3 Ekim 2011 Pazartesi
Buğulu Mutfak Camları ve Emek
Kış geliyor... Aklıma yine sıradan insanların, köyler, kasabalar ya da kentin varoşlarındaki buğulu mutfak camları düştü... Çok uzun yıllardan beri, beni bu fotoğrafla o evlere çeken şeyin ne olduğunu düşündüm durdum... Daha onbeş-yirmi sene öncesine kadar kendime şöyle sorular soruyordum: Neden ben kışları kenar mahallelerde dolaşırken kendimi o -mesela, cam kenarlarında "çiti" kutularına ekili çeşitli çiçeklerin olduğu, derme çatma ama genellikle bembeyaz tüllü- basit ve küçücük evlerin buğulu mutfak camlarına bakarken, içerideki hayatı düşlerken buluyordum? Neden aynı ilgiyi büyük ve gösterişli evlere karşı duymuyor, onların içerisindeki hayatları hiç bir şekilde merak etmiyordum? Ruhumda ciddi bir sefillik duygusu vardı da oralarda mı huzur buluyordum? Ya da içimde gizliden bir "lümpen" büyütmüştüm de haberim mi yoktu?
Basit ve küçük evlerin buğulu mutfak camlarına olan ilgim, sade dışarıdan duyulan bir ilgi olmakla da kalmamıştır. Örneğin gençliğimde yaşadığım büyük kentte, kışları canım sıkıldığı günlerde, ayaklarım beni, kıyıda köşede, sobalı evlerde ya da gecekondularda oturan sevdiğim arkadaşlarımın evine götürüverirdi. O dostlarla, evlerin halkıyla birlikte, onların yaşam şartlarını paylaşmak müthiş mutlu ediyordu beni: Soba benim için bir tapınak gibiydi. Onu canlandırmak, buz gibi mutfakta acele acele demlediğimiz çayı hemen getirip yanan sobanın üzerine bırakmak; el birliğiyle sobanın yakınında, yerde, şahane bir kahvaltı sofrası hazırlamak; sobada yanan odun-kömür çıtırtıları ve üzerindeki çay suyunun kaynama melodileri eşliğinde yaptığımız uzun sohbetler ve kahvaltılar hayatımdaki psikolojik sübaplar gibiydi adeta... Buna rağmen, benzer daha pek çok hoş ayrıntıyı o evlerdeki hoş insanlarla, hoşnutluk içerisinde yaşıyor olmamın ötesinde, böyle evlere olan eğilimimi teorize etmekte hiç bir yol alamamıştım.
Ta ki yine yıllar yıllar önce, yeni tanıştığım bir arkadaşımın gecekondusuna davet edildiğim o gün düğümün büyük ölçüde çözülmesine kadar: Arkadaşım, büyük bir heves ve mutluluk içerisinde bana gecekondu-evlerini gezdiriyordu: "Buranın harcını babamla birlikte karmıştık"; "Duvarın şu kısmını, hiç unutmam, annem dizmişti. de hepimiz annemin 'ustacılık' deneyimiyle eğlenmiştik!" gibi enteresan bilgiler veriyordu. Derken, beyazımsı taşlardan yapılan evin dış yan cephesinde açılan tuhaf, küçük girintiyi işaret ederek: "Burayı, ben istedim diye dedemle beraber öyle biçimlendirdik" dedi. Tüm duyduklarıma, hele de son söylediğine çok şaşırmıştım! Ve tabii ki çok da kıskanmıştım... İnsanın içinde barınacağı evi ailece inşa etmesi, hele evin çocuğunun ona elleriyle biçim vermesi son derece müthiş bir deneyim olmalıydı! Bu çarpıcı misafirlik, buğulu camlarıyla beni sürekli kendine çeken küçük ve basit evlere ilişkin tüm anlayamadığım eğilimlerimi anlaşılır hale getirmişti!
Öyle sanıyorum ki her bir insanoğlu, daha doğduğunda genetik veya bahşedilmiş yaradılış kimyasıyla, bazı eğilimleri, refleksleri ciddi oranda belirlenmiş olarak hayatı kucaklar. Çocukluk ve gençlik yıllarımızda dünya, ısrarla devam ettirdiğimiz eğilimlerimiz üzerinde düşünmekten çok daha eğlencelidir. İlerleyen yaşlarımızda da uzun bir süre bunların sebebini tam olarak bilemeyiz. Sanki bunlar bizim kimlik kaderimizdir... Yaşamla ilgili yeterince deneyimsel ve eğitsel veri elde ettiğimizde, bazılarımız için, anlam veremediğimiz bu refleks tavırlarımızı belli bir açıklığa kavuşturma ihtimali ortaya çıkar; bazılarımız için ise sadece ve sadece yaşamak söz konusudur; ötesi onları bağlamaz...
Benim aradığım ve belki de tapınacak denli sevdiğim şey bu evlerde sürmekte olan emekti. Yaşadığı mekan için emek vermek, insana ne kadar da yakışıyordu! Emek vermek, insanı insanlaştırıyordu. Emek verecek insanın zihninde her daim bir plan, program ve müthiş bir canlılık vardı. Öyle ya da böyle yeni yeni çözümler, yaratıcılıklar üretmesi gerekiyordu. Mutfağında bir çiçek istiyorsa örneğin, önce komşusunu bir çaya davet edip, mukabilinde ona gittiğinde sohbetin en uygun yerinde, sözü, komşusunun o çok beğendiği çiçeğine getirecek ve nazik bir şekilde ondan köklü bir yaprak, dal isteyecekti. Arkasından, o köklü yaprağa gözü gibi bakıp, toprakla buluşturacağı uygun bir kap bulunacaktı. Atılmayıp saklanan plastik deterjan kutuları gibi...
Diğer taraftan, evlerde emeğe daha fazla yer açmak için daha az varsıllık gerekmekteydi. Bununla birlikte az varsıllık ve emek, insanoğluna muhteşem bir yaşam pratiği; sağlıklı bir beden ve ruh ile mutlu sosyal ilişkiler gibi koca koca hediyeler olarak geri dönmekteydi. Kışlık salçanın, konservenin ve diğer malzemelerin parayla alınamadığı evleri düşünün: Her birinin hazırlanması için izlenen süreçler ayrı ayrı sağlık ve mutluluk kaynağı olacaktır: Domates-birber salçası mı yapılacak? Diyelim ki evin küçük bir tarlası ya da bahçesi var. Bu hoş süreç, daha uygun tohumların bulunması aşamasında başlayacaktır. Toprakla ilişki içerisindeki kadınların her biri adeta birer tohum kraliçesidir. Kadınların birbirleriyle önceki seneden kurutup sakladıkları tohumların üstünlüklerini konuşup yarıştırması, eski deneyimlerini paylaşmaları gibi bir mesai, bir sohbet biçimi biçimi vardır. Sonra onlar sevdikleriyle tohumlarını değiş-tokuşu da ederler; sevmediklerinden saklarlar da... Her yeni ekim zamanı pırıl pırıl, kocaman bir emek ve üretme, yaratma dönemidir. Beraberinde ve ilerleyen günlerde, aylarda onlar, sabır, almadan vermenin olamayacağı, ekinin ihtiyacının kararında karşılanması gerektiği gibi erdemleri, farkında olmaksızın ya da bilinçli olarak edinir, öğrenirler. Dolayısıyla, hayat felsefeleri bu yaşanmışlıklar çerçevesinde gelişir ve pratiğe dönüşür.
Diyelim ki tarlası, bahçesi olmayan o basit ve küçük evlerden birindeyiz. Kışlık salça, konserve vs yapılacak...evin kadını en uygun zamanı kollar, fiyat araştırması yapar, komşularına danışır, ve zaman ve zemin üzerinde karar verilir. Genellikle kolektif bir karardır bu. Toplaşılır pazara gidilir ve "toplaşma" hali ürünler hazırlanıp ortaya çıkıncaya kadar hiç bitmez. Tarlası olanla olmayan burada birleşirler. İmece yöntemiyle malzemeler adil bir şekilde, bir gün birisinin, ertesi gün sıradakinin... ürünlerine dönüştürülürken, eteklerde ne varsa ortaya dökülür; gülünür, eğlenilir, kızılır, ağlanılır... hakiki hayat o kadınların ellerinin altında onlara gülümsemektedir... Onların, senenin moda etek boyu ya da fazla kilolardan kurtulma yolları gibi "yalan" dertleri yoktur. Onların dertleri, emelleri; elleriyle biçim verdikleri, yarattıkları hayatı kanaat ve emekle dönüştürmektir.
Bugün böylesine sahici hayatlarıı sürdürebilmenin şartları neredeyse buharlaşıp uçmuş gibi... Bir kere toprakla olan ilişki kanırtırcasına koparıldı; kopartılıyor. Bahçede, tarlada sebze yetiştirmenin geçim dünyasında hiç bir anlamlı karşılığı yok. Hobi maksadıyla yapılan tarım, değeri, içi boşaltılmış "eğlencelik" bir faaliyetten ne kadar öteye gidebilir? Örneğin, hayatın kaynağı olan tohumun böyle bir yaşam biçiminde herhangi bir karşılığı olabilir mi?
Her geçen gün kendi hayatımızı ellerimizle biçimlendirmekten, sahici hayattan ve emekten biraz daha uzaklaşıyoruz. İhtiyaçlarımızı da bunlara karşı sunulanları da yeni düzen ekonomisinin aktörleri belirliyor. Bunların sonucunda her insan, her ev ve her tüketim nesnesi aynılaşıyor. Mutfakların pencerelerinde buğu olmadığı gibi, komşudan alınıp "çiti" kutularında çoğaltılan çiçeklere de zaman yok artık. Çünkü doğalgazlı evlerde yeni düzende yaşamak için ekonomi aktörlerinin belirlediği şartlarda hiç durmadan çalışmamız gerekiyor...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder