27 Nisan 2012 Cuma

Kapitalizmin Vicdanı Var mıdır?


Ortaya çıkış sebebi  ve gelişmesi Avrupa’nın emperyalizm  ve Hıristiyanlık tarihiyle açıklanabilecek kapitalist düzen, yaklaşık 400 yıldır insanlığın ve dünyanın çanına ot tıkıyor… 

Diğer yandan, kapitalist dinamikler  öyle ya da böyle hemen tüm kültürler ve aşkın öğretilere kendisini eklemlemiş durumdadır. Tersinden okursak, hemen tüm kültürler ve kutsal öğretiler, kapitalizmin ezici gücü karşısında önce şaşkınlıkla, sonra çaresizlikle kendi özgün kaideleri arasından, kapitalizme atıfta bulunduğunu düşündükleri satırları cımbızla çekip çıkarttılar. Onları allayıp pullayarak, hayatlarının merkezine yerleştirdiler. İnsanlığa, kutsala ve evrene aykırılığını görmezden gelerek kendilerine kapitalist meşruiyetler yarattılar… 

Ne diyordu protestan-kapitalist doktrinin burjuva mimarları? Tanrı’nın yeryüzündeki temsilciliğini feodal Avrupa topraklarının üçte ikisini elinde bulunduran kilise değil krallar yapmalı. Halkların birliğini sağlayan krallara zenginlik ve refah yakışır.  Onlar, İsa gelene kadar devam edecek olan “lineer ilerleme” zarfında, şanlarıyla dünyanın kaynaklarına sahip olmak için gerekeni yapmalıdır.  İyi Hıristiyan kral, servet sahibi zengin kraldır. 

Bu bağlamda, türedi zengin sınıf burjuva, tüm köksüzlüğü ve vahşiliğiyle  güdümündeki krallıklardan, gerek kiliseye ait taşınmazları ve gerekse yer altı, yerüstü kaynaklarını çekip aldı. Ölçüsüz bir güç kazandı. 

Avrupa’nın feodal dönem sonrası devletleri ve onların kralları, iktidarlarını borçlu olduğu burjuvaya büyük imtiyazlar tanıdı.  Paralı ordular, bankalar, sanayi, devlet kredileri vs. hepsi burjuva-devlet  ortaklığına hizmet ediyordu. 

Her geçen asır biraz daha palazlanan kapitalizm, liberalizmi de koluna takıp, kitleleri kandıran teoriler geliştirdi.  Örneğin, şöyle diyorlardı: bir grup sermayedarın sınırsız kazanç sağlaması esastır; çünkü nasıl olsa zengin grubun sağladığı “gelişme ve kalkınma” ülkenin geri kalanına da yansıyacaktır. 

Peki öyle mi oldu? Gerçekten, sermayeyi elinde tutanlar, geri kalan halkın refahına katkıda bulundu mu? Şöyle bir soruyla mukabele edelim: Eğer öyle olsaydı işçi hareketleri ve sosyalizm ortaya çıkar mıydı? Hayır! 

Demek ki Tanrı’ya bu dünya dışında bir konum belirleyip yeryüzünün hatta evrenin efendiliğine soyunan Protestan Avrupa devletleri ve burjuva sermaye sahipleri, Tanrı’nın zengin ve dolayısıyla “iyi” kulluğu statüsünü ,yalnız kendilerine lâyık görmüşlerdi! Geri kalan kitlelerin yoksulluğu, yoksunluğu ve mazlumluğunun onların reforme edilmiş Tanrıları nezdinde pek bir kıymeti harbiyesi yoktu! 

Gelelim vicdana… Yani zulme ayak direyen iç sese…  Bazılarının iddiasına göre doğuştan Yaratıcı tarafından insanlara bahşedilmiş haslet… Bana göre ise, hayatiyeti, işlerliği, kişinin içinde bulunduğu aile, toplum, din, devlet gibi temel kurumların değerlerine göre biçimlenen digergamlık bilinci… 

Dolayısıyla, şartlara göre değişen bir bilinç. Örneğin, hırsız, yankesici  bir ailenin kucağında açtıysanız gözünüzü; her halde çalıp-çırparak başkasına zulmetmenin vicdanınızdaki karşılığı en azından nötr olacaktır. Benzer şekilde, diyelim ki NewYork’ta yaşıyan bir ABD’lisiniz: resmî sayısı 150,000 kadar olduğu söylenen evsizlerin akşam olunca otobüs duraklarında birbirlerini ısıtmaya çalışan manzaralarının önünden geçerken dönüp bakmazsınız bile…

İmdi, kapitalist düzende yaşayan insanların vicdanları, yani digergamlık bilinçleri, kapitalizmin hayatlarına sirâyet etme dozajına göre değişecektir.  Bu noktada, kapitalist söylemle gelişmemiş, az-gelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerin fertlerinin taşıdıkları vicdanlar eşyanın tabiatı gereği farklı farklı olacaktır. Nasıl bir fark? Gelişmemişlikten, gelişmişliğe ters bir eğri gösteren yani, geliştikçe azalan bir vicdanî duyarlılık… 

Eşyanın doğası, dedim; çünkü kapitalistleşmek, “kalkınmak”, “ilerlemek” demek, şehrin keşmekeşinde canhıraş bir yaşam savaşına karşılık gelmektedir. Bu hayatta, yalnız ve yalnız kendinizle ilgilenmek zorundasınızdır; başkalarıyla ilgilenmenin; bırakın başkalarını, öz be öz anne- babanıza zaman ayırmanızın şartları bile kapitalist süreçlere eklemlenmiştir. Yaşamak için siz, sürekli çalışıp para kazanmak zorunda olduğunuz için; anne-babanıza bakma işini dahi satın almak durumundasınızdır. Tıpkı çocuklarınızın bakımını satın aldığınız gibi…

Kapitalist hayatta hiçbir şey üretmez ama her şeyi dolaylı yaşarsınız. Sadece, satın alır ve tüketirsiniz: ekmeğiniz, eviniz, sağlığınız hatta hatta geleceğiniz...  Pek çok değer şeyleşmiş, metalaşmıştır. Nefes alıp vermeniz bile bu sefil kapitalist yaşam biçimine göbeğinden bağlanmıştır. 

Yalnızca insan değil, canlı cansız tüm varoluşun, kapitalist elitlere kölelik etmek üzere kurgulandığı;  düzene isyanın hayat-memat meselesine dönüştürüldüğü  bu adaletsiz düzende, digergamlık sergileyebilmek; insanın insan olma hâlini, yani vicdanını her dâim canlı kılmaya çalışmak, çağın en büyük cihadı olmalı!

19 Nisan 2012 Perşembe

Rönesans ve Reform Çağı: Bilinmeyen Gerçekler



Avrupa’nın Rönesans ve Reform’u, bizim tarih kitaplarından bildiklerimizin dışında hangi anlamları taşımaktadır? Modern Batının, her fırsatta erdeminden dem vurduğu bu toplumsal, siyasî ve dînî değişimlerin tatminkâr bir anatomisi çıkartılabilir mi? Nesnel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında neler göz önüne serilebilir?  Bütün bunlardan yola çıkılarak hangi sentezlere varılabilir?

Bütün bu soruların oldukça çizgi dışı görülen cevaplarını önemli tarihçi Henry Preserved Smith, yalın bir anlatımla bizlere sunuyor. Britannica Ansiklopedisi’nden edindiğimiz bilgilere göre, Protestan Reformu üzerinde yoğunlaşan tarih profesörünün bu –tam çevirisiyle Reform Çağı (1920) isimli- kitabı, yazdıkları diğer eserler arasında tam bir başyapıt niteliğinde.  Columbia, Harvard ve Cornell üniversitelerinde çalışan tarihçi, 1880-1941 yılları arasında Amerika’da yaşamış. Onun diğer eselerinden bazılarının isimleri ise şöyle: İncil ve İslam (1897), Martin Luther’in Hayatı ve Mektupları (1911), Erasmus: Hayatı, Düşünceleri ve Tarihteki Yerine Dair Bir İnceleme (1923).

İş Bankası Yayınları’nın 2001 yılında yayımladığı Rönesans ve Reform Çağı; Bir Sosyal Arkaplan Çalışması isimli kitap, yazarın Reform Çağı (1920) eserinin yer yer atlanarak yapılmış 334 sayfalık başarılı bir çevirisi. Çeviri, Serpil Çağlayan’a ait.

Kitabın önsözünde, Reform tarihine ilişkin yeni bir eser yazma isteğini, hareketin 16. yüzyıldaki ekonomik ve entelektüel devrimlerle olan ilişkisini belirleme amacıyla ortaya koyan yazar, bu çalışmaya altı yılını ayırmış.

Yazar, birinci bölümde Reform Çağı olarak ele aldığı 16. yüzyılın ekonomik ve sosyal koşullarını ele alırken, Avrupa’yı bir bütün olarak ele aldığını belirtiyor. Son 400 yılda ortaya çıkan servet artışının nüfus artışının üzerinde olduğunu; dolayısıyla, bilindik anlamda refahla nüfusun paralelliğinin söz konusu olmadığı tespitinde bulunuyor. Bunun yanında, İngiltere örneğini veren yazar 16. yüzyılda burada görülen nüfus artışına, zenginliğin giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanmasının eşlik ettiğini ifade ediyor (s. 12).  Reform’u oluşturan temel nedenlerden biri olan refah artışını servetin birikimiyle paralel gören Smith, Ortaçağ’da rastlamanın zor olduğu zenginliğe, servet birikiminin başlamasıyla ilk kez 16. yüzyılda tanık olunduğunu vurguluyor. Bunun neticesinde gelişen süreçte Napolyon Dönemi’nin sonuyla 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcı arasında kalan yüzyılda beyaz ırkın servetinin, her 25 yılda bir, ikiye katlanarak arttığını belirten yazar, buna neden olan yeniliklerin Amerika Kıtası’ndaki kaynakların sömürülmesi ve lokomotifin bulunması olduğunu ifade ediyor (s. 18, 19, 20).

16. yüzyılın kurumlarını ele aldığı alt başlıkta yazarın şu tespitleri oldukça çarpıcı görünüyor:

 16. yüzyılda ilk defa kalıcı diplomatik temsilciliklerin kurulması, siyasette etkisi artmakta olan ulusallaşmanın bir işaretidir. Çoğunlukla piskoposlar, sulh hâkimleri, yargıçlar ve bilim adamlarından oluşan bir heyetten seçilen ilk büyükelçilerin, yalnızca elçilik değil, casusluk da yapmaları beklenirdi. Bunların emrinde, gizli çalışacak ve bunun sorumluluğunu üstlenecek, böylece yakalandığında bağlantıları reddedebilecek kalabalık bir gizli ajanlar grubu bulunurdu (36, 37).

Çoğu ülkenin maliye işleri ahlâksızca ve akılsızca yürütülüyordu. Çok sayıda ve karmaşık vergiler mevcut olup, en büyük pay yoksulların sırtına yükleniyordu. Çoğu ülkede ayrıcalıklı sınıflar, kendi topladıkları belli miktar parayla bütçeye katkı sağlamak zorunda olsalar da, normal vergilerden muaf tutulurlardı (38).

Atalarımız, hükümetin başlıca görevlerinden olan kamu düzenini sağlama, yaşamı ve mülkiyeti güvence altına alma ve suçluları cezalandırma konularında başarıdan çok, kişisel zevklerini ön planda tutuyorlardı. Kanunlar korkunçtu ve adâletsiz bir biçimde uygulanıyordu. İngiltere’de idam cezası gerektiren suçlardan bazıları şunlardı: Cinâyet, kundakçılık, geceleyin boyalı bir yüz veya siperle avlanmak, 40 şilinden değerli emanet veya parayı zimmetine geçirmek, İskoçya’ya at veya midilli götürmek, büyü yapmak veya ruh çağırmak, cadılık, sınır işaretlerini silmek, askerden kaçmak, sahte para basmak veya paranın üzerinde tahrifat yapmak, sığır çalmak, hâneye tecâvüz ve yankesicilik. Tüm bunların cezası idamdı; ancak, adam zehirleme gibi özellikle çirkin görülen suçları işleyenler, yakılarak veya haşlanarak cezalandırılırdı (39).

Böyle kânunlarla, VIII. Henry hükümdarlığı sırasında toplam 72.000 kişinin asılmış olması şaşırtıcı değildir; bu da ortalama yılda 2000 kişi demektir. Aslında, Kıta Avrupası’nda cezalar Britanya’dakinden çok daha sertti. Suçlunun tek sığınağı yargıçların açgözlülüğüydü. Roma’da her türlü suçun cezasından parayla kurtulmak kolay ve olağandı; diğer yerlerde de rüşvet oldukça alışıldık bir yöntemdi (40).

Suçluları yargılama yöntemleri de cezalar kadar acımasızdı. Kıta Avrupası’nda sanık baştan suçlu kabul edilir, suçu itiraf etmesi için her türlü işkence yapılırdı. Calvin’in “insan, acı hissettiğinde doğruyu söyler” şeklindeki acımasız sözleri, ö dönemin hâkim tavrının ifadesinden başka bir şey değildi. Burada Montaigne’in istisnaî bir düşünceyi dile getiren protestosu, hümanizminden dolayı alıntılamayı hak ediyor: “Basit bir ölüm cezasını aşan her şey, mutlak zulümdür; kânun adamlarımız asılmaktan veya kellesini kaybetmekten korkmayan birini, kurşuna dizme, kızgın demirle veya çarklarla parçalara ayırma tehditleriyle korkutmayı beklemesinler.”

Bir İngiliz mahkemesinde kendini savunmayı reddeden kişi “peine forte et dure” denilen, göğsünün üzerine suçunu itiraf edene; eğer etmezse de ağırlık altında ezilip ölene kadar üst üste ağırlıkların konulduğu bir işkenceye mâruz kalırdı (40).

Ataerkil devlet, yurttaşının özel yaşamının her alanının kânunlarla düzenlemeye çalışıyordu: Giysilerinin nasıl olacağı, bir öğünde kaç çeşit yemek yiyeceği, düğün, akşam yemeği veya dansa kaç misafir çağıracağı, barda ne kadar süre kalabileceği ve ne kadar içki içeceği, Pazar gününü nasıl geçireceği, nasıl nişanlanacağı, nasıl dans edeceği, saçlarını nereden ayıracağı ve karısını döverken kullandığı derneğin ne kalınlıkta olacağı gibi.

Ahlâkî yönleri ağır basan bu tür kânunlara verilen adla “mavi kânunlar”, Protestanların buluşu değildi. Lutherciler, bu alanda neredeyse hiçbir değişiklik yapmadılar. Ancak, Calvin, Ortaçağ ruhunu, yeni ve keskin bir yoğunluğa eriştirdi. Onun takipçileri olan Püritenler, sonraki yüzyılda, bir Hıristiyan’ın meşru eğlencesini “düzenli meditasyon ve dua etme”ye indirgemeyi başardılar (41).

Yazar, bir sonraki alt başlıkta sivil yaşam ve âdetleri ele almış. Feodal düzenin parçalanmasının ardından yaşanan gelişmelerin olgunlaşmasının çok uzun bir süreç aldığını belirten yazar, bu süre zarfında soylu sınıfın tamamen ortadan kalmasa da soyluluk unvanlarının servet sahiplerine ve siyasetçilere verildiğini ifade ederek, yeni toplumsal yapılanmaya dikkat çekiyor. Bu yeni yapılanmada insanlara yükselme şansı tanıyan kanalların da bulunduğunu ve entelektüel sınıfın bu dönemde yaşanan fikir evriminden hiçbir sınıfın olmadığı kadar fayda sağladığını; yarı hizmetkâr konumdan kurtulup neredeyse yönetici kitlesi haline geldiklerini ifade ediyor.

 Smith, Ortaçağ’ın temel sınıflarından olan din adamlarının, Ortaçağ sistemiyle modern düzen arasında, tam ortada yer aldıklarını belirttikten sonra onları betimlerken şu ifadeleri kullanıyor:

İçlerinde kuşkusuz çok sayıda değerli kişi vardı; ama genel olarak, ahlâken ya da bilgi birikimi bakımından bulundukları konuma uygun olduklarını söylemek pek doğru olmaz…. Reform sırasında gerçekleşen, ciddi ve kısmen başarılı olmuş bazı girişimlerden daha önce söz ettik. Rahibe manastırlarında şehvet içeren dünyevî oyunlar yasaklanmış, boğa güreşleri Vatikan’dan uzaklaştırılmış ve günah çıkarmanın rahip açısından doğurduğu tehlikeler, rahibin günah çıkaranı diz çöktürmesi yerine, kapalı bir paravanda oturup küçük bir delikten dinlemesinden ibaret yöntemin bulunmasıyla azaltılmıştı. Günah çıkarma konusunda halkın fikirleri öyle yozlaşmıştı ki İspanya’da bir kadına günah çıkartırken rahibin yapabileceği küçük ahlâksızlıklara izin verilip verilemeyeceği konusunda uzun süren bir tartışma yaşanmıştı (51-52).

Reform’un getirdiği ahlâkî standartlara da değinen yazarın bu çerçevede yaptığı tespitler oldukça enteresan:

 Reformun Ahlâki standartlar üzerinde belirgin herhangi bir dâimi etkisi olmamıştı… Luther, papalık belası kovulduğunda onun yerini yedi başka belanın aldığını ve Wittenberg’de on emirden yalnızca birincisine uyduğunu söyleyebilen kişinin bile neredeyse aziz sayıldığını belirtmişti (61).

Boşanma ve kadınların konumu üzerine kaleme aldıkları ise bir çok Doğulunun hiçbir şekilde haberdâr olmadığı bilgilerden oluşuyor:

 16. yüzyılın bize göre ilginç sapkınlıklarından biri, kendisi istenilen bir şey olmasa da en azından boşanmaya tercih edilen poligaminin ısrarla savunulmasıdır. ….. Luther başta olmak üzere Reformcuların çoğu poligaminin boşanmadan daha doğru olduğunu düşünüyordu; bu görüşte dayanarak aldıkları Kitab-ı Mukaddes’e göre, poligami Eski Ahit döneminde uygulanmış ve Yeni Ahit döneminde de açıkça yasaklanmamış olduğu halde, boşanma, zina halleri dışında, her iki ahitte de yasaktı. Luther bu tezi, daha 1520 yılında, henüz saf bir kuram halindeyken geliştirmiş, ne var ki uygulamaya sokmakta tereddüt etmişti. En azından istisnaî durumlar için poligamiyi hoş görmeye hazır ne kadar çok saygıdeğer isim olduğunu görmek şaşırtıcıdır. Papalar, din bilginleri, Erasmus gibi hümanistler ve Bruna gibi düşünürlerin hepsi çok kadınla evliliği doğal karşılıyordu (65).

16. yüzyılda kadınlara halen ikinci sınıf insan gibi davranılıyordu; evli kadınlar miras hakkına sahip değillerdi ve kocalar eşlerini kaygısızca dövebiliyorlardı  çünkü kötü muamele boşanma için geçerli bir neden sayılmıyordu. …Sir Thomas More …bizlere Utopia’sında, kocaların karılarını döverek cezalandıracakları sözünü verir.

…. John Knox kadınlar hakkında “Doğa onları eksik, ahlâken zayıf, sabırsız, güçsüz ve akılsız yarattı sadakatsiz, kaypak acımasız ve yönetim ruhundan yoksun oldukları tecrübeyle anlaşıldı” der. Luther, “Kadınların hastalanıp ölünceye kadar çocuk doğurmalarında bir sakınca yoktur. Bırakın ölene kadar doğursunlar; onlar bunun için var” demiştir. 1595’te Wittenberg’de kadınların insan olup olmadığı tartışılmıştı. Genel tavır kadınlar aleyhindeydi. Bu cinse verilecek en iyi hediye olarak kırbacı öneren (Nietzsche usulü) vecizeler, bir antolojiyi doldurabilirdi (66-67).

Yazarın sağlık konusunda değindiği sayfalarda, şu kısımlar alıntılamaya değer yığınla bilgiden bazıları:

Deliliğe uygun tedavi bilinmiyordu. Zavallı hastalar, deliliklerini gösteren saplantılarını dışa vurdukları için kırbaçlanır veya eziyet görürdü. Atalarımız, delilerin tuhaflıklarını seyretmeyi eğlenceli bulur, tımarhanelere gidip, akıl hastalarıyla alay etmek için bir araya gelirlerdi. Shakespare oyunlarında, bize trajik görünen sahnelerden bazıları, ruhsal bozuklukları canlandıran bu oyunların ilk defa sahnelenmesine tanık olan seyirciler tarafından komik olarak algılanıyordu.

1510 yılında Floransa’daki hastanelerden birini görmüş olan Luther, oralarda hastanelerin ne kadar güzel, ne kadar temiz olduğunu, isimlerini söylemeden bütün gün gönüllü olarak yoksullarla ilgilenip gece evlerine dönen saygın rahibeler tarafından ne kadar iyi hizmet verildiğini anlatır. Böyle kurumlar, İtalya’nın gurur kaynağıydı; çünkü başka ülkelerde bunlara rastlanmıyordu. Nihayet diğer ülkelerde de kurulduklarındaysa, çoğunlukla cahil ve kötü yürekli hizmetlilerin eline bırakılmışlardı. Paris’teki Hotel-Dieu hakkında anlatılan hikâyeler tüyler ürperticidir (71).

Kitabın ikinci bölümünün adı: Kapitalist Devrim. Reform’la âdeta at başı giden ekonomik ilerlemeler, bu kitapta birçok farklılaşmanın nedenlerini gözler önüne seriyor. Yazara göre yaşanan ekonomik devrim, Reform’dan daha derin ve kalıcı sonuçlara yol açmıştır. Reform ve bu devrim, çağın bireyci ruhunun ortaya çıkması anlamına geliyordu. Ortak çabanın yerini, bu dönemde, özel girişim ve rekabet almıştı.

Smith’in bu tespitleri yaparken kullandığı cümleler çok önemli:

… Dönemi yaşayanlar, kapitalizmin yükselişinin özellikle de kötü etkilerini fark etmişlerdi ve çoğunlukla yanlış bir saptama ile bunları Reform’a yüklüyorlardı; ticaretin yeni hükümdarları ise, bir yandan kiliseyi yağmalarken, bir yandan da Protestanlık maskesi ardına gizlenmeye çoktan beri hazırdı. Bu iki hareket, başka tarihsel güçler gibi, düşüncede kolayca ayırt edilebilirken, eylemde genellikle ayrılmaz biçimde iç içe geçmişti.

…Kuşkusuz, son dört yüz yılda zenginliğin katlanarak artması, öncelikle doğal kaynakların işletilmesi alanında yeni buluşların ortaya çıkmasıyla açıklanabilir; ancak, kapitalist yöntem bu yeni keşiflerden yararlanılması ve bunların yarattığı artı değerin mutlak toplumsal kullanım için biriktirilmesine tamamen uygun bir yöntemdir. …Şunu hesaba katmak gerekir ki, hizmetinin yanı sıra, kapitalizm ödülün âdil dağıtımında tam bir başarısızlık göstermiştir. Sistem, yarattığı zenginliğin en büyük dilimini tek bir sınıfın kârı için saklama ve dolayısıyla toplumun geri kalan kısmının payına düşeni onlardan çalma eğilimindedir (73-74).

Paranın, henüz 12. yüzyılda Batı Avrupa şehirlerinde kullanılmakta olduğunu; ancak, şehir hayatının vazgeçilmez unsuru haline gelmesinin 14. yüzyılın sonu ile 15. yüzyıl başlarına kadar uzandığını belirten tarihçi, bu değişimin büyük devrimin kendisi değilse de, onun ayrılmaz bir önkoşulu ve büyük ölçüde de doğrudan nedeni olduğunu ifade ediyor. Altın ve gümüşün artık, para olarak saklanabildiğini, böylece yalnızca Antik dönemde olduğu bilinen büyük servetlerin oluşturulmasında ilk adımın atıldığını belirten yazar, ilk büyük servetlerin krallar, büyük mülk sahibi soylular ve devlet hizmetindeki memurlar tarafından biriktirildiğini vurguluyor.

P. Smith’in  daha 1900’lü yılların ilk çeyreğinde yaptığı şu değerlendirmeler, günümüz açısından da oldukça anlamlı:

Memurlardan sonra en büyük servetlere sahip olanların devlet temsilcileri ve bankerler olması, kapitalizm ve devletin yakın ilişkisinin göstergesiydi. Bu dönemde bankacılık sıkı sıkıya kamu borçlarına bağımlıydı ve dolayısıyla kapitalist temelde kurulan ilk büyük iş koluydu. İlk “tröst” para tröstüydü. Bankacılık daha Ortaçağ’da başlamış olsa da, gelişimini tamamlayabilmiş değildi (75-76).

….. Alman madenlerinin artan verimliliği değerli madenlerin piyasadaki arzını artırırken, bir yandan da oklar ve mızraklarla donanan feodal askerlerin yerini ağır toplar ve ateşli silahların alması, Avrupa devletlerinin para ihtiyacının daha önce görülmedik düzeyde artmasına neden olmuştu (77).

Modern bankacılık İtalyanların buluşudur, ancak sonradan Almanlar, teknik yönden değilse bile kurdukları şirketlerin boyutlarıyla onları geride bırakmıştır (78).

Bankalar, kapitalist sistemin diğer alanlara yayılmasına aracılık ediyorlardı. Büyük firmalar, herhangi bir devletten sermaye üretimi için gerekli olan doğal kaynakları ya toptan satın alıyor, ya da işletme ayrıcalığını elde ediyorlardı. Her şeyden önce madenleri ele geçirdiler. Nitekim Alman madenlerinin kâr sağlayacak biçimde kullanılması, bunların Fuggerler ve diğer bankacıların eline geçtiği 15. yüzyıl sonlarından itibaren başlar (80).

Yeni koşullar, onlara uyum sağlamak için yeni araçların geliştirilmesi ihtiyacını Doğurdu. Deniz ticaretinde Hindistan ve Amerika’ya giden olların keşfi, buralardan getirilen malların rotasında büyük değişime yol açarken, malların miktarında herhangi bir fark oluşturmadı. İki iç deniz olan Akdeniz ve Baltık’taki ticaret azalırken, Atlantik denizyolu ticareti büyük bir süratle arttı. Anonim şirket prensibiyle oluşturulan yeni ve büyük şirketler ortaya çıktı(81).

Tarihçinin, bu bölüm altında incelediği ilk alt başık, Para İktidarının Yükselişi. Smith’in bu başlık altında yazdıkları şu paragrafla başlıyor:

 Modern dönemin mutlak hükümdarı paradır. Antik dünyanın belli bir döneminde servetin bugünkü kadar güce sahip olduğu bir zaman dilimi olmuştur belki; ancak, Ortaçağ’da böyle olmadığını biliyoruz. O dönemde para, kendi üstüne düşeni feodal hizmetle veya benzer şekillerde ödeyen serfin umurunda değildi. Para, soylular tarafından Yahudiler’in, veya soylu olmayan kişilerin bayağı varlığı olarak aşağılanır ve kilise adamlarınca, tüm kötülüklerin kökeni, şeytanın cinsellikten sonraki en büyük silahı olduğu düşünülerek nefretle karşılanırdı. Rahipler, bekârlıkla birlikte yoksulluk yemini de ederlerdi (103).

Servet sahibi sınıf yanında, devlet içinde prenslerin de önemli derecede zenginleştiğini belirten tarihçi, bu durumda yeni siyasî kuramlarının neticesinde Luther ve Machiavelli’nin kralın kutsal konumunu yüceltmek amacıyla yürüttükleri bir komplo söylentisini hatırlatıyor. Hemen ardından, onların kuramlarının esasen var olan bir durumun ifadesinden başka bir şey olmadığı; çünkü tüccar sınıfının güçlü bir hükümete ihtiyaç duyduğunu ekleyen yazar,  şunları anlatıyor:

Ticari bir toplum, düzeni korumak, kanunsuzları dizginlemek, imtiyazları ve pityasaları güvenceye almak için güçlü bir yönetime ihtiyaç duyuyordu ve bunu ancak bir prensin şahsında bulabilirlerdi. Luther, kralların Tanrı’nın gardiyanları ve cellâtları olduğunu, Tanrı’nın hizmetkârlarından en basitlerinin bile yüce gönüllü olması gerektiğinden, onların yüksek mevkide ve görkemli olduğunu söyler. Doğrusunu söylemek gerekirse, onlar daha ziyade, kitleleri sindirmek için burjuvazinin kiraladığı gardiyan ve cellâtlardı.(104)

Toplumun yeni efendiler, hükümdarın yanı sıra başka iktidar araçları da geliştirerek, bazı ülkelerde parlamenter bir yönetim, bazlarında bürokrasi, hemen hemen tümünde paralı askerlerden oluşan bir ordu kurdular. Altının savaştaki güç kaynaklarından biri olduğu sözü ilk o zaman söylenmiş; ve çok sık kullanılmıştır. Feodal şatoları yıkan pahalı ateşli silahlar, ayaklanan köylülere yöneltildiğinde de aynı derecede öldürücü oluyordu.

Meşhur “Böl ve yönet” düsturunun, bu dönemde kentli orta sınıf tarafından başarıyla uygulandığını belirten tarihçi, bunun sonucunda; kilisenin bölünmesi, İngiltere’deki hânedanlar, Almanya’daki derebeyler, Fransa’daki sözde din adamlarının aralarında başlayan savaşla soyluları gırtlak gırtlağa geldiğini ifade ediyor. Yazara göre Kontlar ve şövalyelerin birbirlerini boğazlama işleri sona erdiğinde, onlardan güçlü bir cephe oluşturacak sayıda insan kalmamıştı. Tarihçi şöyle devam ediyor:

Ulaşılan son noktada soyluluk tacı, para kazanma başarısının nihaî toplumsal nişanı olarak, zenginlerin elinde ucuz bir süs eşyası olarak haline gelmişti.

Kilisenin yağmalanması daha vahşi oldu. Din adına yürütülen kamulaştırmalar yeni zenginlerin kâr etmesini sağladı. Kamulaştırılan tüm mal varlığının onların eline düşmediği bir gerçekti. Bir kısmı prenste kalmış, çoğu, yoksullar için misafirhâneler, okullar veya yetimhâneler kurulmasında veya böyle yerlere bağış yapılmasında kullanılmıştı. Ancak, toprakların en büyük ve en değerli kısmı çok geçmeden hevesli tüccarların servetlerine katılmıştı. İngiltere’de, krallığın ekili topraklarının tümünün yaklaşık 1/6’sı birkaç yıl içinde böylelikle yeni zenginlerin eline geçmişti (105, 106).

16. yüzyıl Avrupa’sının eğitim şartlarının ne kadar eşitsiz ve aydınların ne kadar bağımlı; dolayısıyla yanlı olduklarını tarihçinin kaleminden okumak, Avrupa uygarlığını değerlendirmede devrimci sayılabilecek yaklaşımlara sebep olacağa benziyor:

Meslek sahipleri, bilim adamları, yazarlar ve eğitmenlerden oluşan aydınlar sınıfı, toplumu oluşturan doğal gruplar arasında yer alır. 16. yüzyılda yeniden önem kazanmaya başlayan bu grup, servet iktidarına bir yandan eklemlenen, bir yandan da hizmet eden bir yapıya büründü. Ortaçağ’la karşılaştırıldığında eğitimin son derece masraflı oluşu, meslek okullarının eğitim için aldığı büyük paralar, kilise görevlerinin, hukuk ve tıpta pratisyenlik hakkının parayla alınması geleneği, edebiyat ve diğer sanatlarında hâmilere ihtiyaç duyulması gibi etkenleri yoksul çocukları için, öğrenim kurumlarına girmeyi neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Bir yandan da zenginlerin hâmiliği, tarz ve toplumsal saygınlık üzerinde tekel olma iddiaları; bundan böyle tüccarların eline bakan, tüccarların tarzlarını taklit eden ve onların çıkarına hizmet eden meslek sahipleri sınıfını özendiriyordu. Son 400 yıldır hukuk, din, gazetecilik, sanat ve eğitim zengin sınıfın kalıbına göre dikilen giysileri giydi.

Smith, 16. yüzyıl emekçi sınıfının, sayısal olarak kapitalistlerden çok fazla olduğunu; buna karşın, başka her bakımdan  onlardan geride olduklarını belirtiyor. Tarihçi onların durumundan da iç açıcı bir biçimde söz etmiyor. Esasen onun şu açıklamalarının büyük bir kısmı  bugün için de bâkî durumda:

Mücadelelerini güçleştiren etkenlerden biri, aralarında liderleri olabilecek istisnaî yetenekteki kişilerin, hemen her zaman kendi servetini oluşturmayı başararak, gücünü eski yoldaşlarına karşı kullanmasıydı. İşçi sınıfı, aynı zamanda budalaca ve akıl dışı fikirlere sahip demagog ve şarlatanlardan da çok çekmiştir.

16. yüzyılın toplumsal mücadeleri hem Ortaçağ hem de modern döneme ait nitelikler taşır. Almanya’daki köylü isyanı hem komünist, hem dînî; İspanya’da Communeros ve Hermandad ayaklanmaları kısmen komünist, İmgiltere’deki çeşitli isyanlarsa kısmen dînîydi. Ama hepsinde belirleyici olan yeni bir unsur vardı: İşçilerin kendileri için daha iyi ücret ve yaşam koşulları talebi(106-107).

Tek bir efendiye boyun eğilen serfliğin yerine, emeğin hükümet tarafından konulan yeni ve ayrıntılı kurallarla düzenlendiği sistem geldi. Bu kurallar tamamen, varlıklı sınıfın bakışını yansıtan, dolayısıyla tümü bu sınıfın çıkarlarına uygun kurallardı. Şekil olarak Ortaçağ ataerkilliğine, içerik olarak ise, kapitalist kazanç ruhuna uygundu. Bu dönemde hükümet, işveren kadar işçiye de âdil davranma konusunda isteksiz gibidir; çok az sayıda yasada bu yönde bir çaba görülür (108).

İngiltere’de parlamento, inanılmaz bir katılıkla, yoksul ve güçlü kuvvetli kişileri çalışmaya zorluyordu. Sağlam bünyeli olup da çalışmayan kişiler tutuklanıyor ve sermayenin ihtiyaç duyduğu işçi sınıfına zorla dahil ediliyordu. Kıbaç, demirle bağlama ve kısa süreli hapis cezası insanları zorla çalıştırmaya yetmeyince, aylakların göğsüne kızgın demirle “V” damgasının basılmasını ve “iki yıl süreyle kölelik etmeleri için” dürüst kişilere teslim edilmelerini öngören bir yasa çıkarıldı…..Eğer köle yine çalışmazsa veya kaçıp tekrar yakalanırsa, yüzüne “S” damgası vurulacak, böylece hayat böyü köle olacaktı….Bu korkunç önlemler amacına ulaşamadı ve iki yıl sonra feshedildi. 1559’da Cecil, kanunun parlamentodan geçmesi için boşuna uğraştı. Ancak, aynı yıl, bu kanunun yerine, önceki işverenin onayını almayan bir işçinin işe alınmasını yasaklayan kanun kabul edildi. İşçiler, iyi bir nedenleri olmadıkça çalışmayı bırakamaz ve işini değiştiremezdi. İşverenlerin de hizmetlerindekileri “haksız yere” kovmaları yasaktı (108-109).

İşçilerin karşı karşıya olduğu yeni tehlikeler, 1515’te 88 madencinin boğulmasına yol açan selle, tarihteki ilk maden kazasının gerçekleşmesi sonucu gün ışığına çıktı. Kadınlar fabrikalarda çalıştırılmaya ve acımasızca sömürülmeye başlandı. En kötüsü de, bugün bazı yerlerde halen olduğu gibi, çocukların gencecik yaşta zahmetli işlere zorlanmasıydı. Örneğin, Belçika’daki dantel üretme endüstrisi tamamen çocuk işçilerin elindeydi. Kanunlar bu rezalete karşı çıkmak şöyle dursun, hizmetçi kızların bu sektöre kayması korkusuyla oniki yaşından büyük kızların dantel işlemesini yasaklıyor, zulmü onaylıyordu.

…O zamanlar ticaretin kralları bugün olduğundan daha ürkek ve vahşiydiler; çünkü gaspçı olduklarının bilinceydiler. Halkın içinde hoşnutsuz suratlarıyla niyetlerini ortaya koyan kişileri gördükçe, korkudan çılgına dönerlerdi ve ellerinden, krallıklarının vârisi olan veya bu rolü oynayanları gizlice öldürmekten başka bir şey gelmezdi. Bugün tarih sadece büyük ayaklanmalara önem veriyor; gerçekte yoksullara karşı mücadele kesintisiz sürmüştü ve siyasî yapının kronik hastalıklarından biriydi(110).

Duyarlı bir kulak, altın yaldızlı giysiler ve şövalyelerin at üstünde mücadeleleri, sanatçı ve yazarların bitip tükenmez övgüleri, yeni zenginlerin aşırı gösterişi ve zevk düşkünlüğüyle Rönesans’ın tüm görkeminin ardında, sefillerin, intikam gününde patlayarak büyük bir kükremeye dönüşecek olan alçak sesli kesintisiz inlemelerini duyabilir. O çağda yoksullara fazla merhamet gösterilmezdi. Ortaçağın “havârice yoksulluğu” karşı hayranlığı ve tapınması artık  olmadığı gibi, günümüzde bunu hissetmeyenleri bile etkileyen sosyal dayanışma duygusu da henüz ortaya çıkmamıştı. Sefahate ve sanata gömülmüş olan zenginler ve soylular, köylüyü evcil olduğu sürece dayak atılması, vahşileştiğindeyse bir kurt gibi avlanması gereken bir hayvan gibi görüyorlardı (köylü için “boynuzsuz öküz” tabiri kullanılırdı). Sanatçılar ve edebiyatçılar, Horace’nin “câhil kalabalıktan nefret ederim ve onlardan uzak dururum” sözüyle, eğitimsiz halkın varlığını görmezden gelir, iç savaş gürültüsüyle bir an için ilgileri uyandığındaysa, Erasmus’un sözleriyle, her türlü tiranlığın ayaktakımının egemenliğine tercih edilebilir olduğunu söylerlerdi. …Luther, “melun, çapulcu, tehlikeli köylüler” gibi laflar yumurtluyordu…. Hümanistlerin en büyüğü Sir Thomas More’un yoksullara merhameti, onların hatalarına duyduğı kızgınlık kadar büyük değildi. Utopia adlı eseri, bu toplumsal sorunu ilk hisseden ve onunla yüzleşen yapıt olarak dünyanın en değerli kitaplarından biri olmayı sürdürecektir (112).


            Tarihçi, kitabının üçüncü bölümünde 16. yüzyıldaki belli başlı düşünce akımlarını ele almış. Yüzyılın, entelektüel başarılar bakımından en parıltılı dönemlerden biri olduğunu ifade etmekle başlayan Smith, söz konusu dönemde kendinden öncekileri gölgede bırakan bilimsel eserlerin ve çok sayıda eşsiz sanat ve edebiyat yapıtının ortaya çıktığını vurguluyor.

            Bunlardan yalnızca dorukta olanlarını ele alabileceğini belirten yazar, İncil’in bunlardan biri olduğunu; kutsal kitabın, hiçbir dönemde bu dönemdeki kadar gündemde olmadığını ifade ediyor. Smith, bu metin üzerinde harcanan çabalara rağmen, aydınlığa kavuşan noktaların son derece yetersiz olduğunu bir gerçek olarak bizlere sunuyor. Ama ardından şunu da ekliyor: Yine de metin eleştirisi ve ileri eleştirinin temelleri bu dönemde atıldı.

İncil’in Latince’den diğer dillere tercümesinin bu yüzyılda başladığını ifade eden tarihçi kutsal kitaba ilişkin kanımca oldukça ilginç(!) bulunacak çeşitli çalışmaları şöyle anlatıyor:

Yeni Ahit’in Yunancası ilk olarak 1516’da Erasmus tarafından basıldı. İlk baskıyı hazırlarken elinde, kendisinin, havariler zamanından kaldığına inandığı, modern eleştirmenlere göre göre ise 12. yüzyıla ait, hepsi küçük harflerel yazılmış 10 adet elyazması bulunuyordu. Eserin basımı sırasında bazı ciddi hatalar yapılmış ve Esinleme’nin tüm el yazmalarında eksik olan son altı dizesi Latince’den son derece hatalı bir çeviriyle aktarılmıştı. ..... Erasmus, Markos’un son ayetlerinin şaibeli olduğunu ve zina yapan kadınla ilgili bölümün (Yuhanna VII, 53-VIII, 11) en iyi kaynaklarda yer almadığını belirtmiş, kendi el yazmalarında yer almadığından, üç ilâhi tanıkla ilgili metni (I Yuhanna V, 7) çıkarmıştı (117-118).

O yüzyıla ait bugüne dek yapılmış en iyi Kitab-ı Mukaddes irdelemesi, Martin Luther’in olgun eseridir (122).

Kitab_ı Mukaddes’in yerel dillere çevrilen Protestan versiyonları arasında Luther’inki her bakımdan önde gelir. …Dramatik dokundurmalar, yüksek bir hitabet tekniği ve şiirselliği kullanarak, Almanca Kitab-ı Mukaddes’e ruh ve sıcaklık kazandırmıştı.

Luther, İncil’i kendi düşünceleri doğrultusunda fazlasıyla yönlendirmişti. Musa’yı “Yahudi olduğunu kimsenin anlamayacağı denli Alman” yapmak asil bir üslup yaratsa da, esas düşüncede ağır ve bilinçli bir saptırmaydı (123-124).

Protestan ülkelerinde en yoğun biçimiyle gözlenen bu İncil hayranlığı, onu geniş kitlelere yaydı. İncil, Hıristiyan ülkelerin hepsinde belki tarihin her döneminde en çok okunan kitap olmuştur; ancak, 16. yüzyılda okuruna yeni keşfedilmiş olmasının hazzını da sundu (125).
O dönemde dikkat çeken başlıca sonuç, yeni mezheplerin türemesiydi. Luther’in de yakındığı gibi, kitabı herkes kendi kafasına göre yorumluyordu.

Yazara göre, 16. yüzyılda Kitab-ı Muaddesten sonra en çok saygı  gören eserler, 1500’den önce çoğu basılmış olan klasiklerdi. Bu yüzyılda, klasikler incelenmekle kalmayıp, onlara tapılıyordu. Tarihçi bu durumu şunlarla örneklendiriyor:

Fransız bilgin Muret, “Her üstün araştırma, eğitimli bir insan için dikkate değer her bilimsel bilgi, kısacası yüksek bilgiye ilişkin ne varsa, yalnız Yunan edebiyatında yer almaktadır” diye yazmıştı (129).

Montaigne, “Latince zarif asaleti ile beni büyülüyor. Yunanca eserler beni yalnızca bilgilendirip tatmin etmekle kalmıyor, hayran bırakıyor… Homeros’un ihtişamına kim erişebilir ki?” diye yazıyordu. Machiavelli, her akşam eskilerin ruhlarıyla konuşabilmek için en güzel giysilerini giydiğini ve onları okurken nasıl yaşamın tüm üzüntülerini ve ölümün dehşetini unuttuğunu anlatır (130).

Bunların yaşandığı çağda yerel dillerin yaygınlaşması da yaşanıyor; böylece yavaş yavaş klasikler geri plana itiliyordu. Tarihçi bu dilbilimi çalışmalarında Latince’den bazı kelimelerin  ödünç alındığını; bu süreçle birlikte 16. yüzyıla özgü kelimelerden biri olan “patrie”nin (vatan) kullanıma sunulduğu bilgilerini de veriyor.

Yazar, 16. yüzyılın tarih anlayışını ele alırken, iki büyük okul veya akım bulunduğunu tespitle; bunları, Rönesans’ta doğmuş olan hümanist tarih ile Reform’un ürünü olan kilise tarihi olarak ikiye ayırıyor. Birinci akıma ait dahil olan tarihçilerin klasiklerin etkisinde kaldıkları; onların tarihlerinin saray ve siyaset tarihinin dışında olmadığını; ve bu ortak kusurlarının -halkın tarihinden siyasî kıssanın ötesinde bir şey çıkaramama- Machiavelli’de en uç noktaya vardığını ifade ediyor. Smith’e göre, yazdıkları o dönemde çok etkili bir tılsım barındıran bu teorisyen, gerçekleri, tarihî romanslar oluşturacak ölçüde kendi tezine uygun biçimde değiştiriyordu (133). Yazar, dönemin tarih anlayışı için şu az bulunur tahlilleri de yapıyor:

Ne Fransa ne İngiltere ne de Almanya, İtalyan ve İskoçlara eşit nitelikte tarihçiler yetiştirebildi. Fransa çoğu zaman gevezelikten ibaret açık saçık ve felsefî olmaktan uzak tarihin vatanıydı (135).

            Hümanist tarihçiler, insan düşüncesi ve eyleminden etkilenen çok büyük bir alanı, dîni, tamamen göz ardı etmişlerdi. Bu alanda konuları işlemek üzere yeni bir dal olan kilise tarihi ortaya çıktı. Aslında o dönemde önemli ama ihmal edilmiş olan din fenomeninin akılcı yollarla açıklanmasına değil, dînî uyuşmazlıklarda her iki tarafın diğerine karşı kullanabileceği silahlara dönüştürebilecek malzemeye ihtiyaç vardı. Böylesine pratik bir hedefin doğal sonucu olarak, tarih, taraflı bir bakış açısıyla inceleniyor; ve belli bir amaca hizmet edecek şekilde yorumlanıyordu. Sleidan gibi en dürüstlerin ellerinde bile, kasıtsız da olsa, terazinin bir kefesi ağır basıyordu. Daha tutkulu ya da daha kaypak olanlar ise gerçeği kasten hasıraltı ederek, bir kefeyi hafifletirken, diğerini yanlış fikirlerle dolduruyorlardı (136).

Katolik ve Protestanların birbirlerine düşmanlığı kilise tarihinin görüş alanını kısıtlamış; bunların Hıristiyanlık dışındaki tüm dinlere olduğu kadar bu dindeki tüm târikat ve septisizme karşı duydukları nefretse onu daha da yoksullaştırmıştı. Ortodoks Hıristiyanlık ve onu hazırlayan Mûsevilik, tanrısal dinler olarak diğer tüm inançlardan ayrı tutuluyor, diğerleri en iyi tâbirle “putperestlerin canavarca düzenleri” ve en kötü tâbirle de doğrudan şeytanın fikirleri olarak tanımlanıyordu. Erasmus gibi İsa’yı Sokrates, Platon ve Seneca ile karşılaştırabilen çok az kişi vardı; hele de Franck gibi “Sapkınlık bir onurdur, çünkü gerçek daima nir sapkınlık olarak adlandırılmıştır” diyenlere daha az rastlanıyordu. Marcion ve Pelagius, Epikuros ve Muhammet isimleri bugün bizim için anlaşılmaz bir nefret uyandırırdı. Luther’in kehanetlerine dayanan Kur’an’ın çürütülmesi bu denli acınası olmasaydı gülünç sayılabilirdi.

Tüm bu engellere rağmen, kilise tarihi alanındaki çalışmalar epey başarı sağladı. Pek çok yeni kaynak ortaya çıkarılarak incelenmeye başlandı. Nesnel bir standarta yönelinmesi yavaş ama emin adımlarla tarafları gerçeğe yaklaştırdı (137).

Ünlü Reform tarihçisi Henry Preserved Smith, üçüncü bölümün alt birimlerinden biri olarak ele aldığı 16. yüzyılın siyasî teorisini, devletin bu parlak çağında daha önce olmadığı kadar önem kazanan siyasal düşünce bağlamında incelemeye başlıyor.

 Yazara göre insanlar, Ortaçağ boyunca süren evrensel imparatorluk ve evrensel kilise düşlerinden uyanıp, yine kendileri tarafından , ancak tamamen tesadüfen yaratılmış yeni oluşumlarla karşı karşıya gelmişlerdi. Bunlardan biri, özü iktidar olan ve kendisine eşit veya daha üstün bir güçle karşı karşıya gelecekleri noktaya dek genişleme ilkesiyle varolan ulus-devletti. Tarihte, din de dahil olmak üzere başka hiçbir etken, yurtseverlik adıyla kutsallaştırılan milli egoizmlerin çarpışmasından doğanlar kadar çok sayıda savaş üretmemiştir.

Devletteki egemenliğin burjuvaziye geçmesi, yeni bir teori ihtiyacını gündeme getirmişti. Tarihçi, bu anlamda siyâset uzmanlarının geliştirdiği teorileri krallığın kutsal hakları öğretisi ve cumhuriyetçilik; ve bunların organları olan monarşi ve parlamento olarak belirttikten sonra, bunların zenginlerle birlikte kazanılan zaferlerin sonucunda ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor.

Dönemin sîyasî teorisyenlerinin argümanlarına da yer veren yazar şu önemli bilgileri veriyor:

Machiavelli, monarşi ve cumhuriyet seçeneklerinden, daha güçlü olduğu düşüncesiyle birincisini tercih etmiş; ancak, ekonomik eşitliğin hâkim olduğu yerde siyâsî eşitliğin de doğal ve kaçınılmaz olacağını kesin olarak görmüştü. Ona göre, kitlelerin tek arzusu kendilerinin ve mülklerinin güvenliğinin sağlanmasıydı ve iki yönetim biçiminden bu isteklerinin gerçekleşmesi için en iyi koşulları sunan hangisiyse, ondan yana olurlardı (142-143).

Erasmus’un yönetim biçimi olarak cumhuriyetten yana tavır alması, ahlâkî önermelerinden daha önemlidir(145).

Reformun temel nedenlerinden biri millî bilincin güçlenmesiyken, bunun tersine, khareketin en çarpıcı sonuçlarından bir, devletin yüceltilmesi oldu. Reform hareketi başlangıçta duraksayarak da olsa, kilise ile devletin birbirinden ayrılmasını gerçekleştirmeye girişti.

Hem Luther hem de Calvin’in, devleti yüceltme eğilimi, onların devlet anlayışlarına uygun olarak iki zıt şekle büründü. Luthercilik mutlak monarşiyi desteklerken, Calvinizm cumhuriyetçi bir unsur içeriyordu. Dolayısıyla, Almanya’da halkın bağımsızlığının yerine halkın ataerkil ancak bürokratik yöntemlerle gözetildiği bir yönetim şekli gelişirken, büyük devletlerin en Calvinisti olanı Amerika’da çoğunluğun yönetimi fikrine ulaşılması bir tesadüf değildir. İngiliz Reformu başlangıçta Lutherciyken, 1580’den sonra monarşinin yıkılarak cumhuriyetin kurulmasına yol açan güçlü bir Calvinizm eğiliminin etkisi altına girdi (147-148).

Bize çok tanıdık gelen “anayasa” sözcüğü o zamanlar mevcut değilse de fikir olarak varolduğu kesindir. Alman İmparatorluğu’nun büyük bölümü yazılı olmayan, ancak kısmen kânûnî bir anayasası bulunuyordu (149).

Calvin ve onun takipçilerinin siyâsî fikirleri, büyük ölçüde içinde bulundukları durumun yarattığı ihtiyaçların sonucuydu. Köklü bir iktidarla karşı karşıya kaldıklarında, kılıçla olduğu kadar kalemleriyle de savunmaya mecbur kaldılar. Özellikle Fransa’da kıyımın yarattığı rüzgâr,  düşüncelerinin kıvılcımlarını harlı bir ateşe çevirdi. Alevler, yalnız Huguenotları değil, tüm komşuları sardı; ta ki Fransa krallığı iki yüzyıl içinde gerçekleşecek olan büyük devrime hazır hale gelene dek (150).

Bu bölüm altında incelenen bir başka başlık, 16. yüzyıl Avrupa’sındaki Bilim. Smith, bilimsel anlamda gerçekleşen yeniliği, bilim adamlarının doğaya ilk kez klasik Yunan bilim adamlarının değil, kendi gözleriyle bakmaya başladıkları şeklinde tespit ediyor. Ona göre
biri önemli, birkaçı ise daha az önemli keşifler dışında, 16. yüzyılın bilimsel çalışmaları, olguları gözlemleme, betimleme ve sınıflandırmadan ibaretti. Bunlar, büyük yeni kuramlar gibi hayal gücünü harekete geçirememiş olsalar da kendi başlarına önemli çalışmalar sayılabilirler (161-162).

Yazar bilimsel alandaki tespitlerine şöyle devam ediyor:

Roma rakamları yerine Arap rakamlarının kullanılmaya başlanması ve özellikle hesaplamalarda sıfırın kullanımı, Ortaçağ’ın sonlarına doğru ilk kez dört işlemin kolayca yapılabilmesini sağladı. …Buna 1586’da Simon Stevin’in ondalık sayıları yaygınlaştırılması da eklenebilir (162).

Modern anatominin ve başka bazı bilim dallarının ustası olarak Leonardo da Vinci’yi görüyoruz. … Geride her konu hakkında binlerce sayfa bırakmıştır; ama belli bir konu hakkında tamamlanmış bir çalışmasına rastlamak zordur. Yüzlerce çalışmaya başlamış ve hiçbirini bitirememiştir….. Leonardo’nun kesip incelediği yirmi bedeni gösteren anatomik çizimleri olağanüstü sanat eserleri olsa da, dâhimiz insan bedeninin gerçek sistematik incelemesi işini başkalarına bıraktı (164-165).

Smith, Reform’a damgasını vuran Dünyanın evrenin merkezi olmadığı yönündeki kuramıyla Kopernik’i tam bir titizlikle ele alıyor. Bu kuramın Kopernik tarafından 1516’dan önce formüle edildiğini belirten yazar, onun altı kitap kaleme aldığını ifade ediyor. Tarihçi bu altı kitaptan birincisinin kendisinden önce yapılan çalışmaları incelediği; ikincisinin, söz konusu yeni kuramı ortaya koyduğunu; üçüncüsünün gündönümündeki sapmayı irdelediğini bildiriyor. Dördüncüsünün, Ay’ın Dünya’nın ve diğer gezegenlerin güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayıp, bilinen tüm gezegenlerin yörüngeyi tamamlama sürelerini verdiğini ve altıncı kitabın, enlem ve boylamın sabit yıldızlardan yararlanılarak saptanması üzerine olduğunu ifade eden yazar, yeni kuramın ayrıntılarındaki bazı hataların düzeltilmesi ve gerekli açıklamaların yapılmasının da Galileo ve Newton’a kaldığını hatırlatıyor (171-172).

Smith, Kopernik’in yeni kurama ilişkin eserine gösterilen tepkileri şu cümlelerle anlatıyor:

 Darwin’in Türlerin Kökeni’nin yol açtığı büyük gürültüyle karşılaştırıldığında, Kopernik’in aynı derecede devrimci eserine gösterilen tepki yumuşak bulunabilir. Fikirleri çağın ilerisindeydi ve çabucak kabullenilmek için fazla büyük ve karmaşıktı. …..birkaç astronom dışında, başlangıçta hiç kimse bunları etmedi. Kabul etmeleri de mucize olurdu (172).

Ancak, zamanla kuramın sonuçları netleşmeye başladıkça, kilise kendini korumak için kurama şiddetle karşı çıkmaya kalktı: Yasak Kitaplar Kurulu şu şekilde bir karar çıkardı: “Nicholas Kopernik’in kitabı ve diğer kitaplar, bu saçmalıkların Katolik gerçeğine zarar vermemesi için, düzeltilinceye kadar yasaklanmıştır.” Kısa süre sonra Galileo, işkence tehdidiyle dîne aykırı görüşlerinden dönmeye zorlandı. Ne zaman ki sistem evrensel anlamda kabul gördü, 1822’de kilise de inançlıların onu savunmasına ilk kez açıkça izin verdi.

Filozoflar da bu yeni bilgiye karşı dinbilimciler kadar çekingen davrandılar. Fransa’da Bodin ve İngiltere’de Bacon, onu reddetti. Biri tam bir muhafazakârdı; diğeriyse, ister Aristotales, ister Gilbert ister Büyük Pole olsun, başkalarının eserlerindeki doğruları görmeyi hiçbir zaman başaramamıştı (173-174).

Yazar, diğer bir alt başlıkta dönemin felsefî görüşlerine yer veriyor. 16. yüzyıl Katolik kilisesinin felsefesinin Aristotalesçi gerçekçilikten beslendiğini ifade eden tarihçi,  Protestanların ise, felsefedeki en moda tarzı yakalamaya çalıştıklarını belirtiyor. Ayrıca, Luther’in, Occam’ın mirasçısı ve Kant’ın atası olduğunu; onun bireyciliğinin, Occam’ın nominalizmi (adcılık) ile Kant’ın transandantalizmi (deneyüstücülük) ve sübjektivzmi arasında bir yerde konumlandığını vurguluyor.

Smith, dönemin tartışmalarına ilişkin şu tespitlerde bulunuyor:

Bu dönem ve sonrasındaki şiddetli tartışmalar, Protestanların çoğu fikirlerinin Katolikliğin bir versiyonu olduğu gerçeğini gözlerden sakladı. Her iki mezhep de kişileştirilmiş, etik bir Tanrı’nın varlığını, ruhun ölümsüzlüğünü, cennet ve cehennemi, kutsal üçleme efsanesini, vahiy, diriliş ve İsa’nın mucizelerini, Kitab-ı Mukaddes’in otoritesini ve komünyon âyininin gerçekliğini sorgusuz kabul ediyordu. Her ikisi de akıldan aynı ölçüde nefret ediyordu.

Luther: “Kim ki ilâhi inanç bilgisine sahiptir, o kişi sorgulayıcı bir meraktan kurtulmuş demektir. Zira Tanrı bize inanmayı emrettiğinde, onun ilâhi yargılarını soruşturmamızı ya da bunların nedenlerini ve gâyelerini sorgulamamızı değil, sadece değişmez bir inanç talep eder… Dolayısıyla inanç yalnızca tüm şüpheleri değil, onun doğruluğunu ispata tâbi tutulmasını da dışlar.

Biliriz ki akıl şeytanın fahişesidir ve Tanrı’nın söylediği ve yaptığı her şeye leke sürmek ve zarar vermekten başka bir şey yapmaz. Eğer Tanrı’yla olan ilişkinizi İsa’nın rehberliği olmaksızın kendi düşüncelerinizle anlamak isterseniz çok büyük çaba harcamanız gerekir. Her kim sorgularsa onun gazabına uğrar” diyordu (176-177).

Reformcular, gerçekte yüzeysel yanlışları düzeltmekten başka bir şey yapmamış ve esas olanlara ya hiç dokunulmamış ya da onları daha da büyütmüşlerdi.

Montaigne, öğretilerin çeşitliliğini eksiksiz kavrayabilen ilk kişiydi. Montaigne, insanın fikirlerinin onun mantığına değil, nerede doğduğu ve nasıl yetiştiğine bağlı olarak belirleneceği düşüncesine geri döner (182-183).

Yeni felsefe oyununun girişi Aristotales’e isyanla başlar. “Bilenlerin Ustası”, eserlerinin 13. yüzyıl üniversitelerinde standart metinler olarak kabul edilmesinden sonra, tüm bilim alanlarında başvurulan yanılmaz bir otorite haline gelmişti.

İnsanlar Aristotales yerine doğaya yöneldiler. Keşifler, aynı zamanda doğa kanunlarının bir bütün olarak algılanmasını sağladı. Kopernik, gökyüzünde matematiksel bir bütünlüğü araştırıp buldu. İnsan doğa yasalarının bir ürününe indirgenmiş, Tanrı yasaların bir ifadesi olarak tanımlanmıştı.

Kopernik’in keşfiyle, insanın hayâl gücü nasıl da etkilenmiş, düşünce ve hedefkeri nasıl da değişmişti! Küçük, sınırlı bir dünyanın efendisi olmadığını artık öğrenmiş olan insan, sonsuz bir boşlukta ebediyen dönüp duran bir toz taneciğinin üzerinde  sürünen bir parazite dönüşmüştü.  Bu aşağılanma beraberinde büyük bir yüceltmeyi de getirmişti. Zira bu küçücük yaratık, artık yıldızlara isim verebilir, Süreyya burcunun yerini tespit edebilir ve bir yıldıza sahip her boşluğu inceleyebilirdi. Dünya’nın sınırlarını yok ederek, insanı Tanrı’ya eşit hale getirdiği gerekçesiyle Lucretius’un Epikuros’a cömertlikle bahşettiği övgüler aslında Kopernik’in hakkıdır. Geçmişin tarihi, bugünün dini ve geleceğin bilimi; bu yeni ve harika hipotezle tüm fikirler şekil değiştirmiş, tüm değerler tersine çevrilmişti (187-188).

Dönemin Mîzâcı adını taşıyan dördüncü bölümde tarihçi,  ilk önce hoşgörü ve hoşgörüsüzlük kavramlarını dönem çerçevesinde inceliyor.

Dinler arası savaşların, 16. ve 17. yüzyıllarda olduğunu; bu sırada iktidarı ele geçiren neredeyse bütün din ve devlet adamlarının aynı ölçüde hoşgörüsüz davrandıklarını vurgulayan tarihçi, Katolik kilisesi daima, herkesin vicdan özgürlüğüne sahip olması gerektiği düşüncesinin “çılgınlık” olduğunda ısrar ettiğini belirtiyor (191-192).

Bunun yanında, Protestanların daha özgürlükçü oldukları şeklindeki geleneksel önyargıya inananların yanılgı içinde olduklarını ifade eden Smith, Luther’in güçten yoksun olduğu ilk yıllarına ait birkaç görkemli sözü bir yana bırakılırsa, Reform liderleri arasında vicdan özgürlüğü lehine bir tavra neredeyse rastlanmayacağı tespitinde bulunuyor. Ve ekliyor: Onlar da din adına ceza verme gücüne erişir erişmez bu gücü kullanmışlardı.

Luther’in taraftarları başarıyı garantilediği anda, Luther’in bakış açısı da oldukça değişti. Anabathistleri hedef alan bir önlem olarak, Saksonyalı Dük John tarafından, rahipler dışındaki tüm kişilerin vaaz vermeleri ve birini vaftiz etmeleri yasaklandı. 1529’da tüm Anabaptistleri ölüme mahküm eden korkunç imparatorluk kanunu Spirea Meclisi’nde Katoliklerin ve Luthercilerin ittifakıyla kabul edildi ve hiçbir kışkırtmanın söz konusu olmadığı, sıradan sapkınlık davalarını da kapsayacak biçimde yorumlandı. Saksonya’da….devamlı bir engizisyon mahkemesi kuruldu ve çok sayıda insan ölümle, ömür boyu hapisle ya da sürgünle cezalandırıldı (193-194).

Ünlü Reformist Calvin’in hoşgörüsü ya da hoşgörüsüzlüğüyle ilgili olarak yazar, onun da -Protestanlığın sapkın bir mezhep olmadığını savunmasının ötesinde- yöneticilerin sapkınları öldürme hakları olduğunu kabul ettiğini ileri sürüyor. Tarihçi, Calvin’in Eski Ahit’e dayanarak, Tanrı’nın putperestlere ölüm emrinin, tüm Hıristiyanları kapsayan evrensel bir kânun olduğunu; ve daha da ileri giderek, sapkınları savunanların da aynı şekilde suçlanmayı hak ettiklerini ve aynı şekilde cezalandırılmaları gerektiğini söylediğini hatırlatıyor (195).

Ünlü tarihçi Smith’e göre, bu bağnazlık seline karşı koyma cesaretini gösteren az sayıda Hıristiyan da vardı. Şöyle devam ediyor:

Genel olarak Anabaptistler ve Üniterciler gibi hüküm giymiş târikatlar, kendi konumlarının gerektirdiği biçimde, hoşgörü ilkesine sıkı sıkıya bağlıydılar. Erasmus, tamamen hoşgörülü bir yaklaşıma sahipti ve bu konuya ayrılmış bir tezi bulunmasa da, başka yazılarında merhameti savunan pek çok fikir beyan etmiş ve baskı görenleri korumak için yetkili kişilere çok sayıda mektup yazmıştı. Onun sınırsız duygudaşlığı, klasik zevkleri, kargaşadan duyduğu korku ve sevecenliği, inançsızlar ve Türkler söz konusu olduğunda bile, çareyi işkence öldürme gibi kaba yöntemlerde görmesini engelliyordu (196).

Dönemle birlikte anılan diğer bir kavram olan cadılık da yazarın alt başlık altında incelediği konular arasında. Kökenlerinin ilkel çağlara uzandığını; İbrani ve Roma hukukunda cadılığın işlendiği bilgilerini veren tarihçiye göre, bu dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran din savaşları ve katliamlar dalgasıyla cadılık modası arasında bazı benzerlikler vardır. Her ikisi de insanlığın belli dönemlerinde maruz kaldığı bulaşıcı çılgınlıklardır. Bunlar, salgın hastalık ya da bir kenti göz açıp kapayıncaya kadar yerle bir edebilen büyük yangınlar gibi hızla yayılırlar. Ortaçağ’da yaşanan Çocukların Haçlı Seferleri ve kendini kırbaçlama modası bu tür çılgınlıklardı. ….16. yüzyılın dinsel kuruntuları da bu kategoriye dahildir (200-201).

Yazarın verdiği bilgiye göre, cadı Avrupa’ya özgü bir figürken, şeytan, Asya’dan gelen bir mitti (201-202).

Peki ne olmuştu da bunlar o yüzyılda bu denli popülerleşmişti? Smith, şu açıklamaları getiriyor: Tüm bu hurafeler, diğer halk söylenceleriyle birlikte küllenmeye yüz tutmuş bir ateş gibi bir kenarda dururken, onu söndürmeye çalışan din adamlarının çabaları ters tepti; ateş diriliverdi. Ateşi ilk üfleyen ….tebliğiyle VIII. Innocente oldu. Almanya’da çok sayıda kişinin kötü ruhlarla ilişkiye girdiğini, büyü yaparak Doğumları engellediğini ve ürünleri mahvettiğini üzüntüyle öğrenmiş olan Tanrı, ….böyle insanları ıslah etmeleri, hapse atmaları ve cezalandırmaları gerektiğini bildirmişti. Bu beyler de görevlerini sınırsız bir coşkuyla yerine getirdiler. …Köln Üniversitesi, cadılığın varlığından şüphe etmenin bir suç olduğuna karar verdi. Yahudilere ve sapkınlara yapmadığını bırakmayan İspanyol engizisyonu ise, cadılığı şeytanî bir hile olarak yorumladı.

Çağın ruhunu temsil eden Erasmus ve More da dahil çoğu kişi cadılığın nesnel varlığına inansa da bu konuyla sonraki nesiller kadar ilgilenmemişlerdi (204).

Luther, cadılığın gerçek olduğuna dair hiçbir şüphe duymuyordu. Kendisi de ilk iş olarak adı çıkmış cadıları aforoz ederek yasakçılar kervanına katıldı. Cin çarpmış olduğunu düşündüğü gerizekâlı bir çocuğu gördüğünde, otoritelere ruhu olmayan bu bedeni boğmalarını öğütledi. Aynı şekilde ….cadıların, acımadan ve kanûnî incelikler göz önüne alınmadan öldürülmesini önerdi. Sonuçta 1540’da Wittenberg’de dört cadı yakılarak idam edildi.

Calvinistler tarafından 1545 yılında Cenevre’de 34 kadın cadılık suçlamasıyla yakıldı ya da parçalara ayrıldı (205).

Bu çılgınlığın kurbanlarının toplam sayısına ilişkin herhangi bir değerlendirme yapılmış değildir. Kurbanların sayısı onbinlerle ifade ediliyor olmalıydı (207).

            Kitabın son bölümünde Reform hakkındaki yorumlar ele alınmış. Bu yorumları yazar şöyle sınıflar ve dönemlendirir:

Dinsel ve politik yorumlar, daha sonra da varolmayı sürdürdülerse de, en gözde oldukları dönem, 16. ve 17. yüzyıllardır. Rasyonalist eleştiri 18. yüzyıla damgasının vurur ve 19. yüzyıla ait bazı örneklerine de rastlanır; liberal-romantik ekol, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkmış ve yaklaşık 1859’da ekonomistler ve Darwincilerin öne çıkmaya başladığı dönemde ikincil konuma düşmüştür (245).

Bütün bu yorumlar üzerinde ayrıntılı olarak duran yazar bu bölümü ve dolayısıyla kitabını, okuyucunun merak edeceğine inandığı kendi Reform değerlendirmeleriyle bitirir. Yazarın kendi yorumlarından bazıları şunlardır:

Rönesans ve 16. yüzyıl sosyal devrimi gibi, Reform da çevrede ve yaşam biçiminde kendisinden önce gerçekleşen entelektüel ve ekonomik değişimlerin işleyişinin bir sonucudur.
Bilgi birikiminde, bir yandan matbaanın icadı, bir yandan da 15. yüzyılın coğrafi ve tarihi keşiflerinden kaynaklanan bir artış ve derinleşme yaşanıyordu ve bunun sonucu olarak doğa kanunu fikri gölgelenmişti. Reform öncesi ekonomik zenginliğin artması ve üretim sisteminde lonca ve trampa usulünün yerini para ve ücretin almasıyla gerçekleşen değişimlerdi. Bu durum, sırası geldiğinde kendileri de çeşitli sonuçların sebepleri olarak işlev gören üç sonuç Doğurdu: paralı sınıfın yükselişi, bireycilik ve milliyetçilik (284-285).

Protestanlık, bu dünyayı Katoliklerinkinden çok daha fazla önemseyen etik değerleriyle, kapitalist devrimle uyum içindeydi. Bekârlık, inziva, nefsi köreltme, dua ve derin düşünce gibi eski manastır idealleri, yeni zenginliklerin etkisiyle zayıflayarak, yok oldu. Böylelikle insanlar, yaşadığımız hayatın, evliliğin, çocukların, gündelik işlerin, başarının ve zenginliğin farkına vardılar.  Protestanlık, Tanrı’ya ve komşusuna hizmet etmenin en iyi yolunun tam da bu çalışma olduğunu telkin ediyordu. Luther, saban süren bir çiftçinin ya da ortalığı süpüren hizmetçinin, Tanrı’ya dua edip nefsine eziyet eden keşişten daha büyük bir ibadette bulunduğunu söylüyordu.

Bunun yanı sıra, kapitalizm ve Calvinizm’i müttefik hale getiren tutumluluk ve üretkenlik erdemlerinin vurgulanışı, burjuva sınıfının doğasındaki ölçütlerin yansıtılmasından ibaretti. Reformun zaferi, tüccarların gücü ve paraları sayesinde gerçekleşmişti; buna karşılık, onlar da hem kilisenin talanından hem de ayrıcalıklı bir sınıfın feshedilmesinden kazanç sağlamışlardı (289).

…Reformcu liderler en azından kendileri için kişisel yargı hakkını savundular. Endüljans satıcısından Papa’ya, Papa’dan konseye, konseyden Kitab-ı Mukaddes’e ve (Luther’in deyişiyle) Kitab-ı Mukaddes’ten İsa’ya temyizde bulunan Reformcular, en üst mahkeme olarak kendi vicdanlara başvuruyorlardı. Kendilerini garanti altına almak amacıyla savaşmış oldukları hakları, başkaları için inkâr etmeye çalışsalar da, onların oluşturduğu örnek, fikirlerinden daha güçlü bir etki yarattı. İnancın nâzik dengesi bozulmuş, istikrarsız bir durum ortaya çıkmıştı. Öylesine hafif bir itişle başlayan çığ, onu yarı yolda durdurmaya çalışanları darmadağın edinceye kadar aynı yönde yuvarlanıp büyüyerek ilerledi. Dogmanın nesilden nesile yavaş yavaş küçülmesi, başlangıçta planlanmamış olsa da, kaçınılmaz sonucu olan tam dinsel özerkliğe, yani dinsizlik ve şüpheciliğe yol açtı.

Protestanlık daha ziyade, Rönesans’ın herkesin anlayacağı hale getirilmesiydi.; rakibinin ondan önce ortaya koyduğu fikirlerin pek çoğunu değiştirdi; koşullara uydurdu ve kitlelere yaydı.

Olayların mantığına göre, Rönesans  kültürlü bir azınlık için düşünme özgürlüğü sağlamış, Reformsa, sonunda kitleler için hoşgörüyü Doğurmuştu. Reform,, yine mantığa uygun olarak, büyük düşünürler ve bilim adamlarının felsefesinden korkup nefret ettiği halde, kitlelerin belli bir düzeye kadar eğitimini savunmuştu (290).

Özetle Reform, tarihsel hayal gücüyle yargılanırsa, temelde gerici bir hareket olmadığı ortaya çıkar. Böyle olması a priori mümkün olmadığı gibi, olgular da bu olasılığı desteklemiyor. Reform, çözmesi gereken pek çok soruya bizim yanıtımızı vermemiştir; bununla birlikte, onun sunduğu çözüm, kendi dönemince talep edilmiş ve kabul görmüş bir çözümdür. Tüm yetersizlikleriyle Reform, esas olarak ileri doğru atılmış bir adımdı; yoksa, daha eski dönemdeki bir düşünce şekline, Reformcuların iddia ettikleri gibi ilkel Hıristiyanlığa, ya da daha sonra öne sürüldüğü gibi karanlık çağlara dönüş değil (291).

İnanılmaz zenginlikte bir bibliyografyaya da sahip olan eser, Avrupa tarihini merak edenler için çok çok özel bir çalışma niteliğinde. Onu bu denli özel yapan, alışılmış Batılı tarih söyleminden farklı oluşu. Dolayısıyla okura, Avrupa tarih yazımının Ortodoks yaklaşımının dışında, farklı bir bakış açısı kazandırma gücüne sahip. Bu bakışın modern Doğulu okurun, tarih, kültür ve kimliğine ayna tutacağı muhakkaktır.