıla damgasının vurur ve 19. yüzyıla ait bazı
örneklerine de rastlanır; liberal-romantik ekol, Fransız Devrimi’yle ortaya
çıkmış ve yaklaşık 1859’da ekonomistler ve Darwincilerin öne çıkmaya başladığı
dönemde ikincil konuma düşmüştür (245).
Bütün bu
yorumlar üzerinde ayrıntılı olarak duran yazar bu bölümü ve dolayısıyla
kitabını, okuyucunun merak edeceğine inandığı kendi Reform değerlendirmeleriyle
bitirir. Yazarın kendi yorumlarından bazıları şunlardır:
Rönesans ve 16. yüzyıl sosyal devrimi gibi, Reform
da çevrede ve yaşam biçiminde kendisinden önce gerçekleşen entelektüel ve
ekonomik değişimlerin işleyişinin bir sonucudur.
Bilgi birikiminde, bir yandan matbaanın icadı, bir yandan da 15.
yüzyılın coğrafi ve tarihi keşiflerinden kaynaklanan bir artış ve derinleşme
yaşanıyordu ve bunun sonucu olarak doğa kanunu fikri gölgelenmişti. Reform öncesi
ekonomik zenginliğin artması ve üretim sisteminde lonca ve trampa usulünün
yerini para ve ücretin almasıyla gerçekleşen değişimlerdi. Bu durum, sırası
geldiğinde kendileri de çeşitli sonuçların sebepleri olarak işlev gören üç
sonuç Doğurdu: paralı sınıfın yükselişi, bireycilik ve milliyetçilik
(284-285).
Protestanlık, bu dünyayı Katoliklerinkinden
çok daha fazla önemseyen etik değerleriyle, kapitalist devrimle uyum içindeydi.
Bekârlık, inziva, nefsi köreltme, dua ve derin düşünce gibi eski manastır idealleri,
yeni zenginliklerin etkisiyle zayıflayarak, yok oldu. Böylelikle insanlar,
yaşadığımız hayatın, evliliğin, çocukların, gündelik işlerin, başarının ve
zenginliğin farkına vardılar.
Protestanlık, Tanrı’ya ve komşusuna hizmet etmenin en iyi yolunun tam da
bu çalışma olduğunu telkin ediyordu. Luther, saban süren bir çiftçinin ya da
ortalığı süpüren hizmetçinin, Tanrı’ya dua edip nefsine eziyet eden keşişten
daha büyük bir ibadette bulunduğunu söylüyordu.
Bunun yanı sıra, kapitalizm ve Calvinizm’i
müttefik hale getiren tutumluluk ve üretkenlik erdemlerinin vurgulanışı,
burjuva sınıfının doğasındaki ölçütlerin yansıtılmasından ibaretti. Reformun
zaferi, tüccarların gücü ve paraları sayesinde gerçekleşmişti; buna karşılık,
onlar da hem kilisenin talanından hem de ayrıcalıklı bir sınıfın
feshedilmesinden kazanç sağlamışlardı (289).
…Reformcu liderler en azından kendileri için
kişisel yargı hakkını savundular. Endüljans satıcısından Papa’ya, Papa’dan
konseye, konseyden Kitab-ı Mukaddes’e ve (Luther’in deyişiyle) Kitab-ı
Mukaddes’ten İsa’ya temyizde bulunan Reformcular, en üst mahkeme olarak kendi
vicdanlara başvuruyorlardı. Kendilerini garanti altına almak amacıyla savaşmış
oldukları hakları, başkaları için inkâr etmeye çalışsalar da, onların
oluşturduğu örnek, fikirlerinden daha güçlü bir etki yarattı. İnancın nâzik
dengesi bozulmuş, istikrarsız bir durum ortaya çıkmıştı. Öylesine hafif bir
itişle başlayan çığ, onu yarı yolda durdurmaya çalışanları darmadağın edinceye
kadar aynı yönde yuvarlanıp büyüyerek ilerledi. Dogmanın nesilden nesile yavaş
yavaş küçülmesi, başlangıçta planlanmamış olsa da, kaçınılmaz sonucu olan tam
dinsel özerkliğe, yani dinsizlik ve şüpheciliğe yol açtı.
Protestanlık daha ziyade, Rönesans’ın
herkesin anlayacağı hale getirilmesiydi.; rakibinin ondan önce ortaya koyduğu
fikirlerin pek çoğunu değiştirdi; koşullara uydurdu ve kitlelere yaydı.
Olayların mantığına göre, Rönesans kültürlü bir azınlık için düşünme özgürlüğü
sağlamış, Reformsa, sonunda kitleler için hoşgörüyü Doğurmuştu. Reform,, yine
mantığa uygun olarak, büyük düşünürler ve bilim adamlarının felsefesinden
korkup nefret ettiği halde, kitlelerin belli bir düzeye kadar eğitimini
savunmuştu (290).
Özetle Reform, tarihsel hayal gücüyle
yargılanırsa, temelde gerici bir hareket olmadığı ortaya çıkar. Böyle olması a
priori mümkün olmadığı gibi, olgular da bu olasılığı desteklemiyor. Reform,
çözmesi gereken pek çok soruya bizim yanıtımızı vermemiştir; bununla birlikte,
onun sunduğu çözüm, kendi dönemince talep edilmiş ve kabul görmüş bir çözümdür.
Tüm yetersizlikleriyle Reform, esas olarak ileri doğru atılmış bir adımdı;
yoksa, daha eski dönemdeki bir düşünce şekline, Reformcuların iddia ettikleri
gibi ilkel Hıristiyanlığa, ya da daha sonra öne sürüldüğü gibi karanlık çağlara
dönüş değil (291).
İnanılmaz
zenginlikte bir bibliyografyaya da sahip olan eser, Avrupa tarihini merak
edenler için çok çok özel bir çalışma niteliğinde. Onu bu denli özel yapan,
alışılmış Batılı tarih söyleminden farklı oluşu. Dolayısıyla okura, Avrupa
tarih yazımının Ortodoks yaklaşımının dışında, farklı bir bakış açısı kazandırma
gücüne sahip. Bu bakışın modern Doğulu okurun, tarih, kültür ve kimliğine ayna
tutacağı muhakkaktır.