30 Mart 2012 Cuma


 


Nükleere Hayır! Çünkü... 
Fukuşima Dayçi Nükleer Santrali, Japonya


Bilindiği gibi Sayın Başbakanımız geçtiğimiz hafta, Nükleer Güvenlik Zirvesi kapsamında Seul’deydi.  Zirve kapanışında yaptığı konuşmalarda Fukuşima ve diğer nükleer kazalara atıfla, nükleer güvenliğin altını çizen Başbakanımız,  “Liderler olarak bizlerin nükleer güç üretme programlarına kamuoyunun güveninin sağlanmasında öncelikli sorumluluğu bulunuyor” dediler…  Ardından da şunu eklediler: “Gerek nükleer emniyet,  gerek güvenlik alanında edinilen deneyimler,  bütün uluslararası toplumun yararına olacak şekilde paylaşılmalıdır.”

Yine geçtiğimiz haftalarda, önümüzdeki sene Rusya tarafından yapımına başlanacak olan Mersin, Akkuyu Nükleer Santrali için atılan adımların hızlandırılması yönünde Sayın Başbakan’dan kamu kurumlarına bir talimat iletildiği duyuruldu. Bir nükleer enerji karşıtı olarak, bu talimatın da etki ve endişesiyle, nükleer santrallerin tehlikelerine ilişkin fikir verecek bilgileri burada  paylaşma ihtiyacı duydum.

Aktaracağım bilgilerin teorik bilgilerden oluşmasının, çoğu okur için pek bir anlam taşımayacağı endişesiyle, konuyu gerçeklerden hareketle ortaya koymaya çalışacağım. Fukuşima felaketinden sonra Japonya devleti, bilim adamları, yerel yönetimleri ve Japon halkının yaşadıkları ve aldıkları kararlar nelerdir? Öncelikle, The Newyork Times’ın enerji ve çevreye ayırdığı sayfadaki derli toplu Japonya-Fukuşima kronolojisinin bana yol gösterdiğini söylemeliyim.  Umarım bu sayede, Sayın Başbakan’ın işaret ettiği gibi, “edinilen deneyimlerin paylaşılmasına” ben de küçük bir katkıda bulunabilirim…

11 Mart 2011 tarihinde  Japonya’da meydana gelen 9.0 şiddetindeki deprem ve ardından oluşan dev tsunamiler, Fukuşima’da bulunan Daiichi Nükleer Santrali’ndeki üç adet nükleer reaktörü vurdu. Radyoaktif sızıntı, patlamalar ve yangınların yaydığı radyoaktif gazlar nedeniyle ölen ve kaybolan insanların sayısı en az 22.000’di. 90,000’in üzerinde insan bulundukları bölgeden tahliye edildi. Fukuşima’nın 274 km. uzağındaki Tokyo’daki evlerin musluklarından akan suda radyoaktif maddeler tespit edildi. Ayrıca sebzelerde ve hayvanların etlerinde de radyoaktif partiküller bulundu.

Reaktörlerin kontrol altına alınması mümkün olamıyordu. Çünkü kontrol ekiplerinin ölümcül radyoaktif seviyelerdeki reaktörlerin içerisine girip müdahale etmeleri âdeta intihar anlamına geliyordu. Hatırlanır mı bilmem, o günlerde intihar ekiplerinden dahi söz edilmekteydi. Nihayet çok yoğun soğutma çalışmaları sonucunda kısmî kontrol 8 ay gibi uzun bir zaman aldı.

Kısmî diyorum, çünkü daha iki-üç gün önce Anadolu Ajansı’nın geçtiği bir haberde, felaketin ikinci yılında Fukuşima’daki 3 reaktörden çekirdek erimesi görülmeyen 2 numaralı reaktörde ölümcül düzeyin 10 katı radyasyon tespit edildi. Yetkililere göre bu şartlarda özel aletler bile en fazla 14 saat dayanabilmektedir. Ve diğer iki reaktör, hiçbir şekilde yakından incelenemediği için, mevcut tehlikenin boyutları hâlâ ölçülememektedir…

Tekrar geri dönersek, Kasım 2011’de, şimdiki Japon Başbakanı  Yoshihiko Noda, yaşanılanın Çernobil’den sonra en büyük nükleer felaket olduğunu deklare etti.  Japon devleti yaşanılan felaketten o kadar rahatsız olmuştu ki daha iki ay sonrasında o zamanki Başbakan Naoto Kan, Japonya’nın enerji politikaları için “yepyeni bir başlangıç” ortaya koyuyordu.  Yeni nükleer santral planlarından tamamen vazgeçilmişti. Yeni politika, ağırlıklı olarak yenilenebilir enerjiye ve güvenirliğe dayanacaktı. Kan, bir ay sonra daha da kararlı bir şekilde, Japonya’nın nükleer enerjiye bağlılığının zaman içinde azaltılıp hepten bertaraf edileceğini açıkladı. Şöyle diyordu Kan: “Fukuşima kazası, teknolojinin taşıdığı tehlikeleri gözler önüne sermiştir.”

Fukuşima'daki nükleer felaket sonrasında, kontrollerden bir kare...

Felaketten bir yıl sonra, Japonya’da bulunan 54 reaktörden 52’sinin üretimi durduruldu. Nisan ayında Japonya’nın çalışan son reaktörü de kapatılacak. Yeni Başbakan Noda, yerel yöneticilerin onayı alınmadan hiç bir nükleer reaktörün yeniden çalıştırılmayacağını söyledi.


Peki, en şiddetli depremlerde bile tek kişinin burnu kanamayan Japonya’da, nasıl olmuştu da böyle bir felaket öngörülememişti? O Japonya ki teknolojisiyle dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasındadır. Üstelik, bilimsel araştırmalar bakımından, Bilimsel Atıf  İndeksi’ne (SCI) giren dergilerde yayınladıkları makale sayısı, dünya sıralamasında üçüncülüğe oturmuş durumdadır (meraklısı için, 2001 verileriyle, Türkiye’nin yeri 25. sırada).

Japonya’nın nükleer enerji işletmeciliğini yapan TEPCO isimli kurumun bu soruya da cevap oluşturan ifadesinin, tek başına, tüm dünyanın nükleer enerji santrali yapımından vazgeçmesi için yeterli olduğunu düşünmekteyim: “9.0  şiddetinde bir deprem ve 13,7 metreye varan tsunamiler, bilim adamlarının tüm tahminlerinin üzerindeydi.”

Demek oluyor ki dünya üzerinde belli bir coğrafyaya doğanın ne boyutta bir felaket göndereceği günümüz bilim adamları tarafından öngörülemiyor. Velev ki o coğrafyanın bilim adamları dünya sıralamasında üçüncü olsunlar… Tıpkı, muhtemel bir nükleer çevre felaketinde o coğrafyanın ne yöntemle temizlenmesi gerektiğini dünya üzerinde bilen tek bir bilim adamının olmadığı gibi…

27 Mart 2012 Salı



Şehrin Havası Mehmet’i Özgürleştirir mi?


Bir temizlik şirketinde asgarî ücretle çalışan Mehmet ile konuşuyorum:
“Ne zaman geldiniz Çorum’dan Ankara’ya Mehmet?”
 “On sene kadar önce.”
“Neden geldiniz peki?”
“Abla, orada geçim kalmamıştı. Ekip biçtiklerimiz para etmiyordu, o yüzden…”
“Burada kirada mı oturuyorsunuz, Mehmet?”
“Yok abla, babam Mamak’ta bir daire aldı.”
“Nasıl aldı? Parası var mıydı?”
“Yok abla, nereden olsun? Evimizi, tarlalarımızı sattık, üstüne de kredi çektik.”
“Nasıl yani? Köydeki evinizi ve tarlalarınızı mı sattınız?... Tarlaların hepsi değildir, herhalde?”
“Hepsini sattık abla... Bir şey de etmedi zaten. Daire parasının yarısını bile karşılamadı…”
“Bizde, dededen, babadan kalan ev-ocak, mal satılmaz. Sizde böyle bir âdet yok mudur?”
“Bilmem ki abla… vardır belki…”
“ Eee.. Diyelim ki bir gün köye dönmek zorunda kaldınız? Ne yapacaksınız? Nereye gideceksiniz?”
“Abla öyle bir şey olmaz inşallah… Ama olursa da gider birisinin malına yarıcı filan oluruz herhalde, ne bileyim?…”

            Köyden kente göçün, memleketin en önemli meseleleri arasında olduğuna inanan biri olarak, son on-onbeş senede yukarıdakine benzer pek çok diyaloglarda bulundum. Hemen hepsinde şehre gelmelerindeki ortak neden, daha önce bulundukları kırsalda geçim sürdürmenin imkânının kalmadığıydı. Kâh özelleştirmeler ve ihracat paralelinde tarım ve hayvancılığın para etmemesi; kâh doğu ve güneydoğuda olduğu hâliyle buna terör belâsının eklenmesi, akın akın büyük kentlere savrulan insancıkların sebepleri olmuştu…

            Gelelim başlıkta esinlendiğim “şehrin havası insanı özgürleştirir” ifadesinin, ülkemizdeki amansız göç süreciyle ilintisine… Bilindiği gibi iktidarlar bugün bile tarımda çalışan nüfus sayısını bir “geri kalmışlık” göstergesi olarak önümüze koyuyorlar. Diğer yandan, bu durumla mücadele edip “ileri devlet” olmak amacıyla, kırsalda tarım ve hayvancılığı destekleyen devlet kurumları son yirmi yıldır, yoğun olarak özelleştiriliyor. Dolayısıyla, bu ve benzer devlet politikalarıyla insanların köylerini bırakıp şehirlere göçmeye özendirilmesi, ironik de olsa bu sözün diriltildiği anlamına geliyor. Diriltildiği, diyorum çünkü  söz, erken Ortaçağların Feodal Avrupası’nda ortaya çıkmıştır. Altını çizeceğim ironiyi vurgulamak adına aslı Almanca olan “stadtluft macht frei” ifadesinin tezâhür ettiği iklime kısa bir göz atmakta fayda var, diyorum:

Meşhur Marksist iktisatçı Leo Huberman’ın tespitiyle Feodal Avrupa toplumunu, temel olarak üç sınıf oluşturuyordu: Dua edenler (rahipler, papazlar), savaşanlar (lordlar, şövalyeler) ve bu iki sınıfın topraklarında boğaz tokluğuna çalışanlar (yani serfler, köylüler).

Haçlı seferlerinde Doğunun refahını gören Feodal Avrupa’da  yeni bir sınıf doğdu: Tüccarlar. İşte bu kesimin kilise ve asillerin baskısından özgürleşmek için bir araya geldikleri müstahkem bölgeler (yani burg’lar) zaman içinde Avrupa’nın ilk şehirlerini oluşturdular. Avrupa tarihinin feodal dinamikleri bağlamında bakıldığı zaman “şehir havası insanı özürleştirir” sözü gayet mantıklı duruyor. Peki bizim şehre savrulan insanımız da şehrin havasıyla, köyde olduğundan daha mı mutlu ve özgür?...  En başta verdiğim diyalog üzerinden bazı sorular sorup cevaplamaya çalışalım:

Babası köyündeki tüm varlığı sattığı için âdeta “gemileri yakılmış” olan Mehmet kendisini nereye ait hissediyordur? Galiba köyüne değil! Kendisini köklerinden kopartılmış hisseden bir insan nasıl bir kimlik ve âidiyet kurgulayabilir? Şehre ait hissedebilir mi kendini, mesela? Kimlik ve âidiyet uzun bir hafızaya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla hayır. O, bu açıdan bakıldığında kendisini muhtemelen, boşlukta bir sarkaç gibi bir oraya bir buraya salınıyor durumunda buluyordur. Tabii kendisine bu tür sorular soracak vakti ve mecali varsa…

Mehmet, şehirde köye göre daha fazla mı maddî refaha kavuşmuştur? Evet, belki orada asla bir arada göremediği paralara sahip olmuştur. Ancak, daha onları eline aldığı gün kaybetmektedir; çünkü öncelikle, banka kredisi ödenmek zorundadır. Kendisine kalan üç-beş kuruş da yol, vs. ihtiyaçlara gidince sıfıra sıfır bir refah durumu söz konusudur. Mehmet bir bir süre daha böyle yaşamaya mahkûmdur; ta  ki ev kredileri ödenip bitene kadar. Ondan sonraki planını aşağıda anlatacağım.

Mehmet, şehirde köye göre daha mı sosyalleşmiştir? Hayır. Çünkü sosyalleşmeye ayıracak ne parası ne de zamanı kalmaktadır. Sabahın köründe evden çıkıp, kimseyle selamlaşmadan hiç tanımadığı bir sürü insanla birlikte bir otobüse biniyor ve hiç konuşmadan işine gidiyor. Orada dinlenme aralarında iş arkadaşlarıyla birkaç hâl-hatır edip, yorgun ve tükenmiş olarak evine dönüyor. Şehrin sosyal ortamlarında kendini ortaya koyabilmesinin hiçbir koşulu görünmüyor. Peki eve davet edilecek eş-dost, akrabayla sosyalleşme?... Köyde olduğu gibi hesapsız bir misafirperverlik söz konusu değildir artık. Köydeyken ağıldaki koyun, keçi; kümesteki tavuk; bahçedeki ürünler vb. her an mükellef bir sofra donatabilirken, şehirde eve gelecek misafirin maliyeti tartışılır olmuştur. Çünkü, harcanacak her bir kuruş dikkatle elden çıkmaktadır. Babası da kendisi de fazladan harcama yapacak paralar kazanmıyorlardır. Dolayısıyla sosyal açıdan içe kapalı bir hayat sürdükleri söylenebilir.

Mehmet, şehirde köye göre daha temiz bir çevrede ve daha sağlıklı bir hayat mı sürmektedir? Hayır. Çünkü o, köyde hemen tüm gününü açık havada temiz oksijen soluyarak, güneşin sunduğu D vitaminini kemiklerinde hissederek ve tamamen doğal yollarla ürettikleri besinlerden yiyerek yaşıyordu. Oysa şimdi güneş bile almayan apartman dairesinden çıkıp egzoz ve havadaki diğer kirlilikler eşliğinde otobüse biniyor; oradan işyerine giriyor, işyerinden karanlıkta çıkıp evine gidiyor. Yediği besinlerin kalitesini bilmiyor. Daha az harcamak için çoğu kez ucuz, katkılı ve kalitesiz besinler tüketmek zorunda kalıyor.

Bu soruları çok daha fazla artırabilir ve yukarıdakilere benzer sevimsiz cevaplarla karşılaşabiliriz. Ama galiba bu kadarı bile Mehmet’in şehre gelmesiyle ne kadar özgürleştiği ve mutlu bir birey olduğunu kanıtlamaya yeterli! Mehmet, feodal Avrupa’da kırsaldaki serflerin şehre kaçarak kurtulduğu emek ve hayat sömürücülerine şehirde tutulmuş gibidir. Modern sömürücüler taşeron işçi çalıştıran şirketlere, bankalara vb. dönüşmüşse de sonuç aynıdır: Boğaz tokluğuna hayat!

Mehmet bekâr. Evlenmeyi istiyor. Ama çalışan bir kız arıyor kendine. Çünkü, ailesiyle yaşadıkları evi annesine bırakmak niyetinde. Dolayısıyla kendisi, evleneceği kız ve babasının, hep birlikte çalışıp önce o evin banka borcunu kapatmalarını daha sonra da kendileri için yeni bir ev alıp onu ödemelerini planlıyor. Ne özgürlük  ama değil mi?...

22 Mart 2012 Perşembe

Nevruz’un Kısa Tarihi




Nevruz… Baharın başlangıcı… Güneş ışınlarının kuzey ve güney yarımküreye eşit olarak düştüğü; gece ve gündüzün eşitlendiği, tabiatın yeni bir hâle girmeye başladığı gün… Bu özel günün dünya üzerindeki pek çok kadîm halkta önemli anlamlar taşıdığı muhakkak... Pek çok diyoruz, çünkü Nevruz karşılığı bir günün, örneğin, Araplarda olmadığını ünlü Arap tarihçi ve coğrafyacısı el-Mesûdî’den biliyoruz. Bununla beraber Farsça “yeni-gün”ün karşılığı olan Nevruz’un tarihi neler söylemektedir?

Gelin, 1012 sene kadar geriye gidip Harezm’li büyük âlim Ebu Reyhan el-Bîrûnî’nin konuğu olalım. Bize 1000 senesinde, henüz 24 yaşında kaleme aldığı “Geçip Giden Asırlardan Geriye Kalan İzler” (el-Âsâru’l-Bakiye ‘ani’l-Kurûni’l-Hâliye)  isimli olağanüstü güzellikteki eserinden Nevruz’u anlatsın.

El-Bîrûnî, Nevruz’u, Farsların eski aylarından Fervardîn’in ilk günü olarak tespit etmektedir. Fervardîn’in, senenin ilk ayı olduğundan yola çıkarak, Nevruz’un aynı zamanda Farsların yılbaşı günü olduğunu da söyleyebiliriz. El-Bîrûnî bizlere, Nevruz’un etimolojisine, kökenine dâir, çoğu efsanevî Fars hükümdarı Cemşîd’e dayanan, pek çok rivâyet aktarıyor. Bununla beraber, Fars tarihi dışına taşan çok sevimli duran bir rivâyette Nevruz’u Hz. Süleyman’la ilişkilendiriyor:

Rivâyete göre bazı yanlış tavırları nedeniyle Allah, Süleyman Peygamber’i cezalandırır. Bunun sonucunda o, meşhûr yüzüğünü ve dolayısıyla hükümdarlığını kaybeder. Pişman olup af dileyen Süleyman’a Allah, hakimiyetini 40 gün sonra iade eder. Böylelikle o, rüzgâra ve kuşlara da hâkim olma yetisini de geri kazanmıştır. Sultan Süleymân, rüzgâra kendisini taşımasını emreder. Rüzgâr onu dinler ve emrini yerine getirir. Derken bir kırlangıç gelir ve Süleyman’a “Ey Melik! İçinde yumurtalarım olan yuvam vardı. Rüzgârla yok olsun istemiyorum. Lütfen geri dön ve yuvamı bana ver” der. Süleymân kırlangıcı dinler ve isteğini yerine getirir. Bir süre sonra kırlangıç gagasında taşıdığı suyla Süleyman’ın huzuruna iner ve suyu önüne serper. Kırlangıç Sultan’a bir de çekirge ayağı getirmiştir. Onu da hediye olarak Süleyman’a bırakır ve uçar gider. Süleyman’a hakimiyetinin iade edildiği güne Farslar, “Nevrûz âmad” (yeni gün geldi) demişler ve o gün Nevruz olarak anılmaya başlamış... El-Bîrûnî, minik kırlangıcın fiillerinin de Nevruz’da su serpme ve hediyeleşme geleneğinin sebebi olduğunu söylemektedir.

El-Bîrûnî’nin, aşağıda örneklerini vereceğimiz bir çok Nevruz rivâyetinin kaynağı olarak sunduğu Fars Sultanı Cemşîd, el-Mes’ûdî’ye göre Tûfan zamanının hükümdarıdır. Cemşîd 600 sene hüküm sürmüş ve Nevruz onun zamanında ilân edilmiştir.

Gelelim el-Bîrûnî’nin Cemşîd’e bağladığı Nevruz rivâyetlerine… Aktaracağımız ilk rivâyet, günümüzde dâhi Anadolu’da gözleyebileceğimiz, bayramlarda salıncak kurma kadîm geleneğine işaret ediyor gibi… Rivâyete göre, efsane-hükümdar Cemşîd uçan arabasını edindiği gün ona biner; cinler ve şeytanlar onu hava yoluyla bir gün içinde Debâvend’den, Bâbîl’e taşırlar. Bunun üzerine insanlar o günü bayram ilân ederler. Ayrıca her sene Nevruz’da Cemşîd’in uçmasına öykünerek salıncaklara binip sallanırlar.

Bağdat’taki bir Mecûsî rahibinin el-Bîrûnî’ye anlattığı bir başka rivâyet, Nevruz’un yanında şekerin tarihine de ışık tutuyor: Buna göre Nevruz gününde insanların, birbirlerine şeker hediye etme geleneği varmış. Geleneğin sebebi şöyle doğmuş: Daha önceleri bilinmeyen şeker kamışı ilk olarak Cemşîd’in ülkesinde ve Nevruz gününde ortaya çıkar. Cemşîd, şeker kamışının sulu bir bitki olduğunu görür. Sıkıp suyundan içer ve tatlı olduğunu keşfeder. Bunun üzerine şeker kamışının suyunun sıkılmasını ve ondan şeker üretilmesini emreder. Nevruz’dan sonraki beşinci gün şeker hazırdır. Böylece Nevruz’da şekerin keşfiyle, insanların birbirlerine şeker hediye etmeleri gelenek haline gelir.

Bir başka rivâyette Cemşîd, Nevruz günü bir kanun çıkararak, eski tapınakların yıkılmasını ve yenilerinin yapılmamasını emreder. Bunun üzerine Allah ondan râzı olur ve halkına sağlık bahşeder. Cemşîd’in halkı o kadar çoğalır ki topraklarına sığmaz. Allah onun topraklarını üç katına çıkartır. Arkasından, yine bir Nevruz gününde o, kanunla, halkına yıkanmayı emreder. Cemşîd’in bundan muradı halkın günahlarından temizlenmesi ve felâketlerden korunmasını sağlamaktır.

Başka bir rivayette, Nevruz günü yıkanma geleneğinin nedeni, o günün su perisinin havayla buluştuğu kutsal gün olmasına bağlanmıştır. İnsanlar Nevruz sabahı, gündoğumu vaktinde kalkarlar; bir kaba su doldurup onunla kendilerini ıslatırlar. Böylelikle bir yıl boyunca kötülüklerden korunacaklarına inanırlar. 

El-Bîrûnî, insanların Nevruz günü yıkanmaları gibi birbirlerine su sıçratmalarının da yaygın bir gelenek olduğunu söylemektedir. Bu geleneğin kökenine ilişkin duyduğu bir rivâyette, Fars hükümdârı İranşâh zamanında uzun süre yağmur yağmaz ve büyük kuraklık yaşanır. Onun ardından tahta Cemşîd çıkınca, günlerce yağmur yağar. Halk bu duruma çok sevinir ve yağmuru uğurlu bulurlar. Bu nedenledir ki Nevruz günü birbirlerine su sıçratmak gelenek hâline gelmiştir.

El-Bîrûnî’nin aktardıklarına bakılırsa, dönemin bazı Fars âlimleri, Nevruz’da yıkanma ya da su sıçratma/serpme geleneğini oldukça materyalist bir gözle değerlendirmişler… Çünkü onlara göre bu geleneğin esas nedeni kir ve pisliklerden arınma ihtiyacıdır! Ateşe tapan Mecûsîler, sürekli ateşle karşı karşıya olmaları sebebiyle, onun dumanına ve isine mâruz kalıyor, kirleniyorlardı. Hem ateşin kirinden hem de hastalık yapma riski olan diğer pisliklerden temizlenmek amacıyla yıkanıyorlardı.

El-Bîrûnî, Güneş’in Koç Burcuna girdiği ve baharın başladığını belirttiği Nevruz günü sabahında Farslar arasında uğur getirdiğine inanılan bazı âdetleri de okuruna aktarmaktadır: Örneğin bunlardan birine göre, her kim Nevruz sabahı gün doğumunda kalkar, hiç konuşmadan üç parmak bal yiyip, üç kez mum yakarak buhur yaparsa hastalıklarına devâ bulurmuş.

Diğer yandan, el-Bîrûnî’nin aktardığı Nevruz âdetleri arasında tarımı ve bereketi çağrıştıranlar da son derece hoş duruyor: Nevruz sabahı kadîm Fars ülkesinde herkes bir kap alıp içine bereket getirsin diye arpa ekermiş. Zaman içinde bu âdet yedi ayrı tahılın bir kap içerisine yedi ayrı sıra halinde ekilmesine evrilmiş. Fars halkı bu yedi tahılın büyümesine bakarak, o sene en çok hangi tahıldan verim alınacağına karar verirmiş… el-Bîrûnî’den, Cemşîd’in, yeraltından giden sulama kanalları yaptıran ilk hükümdar olduğunu öğrendiğimizi hatırlayıp, tarımın gelişmesinin pek çok insanlık durumunu gibi Nevruz geleneklerini de dönüştürdüğünü düşünüyoruz… 

Son olarak “Büyük Nevruz” isimli, kadîm Farslar arasında ünlenmiş bir bayramdan söz etmek istiyoruz. El-Bîrûnî’nin aktardığı bilgilere göre Nevruz’un ilk gününü teşkil ettiği Fervardîn ayının altıncı günü Büyük Nevruz olarak kutlanmaktadır. O günde Allah’ın dünyayı yaratışını tamamladığı ve Müşterî (Satrün) yıldızını yarattığına inanılırmış. Başka bir inanca göre Zerdüşt, o gün Allah’la münacata vâsıl olmuş ve Keyhüsrev havaya yükselmiş…Farslar aynı günde dünya üzerindeki insanlara mutluluğun taksim edildiğine inanırmış. Bu nedenle bu güne “ümit günü” derlermiş… Mecûsîler, o günün sabahında hiç konuşmadan şeker yiyip yağlanılırsa tüm sene boyunca her türlü belânın def edileceğine inanırlarmış. 

8 Mart 2012 Perşembe

Omuzlarında 1. Sınıf Yüküyle 5 Yaşındaki Miniklerimiz




Oğlum Ömer 4,5 yaşında. Haziranın sonunda 5 yaşını tamamlayacak. Yani, 60 ayını bitirmiş olacak. Yani, henüz kanunlaşmamış (umarım bu hâliyle kanunlaşmaz!) 4+4+4 eğitim “paketi”ne göre 2012’nin Eylülü gibi “kesintili ama kesintisiz” 12 senelik okul hayatına 1. Sınıftan başlamış olacak.
Şöyle bir itirafta bulunayım: Düne kadar, tasarının revize edilmiş 5 yaş haliyle, hep bir “anasınıfı”nın varlığı zannına kapılmışım… Oysa ki böyle bir şey yokmuş; çocuklar 5 yaşında doğrudan 1. Sınfa başlayacaklarmış…  İnanılır gibi değil!
Acaba annelik duygularına kapılıp ben mi yanılıyorum, diye dünya üzerindeki uygulamalara dâir küçük bir araştırma yaptım. Gördüm ki bizim minik yavrularımızın 1. Sınıfa uyum sağlamaları mümkün görülmüyor. Şöyle ki:
Anasınıfı (kindergarden) yaşının 5; okula başlama yaşının 6 olduğu Amerika’nın (NIH) Ulusal Sağlık Enstitüsü, 5 yaş çocuğunun fiziksel, duygusal ve zihinsel gelişimini maddeler halinde sıralamış. Yine ABD’deki Iova State Üniversitesi de bu konuda belli kriterler saptamış. Buna göre:
Koşabilir, sıçrayabilir.
Gözleri kapalıyken tek ayağı üzerinde denge kurabilir.
Basit araçlar ve yazma gereçlerini kullanmada geliştirilebilir.
Bir üçgen çizebilir.
10’a kadar sayabilir.
Ana renklerin ve belki birkaç ara rengin ismini doğru olarak bilir.
5 ya da daha fazla kelimelik cümleler kurabilir.
Gerçeküstü oyunlara ilgi duyar (örneğin Aya seyahat etme)
Küçük yardımlarla giyinebilir.
Makasla bir çizgiyi takiple kesebilir.
Alçak bir objenin üzerinden atlayabilir.
Bir hikâyenin başı, ortası ve sonunu hatırlayabilir.
Kitapların soldan sağa ve yukarıdan aşağıya doğru okunduğunu bilebilir.
Hayvan, insan ve nesnelerden oluşan resimler çizebilir.
Bazı harfleri ve rakamları tanıyabilir ve yazabilir.
Önce, sonra; aşağı, yukarı nedir bilir.
Neden ve etkilere ilgi duyar.
Basit kurallı oyunlar kurgulayabilir.
Gerçek ve gerçeküstünü zaman zaman karıştırır.
Paylaşabilir ama her zaman bunu istemez.
Dikkati çekmek için “ayıp” kelimeler kullanabilir.
Bazan aşırırı buyurgan olabilir.
Yeni şeyler denemeyi ve risk almayı sever.
Diğer insanların duygularına karşı fazlaca dikkatli ve hassastır.
Kimi zaman uzaklaşıp yalnız kalmaya ihtiyaç duyabilir.

NIH’a ve Iova State Üniversitesi’ne göre, 5 yaşında bir çocuğu teşvik etmek gereken noktalardan bazıları da şunlar:
Birlikte kitap okuma
Fiziksel aktivitesi için gerekli alanları sağlama
Sportif aktiviteler yönlendirme ve kurallarını öğrenmesini sağlama
Sosyal gelişimine yardım için diğer çocuklarla oynamaya teşvik etme
Sevdiği yerleri gezdirme
Masayı hazırlamaya ya da oyuncakları toplamaya yardım gibi evde, küçük sorumluluklar verme.
Kesmeyi öğrenmesine yardım etme
Hikaye anlatmasını önerme

Yukarıdaki kaynaklara göre, 5 yaşındaki bir çocuk 5 kelimeden (belki biraz fazla) oluşan cümleler kurabilirken, 6 yaşındaki bir çocuk 5’le 7 arasında değişen kelimelerle basit cümleler kurabiliyor. Diğer yandan, 6 yaşındaki bir çocuğun odaklanabilme süresi 15 dakikaymış. 9 yaşında bu süre 1 saate kadar çıkabiliyormuş. 5 yaşındaki bir çocuğun odaklanma süresini belirtmemişler; ama muhtemelen yarısı kadar değildir.
Elbette ki bu veriler ortalama verilerdir. Bunların altında ya da üstünde performans sergileyecek çocuklarımız olacaktır. Ancak kanunlar, kurallar, geneli dikkate alarak yapılır ve istisnâlar kaideyi bozmaz.  Şahsen, aktarmaya çalıştığım bilimsel verileri de gördükten sonra, oğlumun ve diğer tüm 5 yaşındaki miniklerin 1. Sınıf olmanın ağır yükünü küçücük omuzlarında taşımalarını istemiyorum. Tüm anneler adına yetkililerden, tasarının kanunlaşmadan önce bir kez daha ve dikkatlice gözden geçirilip 5 yaş çocukları için “anasınıfı” şartlarında eğitimin yeniden hayata geçirilmesini istiyorum.

3 Mart 2012 Cumartesi

Başörtüsü Serbestisi Yerine Uzaktan Eğitim: Uzaktan Hayat



Meclis Eğitim Komisyonu’nda tasarısı üzerinde anlaşılan, 4+4+4 “paketi”nin içine pek çok yeni düzenleme “tıkıştırılmış” durumda. Bununla beraber, tasarıya getirilebilecek en temel iki eleştiri şöyle özetlenebilir: Öneri kalemlerinin tamamına yakını, var olan eksiklikleri ortadan kaldıracak köklü adımlardan ziyâde, yüzeysel ve kozmetik bir takım düzenlemeler hissi uyandırmaktadır (1). Tasarıdaki uzaktan eğitim hakkının 14 yaştan 11 yaşa çekilmesiyle kız çocuklarının asosyalleşme ve kimliksizleşme riski ortaya çıkmaktadır (2).

    İlk madde çerçevesinde söylenecek pek çok şey var; ancak kısacık olarak, eğitimde fırsat eşitliğine değinmek istiyorum. Bilindiği gibi hâlen, 8 yıllık ilköğretim devletin zorunluluğu kapsamında ve parasız. Bir insanlık hakkı olan temel eğitim, dünyanın hemen her yerinde devletlerin ücretsiz olarak sunduğu bir imkândır. Devletler bunu düzenlerken anayasalarında deklare ettikleri fırsat eşitliğini gözetmeye çalışırlar. Oysa, bu coğrafya üzerinde yaşayan çocukların tümünün eşit eğitim imkânlarından faydalandığını kimse iddia edemez. Örneğin, okulların fiziksel ve donanımsal yeterlikleri çok büyük ölçüde velilerin maddî koşullarıyla orantılıdır. Çocuğun eğitim başarısında elbette ki daha pek çok değişken rol oynuyor; ancak tek başına okulun sunduğu imkânlar bile onun yetkinliğinde önem arz edecektir. Nitekim, Anadolu liselerine girmeyi başaran her 17 çocuktan sadece 1’inin yoksul ailelerden geliyor olması bunu kanıtlamakta. Her halde kaliteli eğitim veren okulların bulunduğu yerler, çoğu köylerden şehre göç eden yoksul ailelerin oturduğu varoşlarda bulunmuyor…

    Gelelim ikinci maddeye. Uzaktan eğitimin 14 yaştan 11 yaşa indirilmesindeki tek amacın, 11 yaştan itibaren (maalesef) çalışmak zorunda kalan çocuklar; yahut özürlü çocuklar; yahut bizim kurgulayamayacağımız değişik sebeplerle evden eğitime muhtaç çocuklar olduğuna inanmak bir hayli  zor. Neden derseniz, tam da yukarıda tanımlanan muafiyetler bağlamında ek bir maddenin ortaya koyulması mümkündür de ondan.

    Niyet okumanın, sûîzanın çok ötesinde, bu düzenlemenin kız çocuklarının başörtüsüz olarak  eğitim görmesini istemeyen ailelerin taleplerine cevap vereceği ortadadır. Peki böyle bir uygulamanın kız çocuklarına dolayısıyla memlekete faydası mı yoksa zararı mı dokunacağı yeterince müzâkere edildi mi? Kanaatimce, faydası bir yana bir çok kötü etkileri olacaktır bu uygulamanın. Tahmin edileceği üzere başörtüsü kısıtlaması nedeniyle uzaktan eğitimi seçecek olan aileler dindar ve yoksul aileler olacaktır: çünkü dindar ve zengin ailelerin bu yönde özel okul seçme özgürlüğü bulunuyor.

    Bilindiği gibi yapılan son istatistikler, Türkiye’nin köylerinin son 20 yılda hızla boşaldığını gözler önüne serdi. Şehir ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus, köylerde yaşayanların tam üç katı. Sadece İstanbul’da, ülkemizin bütün köylerinde yaşayan insanlar kadar nüfus birikmiş durumda. Bu aynı zamanda ne anlama geliyor? Köylerinde geçim koşullarının kalmaması nedeniyle şehre göçen ailelerin kız çocukları, babalarının getireceği üç-beş kuruşla karınlarını doyurmak üzere derme çatma evlere tıkılmış, zaman öldürüyorlar. Büyük ihtimalle de çoğu zamanlarını tv karşısında geçiriyorlar.  Özetle, ev işleri dışında hiçbir şey üretmiyor; parasızlıktan dışarı çıkıp şehri tanıyamıyor, belki güneş bile görmüyorlar…

Şimdi, çoğu asgarî ücretle ya da daha az bir parayla yaşam savaşı veren bu aileler için kızlarının okula gidip gelmesi zaten bir külfet… Eh, uzaktan eğitim denildiğinde doğal olarak önce onlar yararlanmak isteyecektir. Çizilen tabloda buraya kadar hiç bir sakınca görmeyen vicdanlara şunu sormak isterim. İyi güzel… Bu kötü şartlara ilâveten okul hayatına da entegre olamayan; evde bir başına okumaya çalışan bir kız çocuğu nasıl bir insan olacaktır? İnsan olmak sosyal olmayı gerektirmez mi? Sosyal katılımdan yoksun bırakılmak bir insanlık ayıbı değil midir? Asosyalliğe mahkûm edilen bir çocuk nasıl sağlıklı bir yetişkin, bir anne psikolojisine erişebilir?

Kısacası devletimiz, üreteceği kanun ve yönetmeliklerle ailelerin reşit olmayan çocukları üzerindeki meşrû tasarruflarına saygı göstermelidir. Çocuklarının, baş örtülü-baş örtüsüz; kız okulunda-karma okulda vb. nasıl istiyorlarsa o şekilde eğitim görmesi için tüm kolaylıkları sağlamalıdır.  Tüm okullara başörtüsü serbestisi getirilmeli ve özellikle yoksul ailelerin kız çocuklarının sade okullarda değil daha başka kamusal alanlarda da hayata katılabilecekleri yeni fırsatlar yaratılmalıdır. Modern zamanların onca sağlıksız gidişatını, böyle boğucu düzenlemelerle daha da dayanılmaz hâle getirmenin değil ülkeye tek bir bireye dahi bir yararı olamaz.