Harezm ve Mâveraünnehir İllerinde Sekiz Gün: Buhârâ (Buxhoro)
Buhârâ’ya
yoğun bir yağmur eşliğinde girdik. Yeni şehir, geniş bulvarların kenarında
yapılmış bir-iki katlı özensiz binalarıyla büyük şehirden çok bir taşra şehri
izlenimi veriyordu. Hemen bir lokanta’ya (kafeye) gidip güzel çorbalar,
salatalar, etler yedik. Ve tabii ki “gok çay” (yeşil çay). Özbekistan’ın her
yerinde “gok çay” ve ondan daha az popüler olmak üzere “kara çay” vazgeçilmez
içecekler. Lokantaya gittiğinizde servis, gok çayla başlıyor. Yemek yerken bir
yandan çayınızı yudumluyorsunuz.
Buhârâ’daki
otelimiz, eski şehrin içindeydi. Gidip yerleştikten sonra dışarı çıktım. Akşam
inmek üzereydi. Maliki Buhara Oteli önündeki geniş meydanda gördüğüm muhteşem
manzarayla şehir bana, sanki “ne iyi ettin de geldin!” diyordu… Hemen aşağıdaki
kareleri anılar çıkınına attım.
Aşağıdaki resimde görülen duvar örülü yapı esasında
bir havuz. Ortaçağ Buhârâsı’nda 70’den fazla havuz varmış. Bolşevik devrimi
sırasında yapılan savaşlarda bu havuzlara insan cesetleri atılmış. Sonra salgın
hastalıklar ortaya çıkmış. Sovyet yönetimi bir-iki tanesi dışında tümünü
kapatmış. Tarihî binaların önlerinde havuz yapılmasının asıl sebebi,
yeraltındaki tuzlu suları buralara çekmekmiş. Böylece tuz yapılara zarar veremiyormuş.
Buhârâ’daki
mihmandârımız Gâlib (Goolib diye telaffuz ediliyor), şehri gezdirmeye ünlü
İsmâil Samânî Türbesi’nden başladı. “Adil Emir” lakaplı İsmâil Samânî
Buhârâ’nın ilk Müslüman emiri. İbn
Sînâ’nın biyografisini yazdığım kitapta bir fotoğrafı da bulunan bu türbeyi
görmek benim için müthiş anlamlıydı. IX. yy sonları ve X. yy başlarına
tarihlendirilen türbe XIII. Yüzyıldaki Cengiz Hân istilâsından sonra ayakta
kalan iki üç tarihî yapıdan en eski olanıymış. Rivâyete göre çölden esen kumlar
türbeyi tamamen kapattığı için Cengiz onun varlığını fark etmemiş. Doğrusu, bu
bana çok anlamlı gelmedi! Moğol tarihi dersi almış biri olarak Cengiz Hân’ın
tüm acımasızlığına rağmen dinlere, ilme, sanata olan saygısını biliyordum.
Gittiği yerlerde tüm halkı öldürse de din adamlarının canını, kendisine de dua
etmeleri şartıyla bağışlamış; zenaatkârları ve âlimleri esir alıp ülkesine
götürmüştü. Diğer yandan kum fırtınası sadece bu türbeyi kapatmış olamazdı
değil mi? Cengiz Hân’ın bu türbeyi ellememesinin sebebinin, İsmâil Samânî’nin ilme
verdiği değer olabiliceğini düşünüyorum.
Dış duvarları yaklaşık iki metreye varan
kalınlıktaki türbenin dışında ve içindeki motifler, İslâm’la İslâm öncesi
dinlerin henüz bir arada bir tür tevhîd inancı altında yaşamış olduğunu gözler
önüne seriyor.
Sâmânî Türbesi’nden sonra görmeye gittiğimiz tarihî
eser, yakınındaki Hz. Eyüb Çeşmesi Müzesi. Rivâyete göre Buhârâ’nın susuz kaldığı
günlerde Allah, Hz. Eyüb’ü oraya gönderir. Elçi âsâsını yere vurur ve yerden su
fışkırır. XII. Yüzyılda yapılan bina, Timur zamanında yenilenmiştir. Eyüb
Peygamberin uğradığı düşünülen yerde hâlen derin bir kuyu ve insanların
içtikleri kutsal su bulunmakta. Rehberimiz Gâlib bizi, herkesin bardak bardak
içtiği sudan içmememiz konusunda uyardı. Çok tuzlu olan su
midemize dokunabilirmiş.
Sıra, yakındaki şehir pazarına gelmişti.
Satıcıların çoğunun kadılardan oluştuğu büyük pazarda sebze ve meyve dışında en
zengin reyonlar, envai çeşitteki kuruyemişlerden oluşuyordu. Aldığım çok hoş
lezzetteki siyah kuru üzümün ailemin büyük beğenisini topladığını söylemeliyim.. Aşağıdaki hanımlar sırasıyla pişmiş şekerpancarı ve kımızı biber satıyorlar…
Pazar gezisinden sonra rehberimiz bizleri Bahauddin Nakşibendî’nin (XIV.
Yüzyıl) ve annesinin türbelerinin bulunduğu komplekse götürdü. Günlerden bayram
arefesiydi. Genç, yaşlı, çoluk, çocuk herkes kompleksin dış kapısından girip,
türbe ziyâretine koşuyordu.
Yukarıda da belirttiğim gibi
Özbekistan’daki tarihi eserler çok iyi restore edilmiş; çok temiz bakılıyor;
insan bunların da etkisiyle kendisini oralarda çok çok iyi hissediyor... Diğer yandan aşağıdaki resimde görüldüğü gibi (ortadaki mermer kaideli alan), Şâh
Nakşîbendî’nin türbesi son derece alçak gönüllü gözüküyordu.
Aşağıda görüldüğü üzere,
Özbekistan’daki kadınların geleneksel örtünme biçimleri eşarplarını arkada
bağlamak biçiminde. Tüm gezi boyunca gördüğümüz bir-iki kadın dışında günümüz
Türkiyesi’ndeki kadınların sıkısıkıya örtünme tarzı, oralarda geçerli değil.
Her ne kadar Müslümanlıklarıyla övünseler, selamlaşmayı tokalaşma yerine
-kadın-erkek aynı biçimde- sağ ellerini kalplerinin üzerine koyup “esselâmu
aleykum” diyerek yapsalar da kanaatimce onların tarzı, tipik “Türk
Müslümanlığı”ydı. Kadınların güçlü konumları ve kadın-erkek ilişkisinin
cinsiyetçilikten uzak olmasıyla da kendi köyümde, çocukluğumda yaşanan
Müslümanlığı çağrıştırdı bana… bu insanların dindarlıklarını son derece samimi bulduğumu söylemeliyim.
Aynı kompleks içinde Bahauddîn
Nakşîbendî’nin annesinin de türbesi bulunuyor. Rehberimiz Gâlib’in aktardığına
göre Şeyh, kendisinin kabrinin ziyaret edilmesinden önce muhakkak ki annesininkinin
ziyaret edilmesini vasiyet etmiş. Bizler de öyle yaptık. Bu arada oraya
ulaşmadan önce kutsal sayılan ağacın altından geçmeyi de ihmal etmedik.
Rivâyete göre bu ağacın altından üç kere geçenin sırt ağrısı kalmazmış…
Merhûm Nakşîbendî’nin annesinin
türbesi de çok kalabalıktı. Hemen her yaştan insanlar ziyaretine gelmişti.
Evlerinde börek-çörek ya da ekmek pişiren kadınlar buraya getirip ziyaretçilere
dağıtıyordu.
Bahuedîn Nakşîbendî ve annesinin türbeleri, câmîler,
medreseler, bugün sergi salonu gibi farklı amaçlarla kullanılan pek çok binadan
oluşan kompleks, çok büyük bir alana yayılmış durumda. Yerleri tertemiz,
bahçeleri son derece bakımlı; başta karaağaç olmak üzere (ki Hive’de de çok
yaygın bir ağaç türü), dut, kayısı, vişne gibi değişik ağaçlar; aşağıda
görüldüğü gibi farklı çiçeklerle bezenmiş. Aşağıda gördüğüm en güzel ebegümeci ile etrafındaki muhteşem kokulu kadife çiçeği öbekleri (en son çocukluğumda çok
sevdiğim bu kokuyu duymuştum.); ve... benim “buhârâ gülü” adını verdiğim ve
hemen her yerde gözüme çarpan şâhâne bir yabanî gül türü…
Nakşîbendî Türbesi’nin ardından, Bolo
(Yüksek) Havuz Mescidi’ne gittik. Uzun ve oyma işleriyle süslenmiş ahşap
sütunlarıyla ünlü câmii’nin önünde bahsin başında sözünü ettiğim meşhûr Buhârâ
havuzlarından biri bulunuyor. Mescid ve havuz XVIII. Yüzyılda yapılmış.
Bolo Havuz
Mescidi’nin karşısında en çok merak ettiğim Ark Kale denilen bölge vardı.
Seyahat öncesi okuduklarıma göre M.Ö. 500 itibarıyla Buhârâ hükümdarlarınca
kullanılmaya başlanan Ark’da (Kale) hükümdâr
sarayları, câmiler ve daha başka pek çok eski yapıyla çok güzel bir müze bulunmakta imiş. Büyük ihtimalle İbn Sînâ’yı hayrette
bırakan Samânî emîrlerinin o ünlü kütphaneleri de buradaydı!... Kaleiçi, Sovyetler
işgali döneminde fena halde bombalanmış ve pek çok tarihi eser yerle bir
edilmiş. 2500 yıllık kaleyi, tadilat nedeniyle ne yazık ki göremedik!
Kalenin
surları XI-XIX. yüzyıllar arasında yapılmış. Surların biraz ilerisinde
zindanları uzaktan gördük.
Şehirde yürürken
gördüğümüz yaşlı amcanın tezgâhından, arkadaşlar el yapımı çeşitli ahşap
eşyalar aldılar. Ben de ceviz ve erikten yapılma taraklardan aldım.
Buhârâ’nın Samânîler’den sonraki
hâkim hânedânı Karahanlılar’dan kalma meşhûr Kalın Minâre (XII. Yüzyıl başları)
bir sonraki durağımızdı. Kalın Minâre’nin ait olduğu, Karahanlılar’ın yaptığı
asıl câmi yerinde, XVI. Yüzyıl başlarıda Şeybânîler’ce yaptırılan Kalın Mescidi
bulunuyor (aşağıda). Mescidin karşısında ise XVI. Asrın ortalarına doğru yine
Şeybânî Emirliği’nce yaptırılan medrese bulunmakta.
Hem âlim hem de emîr olan Timur’un
torunu Uluğ Bey’in (v. 1449) XV. yüzyılda Buhârâ’da yaptırdığı medrese ve
mescid kompleksi gerçekten muhteşem gözüküyordu! Büyük ölçüde restore edilmiş
komplekste göze batan hiçbir fazlalık yoktu. Uluğ Bey Medresesi’nin hoş
ve dingin atmosferinden uzaklaşmak istemedim...
Medresenin avlusunda yerel
kıyafetiyle gördüğümüz bu güzel hanım, aynı zamanda bir yeni gelin!
Kendisi
Türkmenistanlı eşi ise Özbek (aşağıda).
Rehberimiz Gâlib’in ardına
düşmeye devam ettik. Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısındaki Abdulaziz Hân
Medresesine geçtik. Bu arada Gâlib de Türk okulunda okumuş, Türkçe’yi orada
öğrenmiş bir Özbek genciydi.
Abdulaziz
Hân Medresesi XVII. yüzyıl ortalarında yapılmış. Buhârâ’nın Astarhân Hânlığı
hâkimiyetindeyken dikilen binanın içerisinde derslikler ve câmi bulunuyor.
Akşam inmek
üzere olduğu halde gördüğümüz son tarihî yapı, Buhârâ’nın ilk câmisi. XI-XV.
Yüzyıllar arası bir tarihte yapılmış olabileceği tahmin ediliyormuş. Restorasyonu
yapılmamış câmi hâlen halı müzesi olarak kullanılmakta.
Sonunda rehberimizle vedalaşıp
ondan ayrıldık. Akşam yemeği için şoförümüz sevgili Tolmas’ın önerisiyle tavuk
yemek üzere bir lokantaya gittik. Salataları seçtikten sonra tavuğumuzu
beklemeye koyulduk. Bütün bir tavuk istemiştik. Gelen tavuk yağda
kızartılmıştı. Yeme alışkanlığımıza biraz aykırı olduğu için zoraki biraz
tırtıklayıp ağırlığı salatalara ve nefis Buhârâ ekmeğine verdik. Aynı gün öğle
yemeğinde Özbek pilavının Buhârâ versiyonunu denemiştik. Evet, çok lezzetliydi
ancak o da tavuk gibi fazla yağlı olduğu için çok az yiyebilmiştik. Bu arada, o güm öğle
yemeğinde ilk kez tattığımız at etinden sucuğun tadını hepimiz sevmiştik… Özbekler at etini sucuk olarak saklıyor, öyle kullanıyorlar. Genellikle çorbasını yapıyorlarmış. Biz de onu denedik. Sağolsun
arkadaşım o günki lokantanın sundurmasına asılan at sucuklarını çekmeyi unutmamış!
Yemekten sonra otele girmeden
önce üç hanım, Buhârâ sokaklarında bir saate yakın dolaştık. Nasreddin Hoca
heykelini selamladık, çok hoş eski sokaklara girip yürüdük ve en ufak bir
sıkıntı yaşamadan otelimize döndük.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra Tolmas bizi
almaya gelene kadar biraz dışarı çıkmak istedim. Otelden çıkıp aksi yöne
döndüm, 5-10 metre kadar yürüyünce ortada koca bir havuz bulunan bir meydan ve
etrafındaki pek çok tarihi eserle karşılaştım. Bir kısmı henüz turizme
açılmamış; bazısı resmî dâire, bazısı da fotoğraf galerisi olarak
kullanılıyordu Bu şehirde 997 adet
tarihî eser olduğu doğru olmalıydı!
Tolmas’ın bir işi için
uğradığımız mekânın tam karşısında çok hoş bir tarihî eser daha vardı: Çar
Minor (Dört Minâre) XVIII. Yüzyıl yapımı bu komplekste, medrese, câmî ve kütüphane bulunmaktaymış. Oradan,
önceki gün gittiğimiz halıcıya tekrar uğramak için surlara doğru gittik. Halıcıya
doğru yürürken günlerdir dikkatimi çeken bir ayrıntıyı -sokakta ayakkabı yerine
terlikle mutlu mutlu yürüyen Özbek kadınları- çaktırmadan fotoğraflamayı başardım!
Aşağıda görünen anneanne ve torunun olağanüstü ev
sahipliğini hiç birimiz unutamayacağız. Bu tatlı teyze, şoförümüzün arkadaşının
kayınvalidesi. Yanındaki olağanüstü güzellikteki kız da torunu. Onların evine,
benzin almak için gittik desem?… Şöyle izah edeyim: Tolmas Buhârâ’da hiçbir istasyonda
benzin bulamamış; sonunda şoför arkadaşını aramış o da evlerine uğrarsa
babasının verebileceğini söyleyince oraya gitmeye karar vermiş. Bize aktardı, hep
beraber arkadaşının evine uğradık. Arkadaşı eşiyle birlikte Semerkand’a
gitmişlermiş; dolayısıyla, kayınpederi yaşlı amca Tolmas’a yardım etti. Onlar,
birlikte depoyu doldururlarken, evin büyük hanımı torunuyla birlikte bizi
karşıladı. Özbekçe-Türkçe ve küçük kızın yardımıyla İngilizce halleştik. Teyze
bizlere evde yaptığı kayısı, erik suları, çörek-böreklerden ikram etti. Bununla
yetinmeyip bir torbaya koydu ve ısrarla yolda yemek üzere yanımıza da verdi.
Küçük ama çok sevimli, temiz, sıcacık evini sevgiyle bizlere açan misafirperver
Özbek Teyze’ye selâm olsun! fotoğraflar arkadaşımın objektifinden.
Nihayet öğle
saatlerine doğru Aksak Timur’un başkenti Semerkand’a doğru yola çıktık… Buhârâ’dan
Semerkand’a gitmemiz yaklaşık 4-5 saati aldı. Yolda önce Gecduvân kasabasına
uğrayıp geleneksel yöntemlerle seramik yapan bir ailenin evini ziyaret ettik.
Eve doğru ilerlerken gördüğüm cenâze alayı çok etkileyiciydi. Ellerinde uzun
âsâlar, sırtlarında uzun lâcivert kaftanlar, başlarında sarıklar, her biri
birörnek giyinmiş yüze yakın erkek… öndekiler tabutu sırtlamış, hızlı
adımlarla, sessizce ilerliyorlardı. Arabada olduğum için fotoğraf çekemedim;
durup rahatsız etmek de istemedim. Geçtik gittik.
Seramik yapan
Tacik asıllı beyefendi, yedi kuşaktır bu işi yapıyormuş. Fırın dahil hiçbir
şekilde makinemsi araç kullanmıyormuş. Örneğin fırının ısısını tamamen tecrübeye
dayanarak tespit ediyormuş. Bu arada Gecduvân seramiğinin ünü ABD’ye kadar
uzanmış. Newyork’ta ve diğer batı şehirlerinde defalarca sergi açmışlar.
Seramiğin özelliği birkerede fırınlanıp ortaya çıkmasındaymış.
Güler yüzlü ev sahibi usta, biz
seramiklere bakarken evinde bizim için çay demletip, börek-çörek ve
kuruyemişleri hazırlatmış bile! Zamanımız olmadığı halde nazik daveti geri
çevirmeyip icâbet ettik. Pırıl pırıl bir evde patatesli, etli çörekler,
kuruyemişler ve çay... Arkadaşım, fotoğraflamayı ihmal etmememekle ne de iyi
etmiş!.. Aşağıdaki kuruyemiş tabağı ve kaseleri Gecduvân seramiğine örnek.
Tekrar yola koyulduk. Buhârâ-Semerkand
yolunda XII. Yüzyıldan kalma yıkık bir kervansarayın sapasağlam ayakta kalan büyük
dış kapısını ve onun hemen çaprazında yer alan hayvanları sulamaya yarayan
büyük sarnıcı gördük. Her ikisi de çok güzel ve etkileyici görünüyorlardı. XIX.
yüzyıldan sonra İpek Yolu adını alan değişik rotalardaki birkaç kervan yolundan
biri tam da buradan geçiyor olmalıydı…
Semerkand yolunda
uğradığımız son durak ünlü hadis âlimi ve tarihçi İmam Buhârî’nin türbesiydi. Burada bize Tolmas eşlik
etti; çünkü şehir dışında bir yerde olduğu için rehber anlaşmamız bulunmuyordu. Büyük
âlim, Buhârâ emirinin, sarayına gelip çocuklarına ders verme isteğini geri
çevirdiği için doğduğu şehirden ayrılıp Semerkand yakınlarındaki Hartenk
köyündeki akrabalarının yanına gitmiş; 869 yılında orada vefât etmiş.
Türbesinin içinde bulunduğu geniş kompleks son derece temiz ve bakımlıydı.
Şimdi sıra Emir Timur'un başkenti Semerkand'la müşerref olmaya gelmişti. Ne şanslı insanlardık!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder