14 Kasım 2011 Pazartesi


Harezm ve Mâveraünnehir İllerinde Sekiz Gün: Hive

E-postalarıma baktım; Harezm ve Mâveraünnehir bölgelerine seyahat niyetiyle Özbekistan’a gitmek için araştırmalara başlama ve seyahati gerçekleştirmemiz için gereken süre sadece dört aymış! Başlangıçta âdeta bir rüyâ gibi gözüken kadîm Orta Asya illeriyle tanışma fikri, bu dört aylık zaman içerisinde inanılmaz kolaylıkta işleyen bir sürece dönüşüverdi. Seyahat öncesindeki mucizevî sayılabilecek adımları bizatihî yaşayan fakîreniz -hâlâ ve hâlâ- maddî ve mânevî anlamda tıkır tıkır işleyen sürece dönüp şaşkınlık duymaktan kendimi alamıyorum!… Evet, hâyâl ettik, çok istedik ve gerçek oldu!

Harezm bölgesindeki Hive; Mâveraünnehir’deki Buhâra, Semerkand ve Taşkent. Elimizdeki programda gezilecek şehirlerin sırası böyle işleyecekti… Bu şehirler, günlerce hayâlini kurduğum, zihnimde yeniden ve yeniden-canlandırma gayretine büründüğüm medeniyetlerdi. Lisans ve yüksek lisans süresince aldığım derslerde karşılaştığım bilgiler dışında, 2005-2007 yılları arasında üç büyük Türk-İslâm âliminin (Fârâbî, İbn Sînâ ve Bîrûnî) biyografi kitaplarını hazırlarken okuduğum çok çeşitli kaynak ve incelediğim görsel malzeme kafamda bu bölgelere ilişkin pek çok imgenin biçimlenmesine yardım etmiş, dahası o illeri âdeta gönlüme nakşetmişti…

Örneğin bir gün dünya gözüyle göreceğim aklımdan bile geçmeyen enteresan Harezm bölgesi ve Harezmlileri Bilgi Büyücüsü’nde (Bîrûnî kitabı) şöyle anlatmıştım:

Rivâyetlere göre (…..) Afrig önderliğinde 400 erkekten oluşan bu sülâle, mîlat sonrası üçyüzlü yılların başlarında, “Türk padişahının” hâkimiyetinde olan söz konusu bölgede askerî hizmette bulunurlarken, bir anlaşmazlık nedeniyle buradan çıkartılıp, 100 fersah uzaklıkta, Aşağı Ceyhun yakınındaki Kâs yöresine yerleştirildi. Padişah bunlara 400 Türk kızı vererek evlendirdi ve böylece Afrigoğulları, İranî bir kavim iken Türkleşmiş oldular. Afrigoğulları Türklere hem tavır hem de görünüş olarak o kadar benziyorlardı ki, İranlılar ve Araplar’ın onları köle olarak satın almalarını önlemek için, ana-babalar çocuklarının kafalarının iki yanına kum torbaları asarak, kafa biçimlerini basık ve yassı bir biçime sokuyor; böylece Türkler’e benzemez bir hâle geliyorlardı. Harezmşâhlar olarak da anılan Afrigoğulları zaman içinde Kâs adıyla da bilinen Harezm şehri ve çevresinin gelişimini sağladılar; inşâ ettikleri büyük kanallar vasıtasıyla sulama yaparak, zıraî faaliyetlerini geliştirdiler, müstahkem şehirler kurdular, ticareti desteklediler; böylece ülkelerini mâmur bir duruma getirdiler. Özellikle zenginliği ve Harezm-İtil (Volga) ticaret kervan yolu ile tanınmış olan Harezmşâhlar ülkesi, İslâm fetihleri kapsamında 717 yılında Kumandan Kuteybe bin Müslim’in ordularınca Halifelik topraklarına katıldı.(…..)

Diğer yandan İbn Sîna’nın Buhârâsı’nı da günlerce araştırmış, büyülü şehrin kapılarının, çarşılarının, hayâlini kurmaktan âdeta yorgun düşmüştüm… Kalemim Buhârâ’ya ilişkin minik edebî kurgularla karışık şöyle cümleler kurmuştu:

Türkistan’ın önemli kültür ve sanat şehri Buhârâ, her sabah olduğu gibi o sabah da dövülen demirler, tellalların haykırışları ve görkemli atların nal sesleri eşliğinde güne merhaba diyordu..
(…..) Gözünün önünde uçuşan anlamsız simgelerle, koşarak Buhârâ sokaklarından uzaklaşıyordu. Şehrin çıkışına vardığından bihaber, ilerlemekte olan kervânla burun buruna geldi…
İbn Sînâ’nın hayat hikâyesi, Buhârâ’ya sıkı sıkıya bağlıydı. Örneğin onun babası görevli olarak gönderildiği Buhârâ yakınlarındaki bir köyde annesi Yıldız’la tanışmış, evlenmiş ve de İbn Sînâ o köyde doğmuştu. Büyük bilginin çocukluk ve gençliği Buhârâ’da geçmiş; ilk derslerini oradaki hocalardan almıştı. Bir türlü anlayamadığı Aristo’nun Metafizik’ini açıklayan Fârâbî’nin el-İbâne’sini, Buhârâ’daki sahaflar çarşısında bir tellâl sayesinde edinmişti. Sonra, ona zengin kütüphanesini açan dönemin hâkim emirliği, Samânî Hânedânlığı’nın Buhârâsı… Ve Buhârâ ve İbn Sînâ ilişkisine dâir daha nice hoş ayrıntı…

Gezi programımızda bulunan Hive ve Buhârâ’ya ilâveten, bana tarihteki gizemli uygarlık Soğdia’yı, Cengiz ve Timur Hanları çağrıştıran etkileyici ismiyle Semerkand şehri ve Fârâbî’nin gençliğinde ders almak için gönderildiği Taşkent (eski ve benim bildiğim adıyla Şâş) şehri….

Tüm bu uzaktan tanışıklıklar, benim gezi öncesinde gece-gündüz zihnimde dönüp dönüp duran karelerdi. Ve tabii gezeceğimiz şehirlere daha da yakından bakınca karşıma çıkan sürpriz mekânlar heyecan vericiydi: Olağanüstü görüntüleriyle 2500 yaşındaki Hive şehrinin barındırdığı medreseler, câmiler, türbeler…. Buhârâ’daki İmam Buhârî, Nakşibendî, Hz. Eyüb türbeleri; Semerkand’da, Hz. Hızır, Hz. Danyal ve Hz. Peygamber’in kuzeni Kusem ibn Abbâs türbeleri ve Taşkent’teki Hz.Osman döneminde yazılmış Kuran-ı Kerîm… Eğer, her şey yolunda gider de oralara varabilirsek, tüm bu yerleri görebilecektik…

Seyahati organize etme sürecinde çok tesadüfen, İstanbul’daki turizm şirketi Erva Tur’la tanıştım. Gezi programımızı yapıp bize çok iyi bir fiyat veren Cüneyt Bey’i hiç görmedim; ama biz, biri İstanbullu ikisi Ankaralı üç hanım, onun işbirliği yaptığı Taşkent’teki Uzintour çalışanlarının da büyük katkısıyla dokuz günlük gezi programını -çok ufak tefek pürüzler dışında- kazasız belasız, üstelik hoş hatıralarla tamamlayıp evlerimize dönebildik.

Seyhatimiz Ankara havalimanından başladı. İstanbul-Taşkent uçağımız Özbek Havayolları’na aitti. Bu havayolu şirketini tercih ettik, çünkü THY’den yaklaşık 250 $ kadar ucuzdu. Hava limanının ilgili yerindeki bagaj kontrol kuyruğu âdeta bir pazar yerini andırıyordu: altın dişli Özbek kadınları öbek öbek denkleriyle önümüzde sıralanmışlardı. Gördüğümüz kadarıyla paketlerinde akla hayâle gelmeyen eşyalar vardı: dolap içlerine serilen plastikimsi örtüler, çamaşır asacağı, bulaşık deterjanı, envai çeşit kıyafet, vs. vs… Neden sonra bunların kan ter içinde binlerce kilometre uzaktaki memlekete götürülmesinden muradı anladık: Oralarda ya yoktu, ya da çok çok pahalıydı…

Uçağın onca malla ve tıklımtık insanla doluluğuna rağmen en ufak bir sarsıntının dahi yaşanmadığı şaşırtıcı güvenlikte bir yolculukla, yaklaşık dört saatte Taşkent havaalanına vardık. Bu arada acayip şeyler de yaşanmadı değil: aynı biletin iki kişiye satılması ve cep telefonlarını ısrarla açık tutan insanlar gibi!… İlki nedeniyle çıkan karmaşa nedeniyle bir saate yakın gecikme yaşadık; ancak, sorunlar zorlanmadan çözüldü diyebilirim. Anlaşılan, bunlar alışılmış durumlardı!.. Bize çok garip gelen bir olay daha vardı ki Taşkent’e yaklaşırken yüz yüze geldik. Elimize matbu bir kâğıt tutuşturdular; üzerindekiler İngilizce olduğu halde bazı yerlerine anlam vermekte hayli zorlandık. Sorup soruşturduk, ülkeye soktuğumuz para ve kıymetli eşyaların dökümünü yapmamız gerekiyormuş!… Yazdık, çizdik, havaalanındaki kontrole kadar yanımızda sakladık.

Taşkent havaalanına sabaha karşı vardık. Programa göre hemen oradan Harezm bölgesinin Özbekistan sınırları içerisinde kalan eyaletin merkezi, Yeni Urgenç’e uçmamız gerekiyordu. Fakat İstanbul’daki rötar ve iki uçağın saatlerinin yakınlığı nedeniyle, havaalanı görevlisi kadın, bagajlarımızı almakla vakit kaybetmeyip hemen Urgenç uçağına koşmamızı; valizlerimizi arkamızdan göndereceğini söyleyerek bizi iç hatlara transfer etti. Maalesef ne söylediği gerçekleşti ne de bize “bu, şefin telefonu” diye verdiği numara cevap verdi! Bagajlarımıza ancak, yerel acenteyi ve İstanbul’u arayıp derdimizi anlattıktan sonra uykusuzluk ve günün yorgunluğuyla, akşam tekrar havaalanına dönerek kavuşabildik… Olsun ama, kavuşamayabilirdik de öyle değil mi?... Nitekim Avrupa ülkelerinde dahi böyle tatsız sonuçlarla karşılaşılabiliniyormuş…

Urgenç havaalanına indiğimizde bizi güler yüzüyle, seyahatin yedi günü boyunca transferlerimizi yapacak olan şoförümüz sevgili Tolmas karşıladı. Nazik ve centilmen Tolmas  (yorulmaz demekmiş) yedi gün boyunca hep gülümsedi; para bozdurma gibi işlerimizi halletti, değişik Özbek yemekleri tadacağımız güzel lokantalar buldu, telefon  sorunlarımızı çözdü… Galiba üçümüz de ona minnettârız. Tolmas Özbekçe, Tacikçe ve Rusça’yı anadili gibi konuşuyordu. Anneannesi Rus, dedesi Tacik, baba tarafı Özbek ve eşi İranlı olan Tolmas, Rus okulunda okuduğu için bizim Türkçemizi çok az anlıyordu. Dolayısıyla bizimle sürekli İngilizce konuştu.


Harezm’in İncisi Hive (Xhiva)
Urgenç havaalanı ile Hive arası yaklaşık 45 kilometre. Urgenç’ten Hive’ye giderken daha Taşkent havaalanında fark ettiğimiz şaşırtıcı derecedeki düz coğrafyayı yakından gözledik. Geniş pamuk tarlaları, çoğu SSCB döneminden kalma bir-iki katlı, renksiz ve birbirine benzer evler ile görece büyük devlet binalarıyla karşılaşıyorsunuz. Türkmenistan sınırına yaklaşık 4-5 km’de bulunan Hive’deki otelimiz, eski şehrin ana kapılarından birisinin tam karşısındaydı. 2500’den daha yaşlı olduğu söylenen kale içindeki şehrin mâzisinin, Hz. Nuh’a kadar dayandığı iddia ediliyor. Aşağıdaki, benim Özbekistan’da çektiğim ilk fotoğraf. Sabahın erken bir saatinde Hive’de otelimizin (Maliki Hive Hotel) hemen önünden kalenin görünüşü.

Gideceğimiz her dört şehirde dört ayrı rehber bizi gezdirecekti. Otele vardıktan bir saat kadar sonra ilk rehberimiz Canıbek (Canbey) bizleri karşıladı. Canıbek birkaç sene Türk okulunda okumuş; sonra üniversitede İngilizce bölümünü bitirmiş. Hâlen profesyonel rehberlik yapıyormuş. Bizler çok fark etmediysek de Harezm şivesi Türkçe’ye en yakın dilmiş. Dolayısıyla Canıbek çok iyi Türkçe konuşuyordu. Rehberimizin ardına düşüp vakit kaybetmeden kale içindeki kadîm şehri gezmeye başladık.

Yukarıda, arkadaşımın objektifinden yansıyan plan fotoğrafı, şehrin üç ana kapısından bizim otelin bulunduğu taraftaki girişin hemen başında çekildi. Orijinal şehirde onbir kapı varmış. Plan çalışması, gerçeğinden çok daha az yeri imlemiş durumda. Esasen İç Kale’de X. yüzyıl ve XIX. yüzyıl arasında yapılmış 50’nin üzerinde tarihi eser ve 250’den fazla ev bulunmaktaymış. Mescidler ve medreseler büyük ölçüde restore edilmiş. Şahsen, restorasyona karşı olsam da Özbekistan’daki restorasyon çalışmalarını çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bazı eserlerin restore edilmiş yerlerini ayırt etmekte dahi zorlandım. Kalenin içerisinde değişik asırlarda yapılmış olağanüstü güzellikte pek çok medrese, saray ve câmi gördük. 

Üsteki resimde görünen ihtişamlı turkuaz renkli yapı, esasen yarım kalmış bir minâreymiş. IX. yy’a  tarihlendirilen yapının adı Kalta Minor (Kısa Minâre). Yaptıran Hânın amacı tüm bölgenin en uzun minâresini ortaya çıkarmakmış; ancak ömrü vefa etmediği için yarım kalmış. Harezm ve diğer bölgelerde câmi minareleri daima mescidin hemen dışında, yerin üzerinde inşâ edilmiş. Nedeni ise bölge topraklarının alüvyonlu ve zeminin depreme dayanıksız oluşuymuş.
 
Muhammed Râhim Han Medresesi (XIX. yüzyıl)


 
Düğünlerde tarihi ve kutsal mekânların ziyâret edilmesi diğer şehirlerinde de yaygın olan bir Özbek geleneği. Düğün grubunun sağındaki dört kubbemsi yapı bölgenin geleneksel mezar mimârisine örnek. Hâlen aynı yapı kullanılıyor. Çöl ve alüvyondan ölüleri korumak amacıyla bu tarz benimsenmiş.


Aşağıdaki kapılar, Hive’de bolca gözlediğimiz olağanüstü ahşap oymacılığından örnekler. Daha başkalarını da göreceğiz.
Aşağıdaki yapı, Pehlivan Mahmud Türbesi. Pehlivan Mahmud, XIII. Yüzyılda yaşamış bir sûfî şâir ve tabii ki yenilmez bir pehlivan da aynı zamanda. Türbesi sonraki yüzyıllarda Hive hanları tarafından yaptırılmış. Halk tarafından büyük itibar gördüğüne bizler de şâhit olduk. 

 
Sağda görüldüğü üzere pek çok önemli insan, Pehlivan’a yakın olmak için kabrini onun türbesine bitişik olarak yaptırmış. Arkada görülen uzun minâre, ünlü İslâm Hoca Mescidi’ne ait. 45 metre uzunluğundaymış. Yine bir düğün alayı eşliğinde binanın önden görünüşü aşağıda.

Son derece ilginç ve etkileyici bulduğumuz bir başka tarihî eser, Cuma Câmisiydi. Kubbesi olmayıp ahşap sütunlarla yapılmış ortası açık dümdüz bir tavana ve muhteşem işçilikte 240 kadar ahşap direğe sahip olan câmi XI. Yüzyılda yapılmış. 

İçerisindeki ahşap oyma sütunlar çeşitli asırlarda yapılmış olup büyük kısmı XVII ve XVIII.yüzyıllara kadar dayanıyormuş.
Aşağıdaki geniş mekânı Hive’de gördüğümüz pek çok Han sarayı, haremi ve medresesine örnek olarak düşünebilirsiniz. Rehberimiz Canıbek bize, saray içinde kullanılan sütunların taş kaideleri üzerindeki Mecûsî ve İslâmî motiflerin anlamlarını izah ediyor: çarkıfelek ve mağara imgeleri ikişer yüzde yer almış. Kültürel süreklilik, değişmez gerçekliğini Hive’de de sergilemekteydi…

Hive’de bolca gokçay (yeşil çay) içtik. Koyun ve inek etinden yapılmış nefis çorbalar, tandırda pişmiş etler yedik. Başta rehberimiz olmak üzere Harezmli kadınlar, erkekler ve de tabii ki çocuklar son derece sıcak ve güler yüzlüydü. Yanımızdan geçen büyük-küçük herkes sağ elini kalbinin üzerine koyup, “esselamu aleyküm” deyiveriyordu. Özbekistan’da “merhaba” yerine bu selam biçimi kullanılıyor…
           
Sabah Hive’den yola çıktık. Kızılkum Çölünü aşacak, Amuderya (Ceyhun) nehrini geçecektik. Hayatımda ilk kez bir çöl görecek, hakkında yıllardır kitabî bilgiler edindiğim Mâveraünnehir’in güneybatı sınırı Amuderya’nın sularıyla tanış olacaktım. Çok heyecanlıydım! Öğle yemeği programımızı çöldeki bir “kafede” (lokantaya kafe diyorlar) balık yemek üzere kurgulamıştık.  Harezm eyâletinden Buhârâ’ya, karayoluyla yaklaşık  9 saat süren bir yolculukla gittik. Normal şartlarda 5 saat civarında sürecek olan seyahatin 9 saate çıkmasının sebebi karayolunun son derece bozuk olmasıydı. Çöle varıncaya dek pürüssüz düzlükteki coğrafyada yer alan küçük kasabalardan, geniş pamuk tarlalarından geçtik. Kasabanın birinde durup meyve alalım istedik. Özbekistan’ın elmalarının çok tatlı, lezzetli olduğunu duymuştum. Yanyana iki bakkaldan (diyeyim..) çeşitli meyveler aldık: ekşi ve tatlı elma, iki cins armut ve de hurma (bizdeki trabzon hurmasının aynısı). Arabamıza bindik, devam ederken, yolun iki yanında üzüm satan kadınlarla karşılaştık. Bu arada bakkalların sahipleri de kadınlardı. Özbekistan’da kadınlar satıcılıktan, sokak temizlemeye, turistik gişelerin memurluğundan, pazaryeri ürünlerinin laboratuar tahlilinin yapılmasına kadar her yerdeler. Üzüm satan kadınların önünde durduk. İri, pembemsi taneleri olan üzümlerden satın aldık. Şoförümüz Tolmas da pembe üzümlerden küçük kızı için  satın aldı . Anlaşılan bu cins üzümün güzelliği biliniyordu. Sonra tadınca, üzümün gerçekten şâhane olduğunu anladık. Bu arada, Taşkent’te ikinci kez satın aldığımız iri taneli beyaz üzüm hiçbir şekilde pembe olanı gibi değil; inanılmaz tatsızdı! Elma ve armutlara gelince, memleketimizdekilerin yanından dahi geçemeyecek kadar lezzetsiz olduğunu söylemeliyim! Hurma ise kayda değer lezzetteydi.

Kızılkum Çölü, bizim filmlerde gördüğümüz Arap çöllerinden ziyade bir tür step-çöl karışımı toprak izlenimi veriyordu. Bütünüyle kumdan değil yer yer çalımsı bitki öbeklerinden oluşuyordu.

 
Derken, Amuderya nehriyle karşılaştık. Ancak maalesef köprü üzeri ve yakın çevresindeki güvenlik çemberi nedeniyle ne durup seyredebildik, ne de yavaşlayıp fotoğrafını çekebildik. Alabildiğim en düzgün kareler şunlar:

Sıra balık yiyememe maceramıza geldi. Planladığımız “kafeye” vardık. Evvela bir lavaboya gidelim dedik. Daha önce Hive’de kale dışında, halkın da gittiği bir lokantada yemek yedikten sonra benim yaşadığım tuvalet fiyaskosundan sonra gayet temkinli yaklaşıyorduk olaya… Orada, restoranın yaklaşık 20 m. ötesinde gördüğüm “tuvaletimsi kondu”nun gelmiş-geçmiş en dayanılmaz pislikteki tuvalet olduğunu düşünmüş ve tabii ki girememiş, hatta rehberimize de böyle büyük, güzel ve kalabalık bir lokantanın gerçek bir tuvaletinin neden olamadığını sormuştum. Rehberimiz, sahiplerini defalarca uyardığını ama bir türlü dinletemediğini söylemişti. Geldiğimiz kafenin arkasında, çöle dikilmiş tuhaf, silindir biçiminde demir konstruksiyon iki tuvalet ve biraz ötede daha yeni yapılan betondan iki tuvaletin içindeki manzara önceki deneyimime en az 10 basardı!... Bahse girerim bir Anadolu Türkü asla bu tuvaletlere giremez! Ne mi yaptık? Tabii ki çöle açıldık!.. Tüm bu kötü tecrübelerden sonra o lokantada yemek yememeye karar verip yolumuza devam ettik. Akşam yemeğini Buhârâ’da, gerçek tuvaleti olan bir lokantada  yiyecektik.
                       

Hiç yorum yok: