Harezm ve Mâveraünnehir İllerinde Sekiz Gün: Hive
E-postalarıma
baktım; Harezm ve Mâveraünnehir bölgelerine seyahat niyetiyle Özbekistan’a
gitmek için araştırmalara başlama ve seyahati gerçekleştirmemiz için gereken
süre sadece dört aymış! Başlangıçta âdeta bir rüyâ gibi gözüken kadîm Orta Asya
illeriyle tanışma fikri, bu dört aylık zaman içerisinde inanılmaz kolaylıkta
işleyen bir sürece dönüşüverdi. Seyahat öncesindeki mucizevî sayılabilecek adımları
bizatihî yaşayan fakîreniz -hâlâ ve hâlâ- maddî ve mânevî anlamda tıkır tıkır
işleyen sürece dönüp şaşkınlık duymaktan kendimi alamıyorum!… Evet, hâyâl
ettik, çok istedik ve gerçek oldu!
Harezm
bölgesindeki Hive; Mâveraünnehir’deki Buhâra, Semerkand ve Taşkent. Elimizdeki
programda gezilecek şehirlerin sırası böyle işleyecekti… Bu şehirler, günlerce
hayâlini kurduğum, zihnimde yeniden ve yeniden-canlandırma gayretine büründüğüm
medeniyetlerdi. Lisans ve yüksek lisans süresince aldığım derslerde
karşılaştığım bilgiler dışında, 2005-2007 yılları arasında üç büyük Türk-İslâm
âliminin (Fârâbî, İbn Sînâ ve Bîrûnî) biyografi kitaplarını hazırlarken
okuduğum çok çeşitli kaynak ve incelediğim görsel malzeme kafamda bu bölgelere
ilişkin pek çok imgenin biçimlenmesine yardım etmiş, dahası o illeri âdeta gönlüme
nakşetmişti…
Örneğin bir
gün dünya gözüyle göreceğim aklımdan bile geçmeyen enteresan Harezm bölgesi ve
Harezmlileri Bilgi Büyücüsü’nde (Bîrûnî kitabı) şöyle anlatmıştım:
Rivâyetlere
göre (…..) Afrig önderliğinde 400 erkekten oluşan bu sülâle, mîlat sonrası
üçyüzlü yılların başlarında, “Türk padişahının” hâkimiyetinde olan söz konusu
bölgede askerî hizmette bulunurlarken, bir anlaşmazlık nedeniyle buradan
çıkartılıp, 100 fersah uzaklıkta, Aşağı Ceyhun yakınındaki Kâs yöresine
yerleştirildi. Padişah bunlara 400 Türk kızı vererek evlendirdi ve böylece
Afrigoğulları, İranî bir kavim iken Türkleşmiş oldular. Afrigoğulları Türklere
hem tavır hem de görünüş olarak o kadar benziyorlardı ki, İranlılar ve
Araplar’ın onları köle olarak satın almalarını önlemek için, ana-babalar
çocuklarının kafalarının iki yanına kum torbaları asarak, kafa biçimlerini
basık ve yassı bir biçime sokuyor; böylece Türkler’e benzemez bir hâle
geliyorlardı. Harezmşâhlar olarak da anılan Afrigoğulları zaman içinde Kâs
adıyla da bilinen Harezm şehri ve çevresinin gelişimini sağladılar; inşâ
ettikleri büyük kanallar vasıtasıyla sulama yaparak, zıraî faaliyetlerini
geliştirdiler, müstahkem şehirler kurdular, ticareti desteklediler; böylece
ülkelerini mâmur bir duruma getirdiler. Özellikle zenginliği ve Harezm-İtil
(Volga) ticaret kervan yolu ile tanınmış olan Harezmşâhlar ülkesi, İslâm
fetihleri kapsamında 717 yılında Kumandan Kuteybe bin Müslim’in ordularınca
Halifelik topraklarına katıldı.(…..)
Diğer yandan İbn
Sîna’nın Buhârâsı’nı da günlerce araştırmış, büyülü şehrin kapılarının,
çarşılarının, hayâlini kurmaktan âdeta yorgun düşmüştüm… Kalemim Buhârâ’ya
ilişkin minik edebî kurgularla karışık şöyle cümleler kurmuştu:
Türkistan’ın
önemli kültür ve sanat şehri Buhârâ, her sabah olduğu gibi o sabah da dövülen
demirler, tellalların haykırışları ve görkemli atların nal sesleri eşliğinde
güne merhaba diyordu..
(…..)
Gözünün önünde uçuşan anlamsız simgelerle, koşarak Buhârâ sokaklarından
uzaklaşıyordu. Şehrin çıkışına vardığından bihaber, ilerlemekte olan kervânla
burun buruna geldi…
İbn Sînâ’nın
hayat hikâyesi, Buhârâ’ya sıkı sıkıya bağlıydı. Örneğin onun babası görevli
olarak gönderildiği Buhârâ yakınlarındaki bir köyde annesi Yıldız’la tanışmış,
evlenmiş ve de İbn Sînâ o köyde doğmuştu. Büyük bilginin çocukluk ve gençliği
Buhârâ’da geçmiş; ilk derslerini oradaki hocalardan almıştı. Bir türlü
anlayamadığı Aristo’nun Metafizik’ini açıklayan Fârâbî’nin el-İbâne’sini,
Buhârâ’daki sahaflar çarşısında bir tellâl sayesinde edinmişti. Sonra, ona zengin
kütüphanesini açan dönemin hâkim emirliği, Samânî Hânedânlığı’nın Buhârâsı… Ve Buhârâ
ve İbn Sînâ ilişkisine dâir daha nice hoş ayrıntı…
Gezi
programımızda bulunan Hive ve Buhârâ’ya ilâveten, bana tarihteki gizemli
uygarlık Soğdia’yı, Cengiz ve Timur Hanları çağrıştıran etkileyici ismiyle
Semerkand şehri ve Fârâbî’nin gençliğinde ders almak için gönderildiği Taşkent
(eski ve benim bildiğim adıyla Şâş) şehri….
Tüm bu uzaktan
tanışıklıklar, benim gezi öncesinde gece-gündüz zihnimde dönüp dönüp duran
karelerdi. Ve tabii gezeceğimiz şehirlere daha da yakından bakınca karşıma
çıkan sürpriz mekânlar heyecan vericiydi: Olağanüstü görüntüleriyle 2500
yaşındaki Hive şehrinin barındırdığı medreseler, câmiler, türbeler….
Buhârâ’daki İmam Buhârî, Nakşibendî, Hz. Eyüb türbeleri; Semerkand’da, Hz.
Hızır, Hz. Danyal ve Hz. Peygamber’in kuzeni Kusem ibn Abbâs türbeleri ve
Taşkent’teki Hz.Osman döneminde yazılmış Kuran-ı Kerîm… Eğer, her şey yolunda
gider de oralara varabilirsek, tüm bu yerleri görebilecektik…
Seyahati
organize etme sürecinde çok tesadüfen, İstanbul’daki turizm şirketi Erva Tur’la
tanıştım. Gezi programımızı yapıp bize çok iyi bir fiyat veren Cüneyt Bey’i hiç
görmedim; ama biz, biri İstanbullu ikisi Ankaralı üç hanım, onun işbirliği
yaptığı Taşkent’teki Uzintour çalışanlarının da büyük katkısıyla dokuz
günlük gezi programını -çok ufak tefek pürüzler dışında- kazasız belasız, üstelik
hoş hatıralarla tamamlayıp evlerimize dönebildik.
Seyhatimiz
Ankara havalimanından başladı. İstanbul-Taşkent uçağımız Özbek Havayolları’na
aitti. Bu havayolu şirketini tercih ettik, çünkü THY’den yaklaşık 250 $ kadar
ucuzdu. Hava limanının ilgili yerindeki bagaj kontrol kuyruğu âdeta bir pazar
yerini andırıyordu: altın dişli Özbek kadınları öbek öbek denkleriyle önümüzde sıralanmışlardı.
Gördüğümüz kadarıyla paketlerinde akla hayâle gelmeyen eşyalar vardı: dolap
içlerine serilen plastikimsi örtüler, çamaşır asacağı, bulaşık deterjanı, envai
çeşit kıyafet, vs. vs… Neden sonra bunların kan ter içinde binlerce kilometre
uzaktaki memlekete götürülmesinden muradı anladık: Oralarda ya yoktu, ya da çok
çok pahalıydı…
Uçağın onca
malla ve tıklımtık insanla doluluğuna rağmen en ufak bir sarsıntının dahi
yaşanmadığı şaşırtıcı güvenlikte bir yolculukla, yaklaşık dört saatte Taşkent
havaalanına vardık. Bu arada acayip şeyler de yaşanmadı değil: aynı biletin iki
kişiye satılması ve cep telefonlarını ısrarla açık tutan insanlar gibi!… İlki
nedeniyle çıkan karmaşa nedeniyle bir saate yakın gecikme yaşadık; ancak, sorunlar
zorlanmadan çözüldü diyebilirim. Anlaşılan, bunlar alışılmış durumlardı!.. Bize
çok garip gelen bir olay daha vardı ki Taşkent’e yaklaşırken yüz yüze geldik.
Elimize matbu bir kâğıt tutuşturdular; üzerindekiler İngilizce olduğu halde
bazı yerlerine anlam vermekte hayli zorlandık. Sorup soruşturduk, ülkeye
soktuğumuz para ve kıymetli eşyaların dökümünü yapmamız gerekiyormuş!… Yazdık,
çizdik, havaalanındaki kontrole kadar yanımızda sakladık.
Taşkent
havaalanına sabaha karşı vardık. Programa göre hemen oradan Harezm bölgesinin
Özbekistan sınırları içerisinde kalan eyaletin merkezi, Yeni Urgenç’e uçmamız
gerekiyordu. Fakat İstanbul’daki rötar ve iki uçağın saatlerinin yakınlığı
nedeniyle, havaalanı görevlisi kadın, bagajlarımızı almakla vakit kaybetmeyip
hemen Urgenç uçağına koşmamızı; valizlerimizi arkamızdan göndereceğini
söyleyerek bizi iç hatlara transfer etti. Maalesef ne söylediği gerçekleşti ne
de bize “bu, şefin telefonu” diye verdiği numara cevap verdi! Bagajlarımıza ancak,
yerel acenteyi ve İstanbul’u arayıp derdimizi anlattıktan sonra uykusuzluk ve
günün yorgunluğuyla, akşam tekrar havaalanına dönerek kavuşabildik… Olsun ama,
kavuşamayabilirdik de öyle değil mi?... Nitekim Avrupa ülkelerinde dahi böyle
tatsız sonuçlarla karşılaşılabiliniyormuş…
Urgenç
havaalanına indiğimizde bizi güler yüzüyle, seyahatin yedi günü boyunca transferlerimizi
yapacak olan şoförümüz sevgili Tolmas karşıladı. Nazik ve centilmen Tolmas (yorulmaz demekmiş) yedi gün boyunca hep
gülümsedi; para bozdurma gibi işlerimizi halletti, değişik Özbek yemekleri
tadacağımız güzel lokantalar buldu, telefon
sorunlarımızı çözdü… Galiba üçümüz de ona minnettârız. Tolmas Özbekçe,
Tacikçe ve Rusça’yı anadili gibi konuşuyordu. Anneannesi Rus, dedesi Tacik,
baba tarafı Özbek ve eşi İranlı olan Tolmas, Rus okulunda okuduğu için bizim Türkçemizi
çok az anlıyordu. Dolayısıyla bizimle sürekli İngilizce konuştu.
Harezm’in İncisi Hive (Xhiva)
Urgenç
havaalanı ile Hive arası yaklaşık 45 kilometre. Urgenç’ten Hive’ye giderken daha
Taşkent havaalanında fark ettiğimiz şaşırtıcı derecedeki düz coğrafyayı yakından
gözledik. Geniş pamuk tarlaları, çoğu SSCB döneminden kalma bir-iki katlı, renksiz
ve birbirine benzer evler ile görece büyük devlet binalarıyla karşılaşıyorsunuz.
Türkmenistan sınırına yaklaşık 4-5 km’de bulunan Hive’deki otelimiz, eski
şehrin ana kapılarından birisinin tam karşısındaydı. 2500’den daha yaşlı olduğu
söylenen kale içindeki şehrin mâzisinin, Hz. Nuh’a kadar dayandığı iddia
ediliyor. Aşağıdaki, benim Özbekistan’da çektiğim ilk fotoğraf. Sabahın erken
bir saatinde Hive’de otelimizin (Maliki Hive Hotel) hemen önünden kalenin
görünüşü.
Gideceğimiz
her dört şehirde dört ayrı rehber bizi gezdirecekti. Otele vardıktan bir saat
kadar sonra ilk rehberimiz Canıbek (Canbey) bizleri karşıladı. Canıbek birkaç
sene Türk okulunda okumuş; sonra üniversitede İngilizce bölümünü bitirmiş. Hâlen
profesyonel rehberlik yapıyormuş. Bizler çok fark etmediysek de Harezm şivesi
Türkçe’ye en yakın dilmiş. Dolayısıyla Canıbek çok iyi Türkçe konuşuyordu. Rehberimizin
ardına düşüp vakit kaybetmeden kale içindeki kadîm şehri gezmeye başladık.
Yukarıda,
arkadaşımın objektifinden yansıyan plan fotoğrafı, şehrin üç ana kapısından
bizim otelin bulunduğu taraftaki girişin hemen başında çekildi. Orijinal
şehirde onbir kapı varmış. Plan çalışması, gerçeğinden çok daha az yeri imlemiş
durumda. Esasen İç Kale’de X. yüzyıl ve XIX. yüzyıl arasında yapılmış 50’nin
üzerinde tarihi eser ve 250’den fazla ev bulunmaktaymış. Mescidler ve
medreseler büyük ölçüde restore edilmiş. Şahsen, restorasyona karşı olsam da
Özbekistan’daki restorasyon çalışmalarını çok beğendiğimi söyleyebilirim. Bazı
eserlerin restore edilmiş yerlerini ayırt etmekte dahi zorlandım. Kalenin
içerisinde değişik asırlarda yapılmış olağanüstü güzellikte pek çok medrese,
saray ve câmi gördük.
Üsteki resimde görünen ihtişamlı turkuaz renkli
yapı, esasen yarım kalmış bir minâreymiş. IX. yy’a tarihlendirilen yapının adı Kalta Minor
(Kısa Minâre). Yaptıran Hânın amacı tüm bölgenin en uzun minâresini ortaya
çıkarmakmış; ancak ömrü vefa etmediği için yarım kalmış. Harezm ve diğer
bölgelerde câmi minareleri daima mescidin hemen dışında, yerin üzerinde inşâ
edilmiş. Nedeni ise bölge topraklarının alüvyonlu ve zeminin depreme dayanıksız
oluşuymuş.
Muhammed Râhim Han Medresesi
(XIX. yüzyıl)
Düğünlerde
tarihi ve kutsal mekânların ziyâret edilmesi diğer şehirlerinde de yaygın olan
bir Özbek geleneği. Düğün grubunun sağındaki dört kubbemsi yapı bölgenin geleneksel
mezar mimârisine örnek. Hâlen aynı yapı kullanılıyor. Çöl ve alüvyondan ölüleri
korumak amacıyla bu tarz benimsenmiş.
Aşağıdaki kapılar, Hive’de bolca
gözlediğimiz olağanüstü ahşap oymacılığından örnekler. Daha başkalarını da göreceğiz.
Aşağıdaki
yapı, Pehlivan Mahmud Türbesi. Pehlivan Mahmud, XIII. Yüzyılda yaşamış bir sûfî
şâir ve tabii ki yenilmez bir pehlivan da aynı zamanda. Türbesi sonraki
yüzyıllarda Hive hanları tarafından yaptırılmış. Halk tarafından büyük itibar
gördüğüne bizler de şâhit olduk.
Sağda
görüldüğü üzere pek çok önemli insan, Pehlivan’a yakın olmak için kabrini onun
türbesine bitişik olarak yaptırmış. Arkada görülen uzun minâre, ünlü İslâm Hoca
Mescidi’ne ait. 45 metre uzunluğundaymış. Yine bir düğün alayı eşliğinde
binanın önden görünüşü aşağıda.
Son derece ilginç ve etkileyici bulduğumuz bir başka tarihî eser,
Cuma Câmisiydi. Kubbesi olmayıp ahşap sütunlarla yapılmış ortası açık dümdüz
bir tavana ve muhteşem işçilikte 240 kadar ahşap direğe sahip olan câmi XI.
Yüzyılda yapılmış.
İçerisindeki
ahşap oyma sütunlar çeşitli asırlarda yapılmış olup büyük kısmı XVII ve
XVIII.yüzyıllara kadar dayanıyormuş.
Aşağıdaki geniş
mekânı Hive’de gördüğümüz pek çok Han sarayı, haremi ve medresesine
örnek olarak düşünebilirsiniz. Rehberimiz Canıbek bize, saray içinde kullanılan sütunların taş
kaideleri üzerindeki Mecûsî ve İslâmî motiflerin anlamlarını izah ediyor:
çarkıfelek ve mağara imgeleri ikişer yüzde yer almış. Kültürel süreklilik,
değişmez gerçekliğini Hive’de de sergilemekteydi…
Hive’de bolca gokçay (yeşil çay)
içtik. Koyun ve inek etinden yapılmış nefis çorbalar, tandırda pişmiş etler
yedik. Başta rehberimiz olmak üzere Harezmli kadınlar, erkekler ve de tabii ki çocuklar
son derece sıcak ve güler yüzlüydü. Yanımızdan geçen büyük-küçük herkes sağ
elini kalbinin üzerine koyup, “esselamu aleyküm” deyiveriyordu. Özbekistan’da
“merhaba” yerine bu selam biçimi kullanılıyor…
Sabah
Hive’den yola çıktık. Kızılkum Çölünü aşacak, Amuderya (Ceyhun) nehrini
geçecektik. Hayatımda ilk kez bir çöl görecek, hakkında yıllardır kitabî
bilgiler edindiğim Mâveraünnehir’in güneybatı sınırı Amuderya’nın sularıyla
tanış olacaktım. Çok heyecanlıydım! Öğle yemeği programımızı çöldeki bir
“kafede” (lokantaya kafe diyorlar) balık yemek üzere kurgulamıştık. Harezm eyâletinden Buhârâ’ya, karayoluyla
yaklaşık 9 saat süren bir yolculukla
gittik. Normal şartlarda 5 saat civarında sürecek olan seyahatin 9 saate
çıkmasının sebebi karayolunun son derece bozuk olmasıydı. Çöle varıncaya dek
pürüssüz düzlükteki coğrafyada yer alan küçük kasabalardan, geniş pamuk
tarlalarından geçtik. Kasabanın birinde durup meyve alalım istedik.
Özbekistan’ın elmalarının çok tatlı, lezzetli olduğunu duymuştum. Yanyana iki
bakkaldan (diyeyim..) çeşitli meyveler aldık: ekşi ve tatlı elma, iki cins
armut ve de hurma (bizdeki trabzon hurmasının aynısı). Arabamıza bindik, devam
ederken, yolun iki yanında üzüm satan kadınlarla karşılaştık. Bu arada
bakkalların sahipleri de kadınlardı. Özbekistan’da kadınlar satıcılıktan, sokak
temizlemeye, turistik gişelerin memurluğundan, pazaryeri ürünlerinin laboratuar
tahlilinin yapılmasına kadar her yerdeler. Üzüm satan kadınların önünde durduk. İri, pembemsi taneleri olan üzümlerden satın aldık.
Şoförümüz Tolmas da pembe üzümlerden küçük kızı için satın aldı . Anlaşılan bu cins
üzümün güzelliği biliniyordu. Sonra tadınca, üzümün gerçekten şâhane olduğunu
anladık. Bu arada, Taşkent’te ikinci kez satın aldığımız iri taneli beyaz üzüm
hiçbir şekilde pembe olanı gibi değil; inanılmaz tatsızdı! Elma ve armutlara
gelince, memleketimizdekilerin yanından dahi geçemeyecek kadar lezzetsiz
olduğunu söylemeliyim! Hurma ise kayda değer lezzetteydi.
Kızılkum Çölü, bizim filmlerde
gördüğümüz Arap çöllerinden ziyade bir tür step-çöl karışımı toprak izlenimi
veriyordu. Bütünüyle kumdan değil yer yer çalımsı bitki öbeklerinden
oluşuyordu.
Derken, Amuderya nehriyle
karşılaştık. Ancak maalesef köprü üzeri ve yakın çevresindeki güvenlik çemberi
nedeniyle ne durup seyredebildik, ne de yavaşlayıp fotoğrafını çekebildik.
Alabildiğim en düzgün kareler şunlar:
Sıra balık
yiyememe maceramıza geldi. Planladığımız “kafeye” vardık. Evvela bir lavaboya
gidelim dedik. Daha önce Hive’de kale dışında, halkın da gittiği bir lokantada
yemek yedikten sonra benim yaşadığım tuvalet fiyaskosundan sonra gayet temkinli
yaklaşıyorduk olaya… Orada, restoranın yaklaşık 20 m. ötesinde gördüğüm
“tuvaletimsi kondu”nun gelmiş-geçmiş en dayanılmaz pislikteki tuvalet olduğunu
düşünmüş ve tabii ki girememiş, hatta rehberimize de böyle büyük, güzel ve
kalabalık bir lokantanın gerçek bir tuvaletinin neden olamadığını sormuştum.
Rehberimiz, sahiplerini defalarca uyardığını ama bir türlü dinletemediğini
söylemişti. Geldiğimiz kafenin arkasında, çöle dikilmiş tuhaf, silindir
biçiminde demir konstruksiyon iki tuvalet ve biraz ötede daha yeni yapılan
betondan iki tuvaletin içindeki manzara önceki deneyimime en az 10 basardı!...
Bahse girerim bir Anadolu Türkü asla bu tuvaletlere giremez! Ne mi yaptık?
Tabii ki çöle açıldık!.. Tüm bu kötü tecrübelerden sonra o lokantada
yemek yememeye karar verip yolumuza devam ettik. Akşam yemeğini Buhârâ’da, gerçek tuvaleti olan bir lokantada yiyecektik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder