27 Mart 2012 Salı



Şehrin Havası Mehmet’i Özgürleştirir mi?


Bir temizlik şirketinde asgarî ücretle çalışan Mehmet ile konuşuyorum:
“Ne zaman geldiniz Çorum’dan Ankara’ya Mehmet?”
 “On sene kadar önce.”
“Neden geldiniz peki?”
“Abla, orada geçim kalmamıştı. Ekip biçtiklerimiz para etmiyordu, o yüzden…”
“Burada kirada mı oturuyorsunuz, Mehmet?”
“Yok abla, babam Mamak’ta bir daire aldı.”
“Nasıl aldı? Parası var mıydı?”
“Yok abla, nereden olsun? Evimizi, tarlalarımızı sattık, üstüne de kredi çektik.”
“Nasıl yani? Köydeki evinizi ve tarlalarınızı mı sattınız?... Tarlaların hepsi değildir, herhalde?”
“Hepsini sattık abla... Bir şey de etmedi zaten. Daire parasının yarısını bile karşılamadı…”
“Bizde, dededen, babadan kalan ev-ocak, mal satılmaz. Sizde böyle bir âdet yok mudur?”
“Bilmem ki abla… vardır belki…”
“ Eee.. Diyelim ki bir gün köye dönmek zorunda kaldınız? Ne yapacaksınız? Nereye gideceksiniz?”
“Abla öyle bir şey olmaz inşallah… Ama olursa da gider birisinin malına yarıcı filan oluruz herhalde, ne bileyim?…”

            Köyden kente göçün, memleketin en önemli meseleleri arasında olduğuna inanan biri olarak, son on-onbeş senede yukarıdakine benzer pek çok diyaloglarda bulundum. Hemen hepsinde şehre gelmelerindeki ortak neden, daha önce bulundukları kırsalda geçim sürdürmenin imkânının kalmadığıydı. Kâh özelleştirmeler ve ihracat paralelinde tarım ve hayvancılığın para etmemesi; kâh doğu ve güneydoğuda olduğu hâliyle buna terör belâsının eklenmesi, akın akın büyük kentlere savrulan insancıkların sebepleri olmuştu…

            Gelelim başlıkta esinlendiğim “şehrin havası insanı özgürleştirir” ifadesinin, ülkemizdeki amansız göç süreciyle ilintisine… Bilindiği gibi iktidarlar bugün bile tarımda çalışan nüfus sayısını bir “geri kalmışlık” göstergesi olarak önümüze koyuyorlar. Diğer yandan, bu durumla mücadele edip “ileri devlet” olmak amacıyla, kırsalda tarım ve hayvancılığı destekleyen devlet kurumları son yirmi yıldır, yoğun olarak özelleştiriliyor. Dolayısıyla, bu ve benzer devlet politikalarıyla insanların köylerini bırakıp şehirlere göçmeye özendirilmesi, ironik de olsa bu sözün diriltildiği anlamına geliyor. Diriltildiği, diyorum çünkü  söz, erken Ortaçağların Feodal Avrupası’nda ortaya çıkmıştır. Altını çizeceğim ironiyi vurgulamak adına aslı Almanca olan “stadtluft macht frei” ifadesinin tezâhür ettiği iklime kısa bir göz atmakta fayda var, diyorum:

Meşhur Marksist iktisatçı Leo Huberman’ın tespitiyle Feodal Avrupa toplumunu, temel olarak üç sınıf oluşturuyordu: Dua edenler (rahipler, papazlar), savaşanlar (lordlar, şövalyeler) ve bu iki sınıfın topraklarında boğaz tokluğuna çalışanlar (yani serfler, köylüler).

Haçlı seferlerinde Doğunun refahını gören Feodal Avrupa’da  yeni bir sınıf doğdu: Tüccarlar. İşte bu kesimin kilise ve asillerin baskısından özgürleşmek için bir araya geldikleri müstahkem bölgeler (yani burg’lar) zaman içinde Avrupa’nın ilk şehirlerini oluşturdular. Avrupa tarihinin feodal dinamikleri bağlamında bakıldığı zaman “şehir havası insanı özürleştirir” sözü gayet mantıklı duruyor. Peki bizim şehre savrulan insanımız da şehrin havasıyla, köyde olduğundan daha mı mutlu ve özgür?...  En başta verdiğim diyalog üzerinden bazı sorular sorup cevaplamaya çalışalım:

Babası köyündeki tüm varlığı sattığı için âdeta “gemileri yakılmış” olan Mehmet kendisini nereye ait hissediyordur? Galiba köyüne değil! Kendisini köklerinden kopartılmış hisseden bir insan nasıl bir kimlik ve âidiyet kurgulayabilir? Şehre ait hissedebilir mi kendini, mesela? Kimlik ve âidiyet uzun bir hafızaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla hayır. O, bu açıdan bakıldığında kendisini muhtemelen, boşlukta bir sarkaç gibi bir oraya bir buraya salınıyor durumunda buluyordur. Tabii kendisine bu tür sorular soracak vakti ve mecali varsa…

Mehmet, şehirde köye göre daha fazla mı maddî refaha kavuşmuştur? Evet, belki orada asla bir arada göremediği paralara sahip olmuştur. Ancak, daha onları eline aldığı gün kaybetmektedir; çünkü öncelikle, banka kredisi ödenmek zorundadır. Kendisine kalan üç-beş kuruş da yol, vs. ihtiyaçlara gidince sıfıra sıfır bir refah durumu söz konusudur. Mehmet bir bir süre daha böyle yaşamaya mahkûmdur; ta  ki ev kredileri ödenip bitene kadar. Ondan sonraki planını aşağıda anlatacağım.

Mehmet, şehirde köye göre daha mı sosyalleşmiştir? Hayır. Çünkü sosyalleşmeye ayıracak ne parası ne de zamanı kalmaktadır. Sabahın köründe evden çıkıp, kimseyle selamlaşmadan hiç tanımadığı bir sürü insanla birlikte bir otobüse biniyor ve hiç konuşmadan işine gidiyor. Orada dinlenme aralarında iş arkadaşlarıyla birkaç hâl-hatır edip, yorgun ve tükenmiş olarak evine dönüyor. Şehrin sosyal ortamlarında kendini ortaya koyabilmesinin hiçbir koşulu görünmüyor. Peki eve davet edilecek eş-dost, akrabayla sosyalleşme?... Köyde olduğu gibi hesapsız bir misafirperverlik söz konusu değildir artık. Köydeyken ağıldaki koyun, keçi; kümesteki tavuk; bahçedeki ürünler vb. her an mükellef bir sofra donatabilirken, şehirde eve gelecek misafirin maliyeti tartışılır olmuştur. Çünkü, harcanacak her bir kuruş dikkatle elden çıkmaktadır. Babası da kendisi de fazladan harcama yapacak paralar kazanmıyorlardır. Dolayısıyla sosyal açıdan içe kapalı bir hayat sürdükleri söylenebilir.

Mehmet, şehirde köye göre daha temiz bir çevrede ve daha sağlıklı bir hayat mı sürmektedir? Hayır. Çünkü o, köyde hemen tüm gününü açık havada temiz oksijen soluyarak, güneşin sunduğu D vitaminini kemiklerinde hissederek ve tamamen doğal yollarla ürettikleri besinlerden yiyerek yaşıyordu. Oysa şimdi güneş bile almayan apartman dairesinden çıkıp egzoz ve havadaki diğer kirlilikler eşliğinde otobüse biniyor; oradan işyerine giriyor, işyerinden karanlıkta çıkıp evine gidiyor. Yediği besinlerin kalitesini bilmiyor. Daha az harcamak için çoğu kez ucuz, katkılı ve kalitesiz besinler tüketmek zorunda kalıyor.

Bu soruları çok daha fazla artırabilir ve yukarıdakilere benzer sevimsiz cevaplarla karşılaşabiliriz. Ama galiba bu kadarı bile Mehmet’in şehre gelmesiyle ne kadar özgürleştiği ve mutlu bir birey olduğunu kanıtlamaya yeterli! Mehmet, feodal Avrupa’da kırsaldaki serflerin şehre kaçarak kurtulduğu emek ve hayat sömürücülerine şehirde tutulmuş gibidir. Modern sömürücüler taşeron işçi çalıştıran şirketlere, bankalara vb. dönüşmüşse de sonuç aynıdır: Boğaz tokluğuna hayat!

Mehmet bekâr. Evlenmeyi istiyor. Ama çalışan bir kız arıyor kendine. Çünkü, ailesiyle yaşadıkları evi annesine bırakmak niyetinde. Dolayısıyla kendisi, evleneceği kız ve babasının, hep birlikte çalışıp önce o evin banka borcunu kapatmalarını daha sonra da kendileri için yeni bir ev alıp onu ödemelerini planlıyor. Ne özgürlük  ama değil mi?...

Hiç yorum yok: