Şehrin Havası Mehmet’i Özgürleştirir mi?
Bir temizlik
şirketinde asgarî ücretle çalışan Mehmet ile konuşuyorum:
“Ne zaman
geldiniz Çorum’dan Ankara’ya Mehmet?”
“On sene kadar önce.”
“Neden
geldiniz peki?”
“Abla, orada
geçim kalmamıştı. Ekip biçtiklerimiz para etmiyordu, o yüzden…”
“Burada
kirada mı oturuyorsunuz, Mehmet?”
“Yok abla,
babam Mamak’ta bir daire aldı.”
“Nasıl aldı?
Parası var mıydı?”
“Yok abla,
nereden olsun? Evimizi, tarlalarımızı sattık, üstüne de kredi çektik.”
“Nasıl yani?
Köydeki evinizi ve tarlalarınızı mı sattınız?... Tarlaların hepsi değildir,
herhalde?”
“Hepsini
sattık abla... Bir şey de etmedi zaten. Daire parasının yarısını bile
karşılamadı…”
“Bizde,
dededen, babadan kalan ev-ocak, mal satılmaz. Sizde böyle bir âdet yok mudur?”
“Bilmem ki
abla… vardır belki…”
“ Eee..
Diyelim ki bir gün köye dönmek zorunda kaldınız? Ne yapacaksınız? Nereye
gideceksiniz?”
“Abla öyle
bir şey olmaz inşallah… Ama olursa da gider birisinin malına yarıcı filan
oluruz herhalde, ne bileyim?…”
Köyden kente göçün, memleketin en önemli meseleleri arasında olduğuna inanan biri olarak, son on-onbeş senede
yukarıdakine benzer pek çok diyaloglarda bulundum. Hemen hepsinde şehre
gelmelerindeki ortak neden, daha önce bulundukları kırsalda geçim sürdürmenin
imkânının kalmadığıydı. Kâh özelleştirmeler ve ihracat paralelinde tarım ve
hayvancılığın para etmemesi; kâh doğu ve güneydoğuda olduğu hâliyle buna terör
belâsının eklenmesi, akın akın büyük kentlere savrulan insancıkların sebepleri
olmuştu…
Gelelim başlıkta esinlendiğim
“şehrin havası insanı özgürleştirir” ifadesinin, ülkemizdeki amansız göç
süreciyle ilintisine… Bilindiği gibi iktidarlar bugün bile tarımda çalışan
nüfus sayısını bir “geri kalmışlık” göstergesi olarak önümüze koyuyorlar. Diğer
yandan, bu durumla mücadele edip “ileri devlet” olmak amacıyla, kırsalda tarım
ve hayvancılığı destekleyen devlet kurumları son yirmi yıldır, yoğun olarak
özelleştiriliyor. Dolayısıyla, bu ve benzer devlet politikalarıyla insanların
köylerini bırakıp şehirlere göçmeye özendirilmesi, ironik de olsa bu sözün
diriltildiği anlamına geliyor. Diriltildiği, diyorum çünkü söz, erken Ortaçağların Feodal Avrupası’nda
ortaya çıkmıştır. Altını çizeceğim ironiyi vurgulamak adına aslı Almanca olan
“stadtluft macht frei” ifadesinin tezâhür ettiği iklime kısa bir göz atmakta
fayda var, diyorum:
Meşhur Marksist iktisatçı Leo Huberman’ın tespitiyle Feodal
Avrupa toplumunu, temel olarak üç sınıf oluşturuyordu: Dua edenler (rahipler,
papazlar), savaşanlar (lordlar, şövalyeler) ve bu iki sınıfın topraklarında
boğaz tokluğuna çalışanlar (yani serfler, köylüler).
Haçlı seferlerinde Doğunun refahını gören Feodal
Avrupa’da yeni bir sınıf doğdu: Tüccarlar.
İşte bu kesimin kilise ve asillerin baskısından özgürleşmek için bir araya
geldikleri müstahkem bölgeler (yani burg’lar) zaman içinde Avrupa’nın ilk
şehirlerini oluşturdular. Avrupa tarihinin feodal dinamikleri bağlamında
bakıldığı zaman “şehir havası insanı özürleştirir” sözü gayet mantıklı duruyor.
Peki bizim şehre savrulan insanımız da şehrin havasıyla, köyde olduğundan daha
mı mutlu ve özgür?... En başta verdiğim
diyalog üzerinden bazı sorular sorup cevaplamaya çalışalım:
Babası köyündeki tüm varlığı sattığı için âdeta “gemileri
yakılmış” olan Mehmet kendisini nereye ait hissediyordur? Galiba köyüne değil!
Kendisini köklerinden kopartılmış hisseden bir insan nasıl bir kimlik ve
âidiyet kurgulayabilir? Şehre ait hissedebilir mi kendini, mesela? Kimlik ve
âidiyet uzun bir hafızaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla hayır. O, bu açıdan
bakıldığında kendisini muhtemelen, boşlukta bir sarkaç gibi bir oraya bir
buraya salınıyor durumunda buluyordur. Tabii kendisine bu tür sorular soracak
vakti ve mecali varsa…
Mehmet, şehirde köye göre daha fazla mı maddî refaha
kavuşmuştur? Evet, belki orada asla bir arada göremediği paralara sahip
olmuştur. Ancak, daha onları eline aldığı gün kaybetmektedir; çünkü öncelikle, banka
kredisi ödenmek zorundadır. Kendisine kalan üç-beş kuruş da yol, vs. ihtiyaçlara
gidince sıfıra sıfır bir refah durumu söz konusudur. Mehmet bir bir süre daha
böyle yaşamaya mahkûmdur; ta ki ev
kredileri ödenip bitene kadar. Ondan sonraki planını aşağıda anlatacağım.
Mehmet, şehirde köye göre daha mı sosyalleşmiştir? Hayır.
Çünkü sosyalleşmeye ayıracak ne parası ne de zamanı kalmaktadır. Sabahın
köründe evden çıkıp, kimseyle selamlaşmadan hiç tanımadığı bir sürü insanla
birlikte bir otobüse biniyor ve hiç konuşmadan işine gidiyor. Orada dinlenme
aralarında iş arkadaşlarıyla birkaç hâl-hatır edip, yorgun ve tükenmiş olarak
evine dönüyor. Şehrin sosyal ortamlarında kendini ortaya koyabilmesinin hiçbir
koşulu görünmüyor. Peki eve davet edilecek eş-dost, akrabayla sosyalleşme?...
Köyde olduğu gibi hesapsız bir misafirperverlik söz konusu değildir artık. Köydeyken
ağıldaki koyun, keçi; kümesteki tavuk; bahçedeki ürünler vb. her an mükellef
bir sofra donatabilirken, şehirde eve gelecek misafirin maliyeti tartışılır
olmuştur. Çünkü, harcanacak her bir kuruş dikkatle elden çıkmaktadır. Babası da
kendisi de fazladan harcama yapacak paralar kazanmıyorlardır. Dolayısıyla
sosyal açıdan içe kapalı bir hayat sürdükleri söylenebilir.
Mehmet, şehirde köye göre daha temiz bir çevrede ve daha
sağlıklı bir hayat mı sürmektedir? Hayır. Çünkü o, köyde hemen tüm gününü açık
havada temiz oksijen soluyarak, güneşin sunduğu D vitaminini kemiklerinde
hissederek ve tamamen doğal yollarla ürettikleri besinlerden yiyerek yaşıyordu.
Oysa şimdi güneş bile almayan apartman dairesinden çıkıp egzoz ve havadaki diğer
kirlilikler eşliğinde otobüse biniyor; oradan işyerine giriyor, işyerinden
karanlıkta çıkıp evine gidiyor. Yediği besinlerin kalitesini bilmiyor. Daha az
harcamak için çoğu kez ucuz, katkılı ve kalitesiz besinler tüketmek zorunda
kalıyor.
Bu soruları çok daha fazla artırabilir ve yukarıdakilere
benzer sevimsiz cevaplarla karşılaşabiliriz. Ama galiba bu kadarı bile
Mehmet’in şehre gelmesiyle ne kadar özgürleştiği ve mutlu bir birey olduğunu
kanıtlamaya yeterli! Mehmet, feodal Avrupa’da kırsaldaki serflerin şehre
kaçarak kurtulduğu emek ve hayat sömürücülerine şehirde tutulmuş gibidir.
Modern sömürücüler taşeron işçi çalıştıran şirketlere, bankalara vb. dönüşmüşse
de sonuç aynıdır: Boğaz tokluğuna hayat!
Mehmet bekâr. Evlenmeyi istiyor. Ama çalışan bir kız arıyor
kendine. Çünkü, ailesiyle yaşadıkları evi annesine bırakmak niyetinde.
Dolayısıyla kendisi, evleneceği kız ve babasının, hep birlikte çalışıp önce o
evin banka borcunu kapatmalarını daha sonra da kendileri için yeni bir ev alıp
onu ödemelerini planlıyor. Ne özgürlük ama değil mi?...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder