21 Eylül 2012 Cuma

Boğuntu...


Ne zamandır ülke denince, terör denince kendimi bağırmak istediğim halde sesimin çıkmadığı rüyalardaki boğuntuda hissediyorum...

Ne zamandır? Uludere zamandır...

Neden? Çünkü öncesinde, oh be! diyorduk... Ne güzel! Demek ki bugüne kadar terör ile kanka durumları olduğunu medyadan, kitaplardan falan bildiğimiz kirli eller: yani Ergenekon; yani JİTEM; yani Özel Harp Dairesi vb.... artık tutuklular. Ve bugüne kadar akıttıkları kardeş kanının hesabını bu millete verecekler! Sağolsun, varolsun Hükümetimiz; çok şükür sonunda bu günleri de gördük...

Ama Uludere gösterdi ki yok arkadaş! Durum bu değildir... Hatta daha da fenadır! Öyle ki (yerli-yabancı, bilmiyoruz) "yeni yeni ya da eski eski derinlikler" hem de hukuk aracılığyla, T.C. Başbakanının, git, terör örgütüyle bugüne kadar dört kere yapılmış olan görüşmelere sen devam et ve akan kanın durdurulmasına çalış, dediği devlet görevlisine, "gel bakalım sen buraya!" diyebildiler!

N'oldu? On koca ay geldi geçti bugüne... Uludere katliamı bir türlü aydınlanamadı.

N'oldu? Müzakere süreci sona erdi; Mukatele süreci daha bir şiddetle başladı! 

N'oldu? Terör olayları her geçen gün tırmandı tırmandı.... Biri de bir bini de bir dediğimiz; bizleri korusun diye asker eylediğimiz gencecik evlatlarımız, küme küme, tabutlar içinde ana-babalarına daha da bir sıklıkla teslim edilir oldu.

N'oldu? Ne oluyor da dağa çıkıyorları hiç bir zaman tam olarak bilmediğimiz Kürt çocukları ile onların devletimizce silah altına alınan kardeşleri, her geçen gün daha bir kin ve nefretle birbirlerinin kanlarına, canlarına kastettiler...

N'oldu? Vergilerimizle var ettiğimiz Devlet kurumlarımızın bir bir dökülüyor olduğu gözlerimizin önüne serildi... Şaşırdık, utandık, ağladık....

Ve... Geldiğimiz şu noktada:

Adalet: Başbakan'a dahi kafa tutan adalete mi güvenelim?

İstihbarat: Dış istihbaratı bile varla yok arası olan ve yenilerde oluşturulmaya çalışılan; elin vereceği haberle teröre karşı harekete geçtiğini sanan İstihbarata mı güvenelim?

Savunma: Askere aldığı çocukları sağ salim kışlasına ulaştıramayan; onları ıssız dağlarda savunmasız derme-çatma karakollarda terörle burun buruna savunma yapmak zorunda bırakan Savunmaya mı güvenelim?

Muhalefet: Başbakan'ın bir söylemine sinirlenip, çocukça bir hırsla terörü sona erdirme müzakerelerini millete şikayet eden muhalefete mi güvenelim?

Medya:  Başbakan'dan zılgıt yemek, dolayısıyla İktidar nimetlerinden faydalanamamaktan ödü kopan, zulmün karşısında susmuş oturmuş medyaya mı güvenelim?.... vb... vb...

Ben fakire, bugüne kadar AB'ye dahil olmak değil ama AB normlarına uyumlanma çerçevesinde devlet sistemimizi yeniden inşa etme ve demokratik bir Anayasanın hızla oluşturulmasının tek çıkış yolu olduğunu düşündüm durdum... Hala aynı kanaatteyim...

İstemez miydim biz, kendi ellerimizle yaratalım kendi kanunlarımızı, kendi sistemimizi? Şöyle bizim genlerimize dokularımıza uygun, özgün kanunlar, sistemler inşa edelim, yazalım?...

Ama maalesef ve maalesef, bundan ümidimi kestim desem yeridir. Neden, derseniz: Bizler kültürel, bilimsel derinliğimizi yaklaşık son 100 yılın karanlık, acıklı dehlizlerinde kaybettik de ondan!...

Ve... ve... Bu kaybettiklerimizi geri kazanmanın birinci şartı etnik, dini, sınıfsal vb. özellikleriyle, her birimizin birbirinden farksız insanlar olduğumuzu; her birimizin çok çok değerli bireyler olarak hayata hediye edildiğimizi; farklılıklarımızın ancak ve ancak şu üç günlük dünyayı daha renkli kılmaya yarayabileceğini her an, her yerde hissedebileceğimiz yepyeni bir düzen...

Düşünüyorum ki evvela, halihazırda bu resme en yakın görünen AB müktesebatına uyumla temelimizi bir atalım. Bu temel üzerinde filizlenecek kimlikler, özgüvenleriyle Avrupa'dan daha farklı ve daha derin kültürel kodlara sahip olan geçmişimizi en kısa sürede bugüne çağırmaya başlayacaktır... Tüm kalbimle inanıyorum....






14 Eylül 2012 Cuma

1 Ağustos 2012 Çarşamba

“Kardeşlik Hukuku”?...



“(….) Aslında bazı insanların bunları anlamakta zorluk çekmesini de yadırgamıyorum; çünkü siyasî tarihimizde bunun çok örneği yok.” diyor, Sayın Hüseyin Çelik… AK Parti Sözcüsü’nün kastettiği, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki –kendi ifadesiyle– “kardeşlik hukuku.” Diğer bir tanımlamayla, 2014’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin enteresan iklimi…

Efendim, “kardeşlik hukuku” nedir? Devlet işlerinde “kardeşlik hukuku”nun yeri var mıdır? Siyâset etme geleneğimiz bu terminolojiye âşina mıdır? Şöyle de sorabiliriz: “Adalet mülkün temelidir”i; devlet görevine getirileceklerde “liyakatin gözetilmesi gerekir”i biliriz de “kardeşlik hukuku”nu siyâsetin neresine koyabiliriz?

İnsanların özel hayatlarında kardeşlik, güven, vefa gibi ahlakî erdemleri gözetmelerinden daha doğal ve hatta ideal bir tavır olamaz. “Kardeşlik hukuku” tam da buraya oturur. Bununla beraber, söz konusu olan siyâset ve dolayısıyla kamusal bir mesele ise, karar vericilerden, bireysel kriterlerin çok üzerinde objektif, evrensel ve hatta aşkın değerlere başvururmaları beklenir. Çünkü, ahlâkla adaletin/hukukun ayrıldığı o kritik nokta mevzubahistir devlet işlerinde… Nedir o? Ahlâkla genellikle bireyin iç dünyasındaki “iyilik” hâli düşünülürken; hukuk, kişinin dışarıyı, toplumu etkileyen fiillerinin değerlendirilmesidir; dolayısıyla ahlâk “iyilik”, hukuk “adalet”tir. Adaleti oluşturan yığınla toplumsal değer: liyakat gibi, istişâre gibi…  her ülkenin kendi tarihsel aklından süzülerek hâle ulaşır; zamanın ihtiyaçlarıyla zenginleştirilir ve o ülkenin hukukunu inşâ ederler.

Dolayısıyla, gerçek bir hukuk devletinde, yönetim erki o devletin kanunlarından, teamüllerinden ve de tabii ki demokratik seçimlerinden alınır. Aksi takdirde hukuk devletinin varlığından söz edilemez. Mesela, parlamenter demokrasilerde Cumhurbaşkanı, iktidardan bağımsız, parlamentonun da üzerinde bir erk olarak konumlanmıştır. “Devletin başı” olan Cumhurbaşkanının “milletin birliğini temsil etmesi; Anayasa'nın uygulanması, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmesi” ancak iktidara angaje olmadığı, gücünü hukuktan ve halktan aldığı hâlde gerçekleşebilecektir.

Bu cümleden olarak, Cumhurbaşkanımızın adaylığının, 2007 senesinde Başbakanımız tarafından “Kardeşim” subjektif tanımlamasıyla ilân edilmesinin de; bugün, Sayın Cumhurbaşkanı’nın tekrar aday olup-olmaması yönünde “kardeşlik ve vefâ hukuku” çerçevesinde yürütülen polemiklerin de vatandaşlık psikolojisi üzerinde nahoş etkiler yaratabileceği kanaatindeyiz. Hangi açıdan? Yukarıda kısaca zikrettiğimiz hukuk devleti niteliği açısından.

Ancak dikkat ederseniz Sayın Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın ortak siyâsî tarihleri, bütünüyle emanet, vefâ ve himmet üzerine kurulu intibaı vermektedir... Sayın Erdoğan’ın milletvekilliği engellendiği günlerde Sayın Gül, onun Başbakanlığını emanet aldı; sonrasında Sayın Erdoğan Başbakanlığı üç döneme tamamlama kararı alıp, kendilerine “Kardeşim” sıfatıyla, Cumhurbaşkanlığını teslim etti; Ve öyle anlaşılıyor ki Sayın Başbakan Cumhurbaşkanlığı ya da Başkanlık için aday olana kadar…

Belirttiğimiz üzere, insanın yakın çevresiyle olan ilişkileri hukuk kurallarına nispet edilemiyor. Buna karşın kamusal meselelerde hukuk kuralları nihaî ve ideal durak rolünü hep koruyor. Nitekim gelinen noktada Sayın Cumhurbaşkanı (Danışmanı aracılığıyla), Başbakan’la olan özel ilişkilerine yani “aralarındaki hukuka” değil, Anayasa Mahkemesi’nin “tekrar seçilebilir” kararına atıfta bulunmaktadır. Şu var ki son derece meşrû olan bir hakkın talebi ve de bu talebe mukâbele, eşyanın garip tabiatı gereği olacak, garip usullerde tezâhür ediyor: Sayın Cumhurbaşkanı’nın niyeti ve hatta hissiyatı –sözde kendisinin haberi olmadan– Basın Danışmanı tarafından dillendiriliyor. Beri taraftan, ortaya koyulan ifadeler, inanılmaz hızlı bir şekilde hükümet sözcüsü Sayın Hüseyin Çelik tarafından karşılık buluyor. Üstelik de mânidâr göndermelerle… Tüm bu uluorta îmalı atıfların, devletimizin varlık göstergesi olan makamlara ve dolayısıyla halkımızın egemenliğine yakıştığı, her halde iddia edilemez…

Şöyle bitirelim: Hukuksal kurallar ve köklü devlet teamülleri yerine, beşerî ilişkilerin kaderine teslim edilmiş siyasetin, akamete uğraması ve hatta kaos yaratması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan ilişkileri tabiatı itibarıyla değişken, subjektif ve ikirciklidir; zaten tam da bu nedenle Bâbil’den bu yana dünya devletleri, üst ve aşkın adalet kriterleri bütününe; hukuka ve devlet teamülüne ihtiyaç duyulmuşlardır.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Kurtulmuş, "Sen Neden Oradasın?”






Ralph Waldo Emerson: "Henry, neden buradasın?"
Henry David Thoreau: "Waldo, sen neden oradasın?"



HAS Parti kapandı kapanacak… 

İnsanın bir sene önce, bugün kapandı kapanacak dediği bir partiye oy vermiş olması hiç hoş bir duygu değil elbette… 

Ama şu var: bizlerin HAS Parti’ye oy verme gerekçelerimizi sunacak yeni siyasî partiler er ya da geç kurulur, eder... Bizler de gider paşa paşa oyumuzu yine, insan ve çevre odaklı, inançlara saygılı, antikapitalist bir partiye veririz, olur biter. 

Ha, yüzbinlerce insanın bilerek ve isteyerek HAS Parti’ye verdiği oyun, hangi hakla bir başka partiye havale edildiği; veya bir başka partiye ilhakta hangi hakla arkaplan kılındığının cevabını kimse veremez, o başka… Tarih bunun vebâlini müstehak olanların hânesine muhakkak ki yazacaktır.

Asıl mesele bu değil; asıl mesele, başta Sayın Kurtulmuş olmak üzere, “AKP’de yok olup AKP olma” fikrini kafalarında meşrulaştıranların bunu nasıl ve ne diye başarabildikleri(!); hangi argümanlar ve motivasyonlar eşliğinde akıl ve vicdanlarından onay aldıklarıdır…

Hariçten gazel okumak istemem ama benim gözlemlerime göre HAS Parti’nin temel sorunu, karar vericilerin ezici çoğunluğunun, parti programlarına yazdıkları o muhteşem cümlelere, aslında kendilerinin inanmamış olduklarıydı. Şöyle de diyebiliriz: HAS Parti’nin kırmızı çizgilerini ya da mavi kitabını partililerin büyük kısmı, partiye oy veren vatandaşlar kadar içselleştirmiş değillerdi. Dolayısıyla onların zihinsel dünyalarında “güneş doğuyor, devran dönecek” sözü, tıpkı “Harun gibi gelip Kârun gibi gitmeyeceğiz” gibi, seçim sloganı olmaktan bir adım öteye geçemedi…

Sayın Kurtulmuş’u ve eşi Sevgi Hanım’ı tanıdım. HAS Parti’nin anayasa konusunda düzenlediği bir paneldeydi. Seçim sonrasıydı. Ortak arkadaşlarımız vardı. Oturduk hep birlikte sohbet ettik.

Henüz altı ay önce kurulmuş bir partinin, meclise girebilecek kadar oy almasını beklemenin günün cârî gerçekleriyle (AKP) örtüşemeyeceğini;

Seçim üzeri sosyal medyada bir sürü partilinin bu yönde hayâller kurup, doğal olarak sonrasında büyük çökkünlük yaşadığını;

Nihayet o ikbal/iktidar heveslilerinin  seçim sonrası bütünüyle ortadan kaybolduklarını da belirterek, bu sonucun esasında kendileri ve partileri için hayırlı bir ayıklanmaya vesile olduğu ifade ettim Bay ve Bayan Kurtulmuş’a.

Ve dedim ki:

“Hocam, çünkü bu yol uzun soluklu, inanılmaz inanç-emek-mesai isteyen bir yol… Ayrıca, belki de hiçbir zaman iktidara ulaşılamayacak  bir yol… Ama zaten bu memleketin en fazla ihtiyaç duyduğu basîretli bir muhalefet değil mi? Bundan daha kıymetli ne olabilir?...”

Ve ekledim:   

“Parti programınızın ve sizlerin, metayı değil, insanı ve sosyal adâleti merkeze alan prensipleriniz yeter!… Başka bir dünyanın, başka bir medeniyetin mümkün olduğunu hatırlatıyorsunuz bize: Kula kul olmayan, kimliğini rahatça yaşayan, geçim kaygısıyla köleleşmemiş insanların, asgarî tüketim yaparak yaşadıkları, nükleersiz, GDO’suz, adâletli bir dünya!… ‘Serbest Piyasa, olmazsa olmaz bir şey değildir; geriye göçle köylerimiz, tarım ve hayvancılıkla vb. teşvik edilmelidir’, diyorsunuz mesela…  Bunlar çok çok özel ve siyasette görmeyi özlediğimiz insanî tavırlar... Milyonlar ve özellikle de gençler için bu anlamda umuda karşılık gelmeniz inanılmaz derecede önemli!…”

Bendenizi dikkatle dinlediler, konuşmalarımın tamamına yakınında, onayladıklarını belli ettikleri jestler ve sözlü ifadelede bulundular. Çeşitli parti faaliyetlerinde katkı ve yardımımı istediler, vs. vs…  Ama ne yalan söyleyeyim, Sevgi Hanım, HAS Parti’ye Numan Bey’den daha fazla inanmış göründü gözüme!…  O gün için belki yanılıyordum (bugün böyle olmadığı anlaşıldı gibi ya…) ama böyle bir gözlemim olmuştu. Numan Hoca’nın gözlerinde âdeta bir ürkeklik, bir tereddüt sezmiştim… Ha, bakın, bu gözlemi tv konuşmalarında asla yapamazdınız. Çünkü orada başka bir Kurtulmuş izliyordunuz… 

Sonra aradan aylar aylar geçti. Bendeniz, partiyi dışarıdan izlemeye devam ettim. Bir gün bir televizyon programında, baktım Hoca, ‘bize AKP’den sonra iktidara gelecek partisiniz diyorlar; bizi onurlandırıyorlar’ mealinde sözler ediyor… Eyvah! dedim içimden... Hoca niyeti bozmuş, muhalefet olamadan daha, iktidar sevdâsı ona da sirâyet etmiş!… Durum fena!  Sahiden bunları düşündüm Sevgili Okur, ve son derece rahatsız oldum, duyduklarımdan...

Mevzu derin ve de uzun; uzatmayayım. Bugün geldiğimiz noktada diyorum ki, aslında Numan Kurtulmuş Hoca, Burhan Kuzu’yla aynı noktadaymış da haberimiz yokmuş!…  Sayın Kuzu mealen şöyle dedi geçen akşam  bir kanalda: ‘Yahu anlamıyorum ben, HAS Parti’yle Ak Parti’nin farkı ne? Hangi icraatımıza hayır diyebilirler ki? 4+4+4’e mi? Üniversitede başörtüsü serbestliğine mi? Ee, daha ne diye ayrılık yaratacaklardı?...’ 

Demek ki Burhan Hoca gibi Numan Hoca için de bizim hayatî bulduğumuz yığınla başlık, birer teferruatmış! Modern kapitalist algıya teslim olmuş tekblok Müslümanlık algısı, ünlü alim Şehristânî’nin 73 ayrı meşru görüş olarak sunduğu 73 mezhep, inanış tarzını (ve dolayısıyla sosyo-ekonomik vs. pratiğini) bir kalemde aynı renge boyamış, geçmiş, heyhat ki heyhât!… 

Haftalardır düşünüyorum da galiba çağımızın en fazla ihtiyaç duyduğu, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmış ve dolayısıyla ölümüne cesur üç beş insandan başka bir şey değil… Said Nursî gibi mesela… İnanmış ve dolayısıyla korkusuz tek bir insanın o günün düzenine itirazı ve kurguladığı İslâmî hayat biçimi, bugün milyonlarca Müslümana rehberlik ediyor, edecek... 

Efendim, ben fakireye göre,  HAS Parti’de kalmayı tercih edenler arasından sözünü ettiğimiz o birkaç iyi adamın, yepyeni bir oluşumla en kısa zamanda  ortaya çıkmaları yakındır. Buna tüm kalbimle inanıyorum. Ve dua ediyorum: Bu, alelacele kurulacak bir siyasî parti değil de partileşmenin öncesinde, uzun ve derin bir olgunlaşma sürecinden geçecek bir sivil toplum, düşünce kuruluşu olsun…

19 Temmuz 2012 Perşembe

Amerika’yı GDO’yla Yeniden Keşfetmek!



ABD’nin en havalı Teknoloji Enstitüsü MIT’nin (Massachusetts Institute of Technology) dergilerinden The Thistle’da, yazarın biri bundan tam 11 yıl öncesinde feryadı basmış ve demiş ki:
ABD medyasının ele aldığı skandalların temel özelliği, büyük şirketlerin çıkarına dokunmamasıdır. Oysa tüm zamanların en büyük skandalı, yiyeceklerimize çaktırmadan yapılan genetik müdahalelerdir.
Batılı bürokratlar üçüncü dünya ülkelerindeki yolsuzlukları alaya alırlar; ancak gıda terörizmindeki büyük şirket yolsuzlukları onların alay ettiklerini kesinlikle gölgede bırakır.
ABD’de aşağılık bir büyük şirket totalitarizmi söz konusudur. Ana akım medya bu duruma karşı ağız birliğiyle susmaktadır.
Sadece birkaç yıl içinde yiyeceklerimizin %60’ından fazlası [sene 2001; 2012’ye gelindiğinde durum nedir kim bilir?] GDO’lu hâle geldi ve insanların bundan haberi yok!
GDO'lu ürünlerin, gıda kaynaklarımız arasına sokulmasının sadece tek bir amacı var: Bir avuç büyük çok uluslu şirketin pay sahiplerinin kârlarını daha da artırmak.
Sene 2012 ve ben yukarıdakileri niye yazıyorum ey Okur? Çünkü benzer bir sürecin içine girdik-giriyoruz da ondan… Dönüp GDO’nun kalbine, ABD’ye bir bakalım istedim. Orada GDO’nun tarihini kimler, nasıl yazmışlar? Amerika’yı yeniden keşfetmek zorunda kalmayalım…  Merâmım budur…
GDO’lu gıdaların ölümcül zararlarından daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Pekalâ, vahşi kapitalizmin bu enstrümanı nasıl devreye sokuldu? Efendim, 50’li yıllarla birlikte tarımda makineleşme ve endüstrileşme başlıyor. Beraberinde köylerden kentlere göç de… Tarım ilaçları, kimyasal gübreler şirketlerce bu dönemden itibaren geliştiriliyor. Bir de isim buluyorlar bu yeni sömürü düzenine: Haksız, yalan bir isim: Yeşil Devrim diyorlar. Sözde yeşil devrim, ABD halkına ve tüm dünyaya şu yalanı pompalıyor: endüstriyel tarım teknikleri; kimyasal ilaçlar, kimyasal gübreler vs. şarttır; aksi takdirde dünya, herkese yetecek gıdayı üretecek durumda değil!
Bu süreçte başta Monsanto olmak üzere büyük tarım kimyasalları üreten şirketler, Amerika devletinden büyük katkılar alıyor ve büyüdükçe büyüyorlar. Nihayet 90’lı yıllarla birlikte GDO’lu tohum üreticileri haline geliyorlar. Tabii bu kez ilâveten, GDO’lu tohumların kodlanmış hastalıkları için tarım kimyasalları üretmeye başlıyorlar…
                Birkaç sene önce izlediğim bir belgeselde, ABD’nin pek çok eyaletinde Monsanto’nun GDO’lu mısır vb. tohumlarından başka tohum ekmenin yasaklanmış olduğunu ve hatta aksine davranan çiftçilerin çok yüksek meblağlarda para cezası verdiklerini görmüştüm. İnanılır gibi değil, ama Monsanto’nun özel dedektifleri bile vardı! Kim ne ekiyor onu kontrol ediyorlardı... Belgeselde gördüklerim kâbus gibiydi sahiden de!… İnsanlar son derece çökkün ve mutsuz bir şekilde Monsanto ve diğer GDO firmalarına teslim olmak zorunda kalmışlardı…
Zaman içinde kendi ülkelerinde üretip ülke içine sattıklarından kazandıklarıyla tatmin olmamaya başlıyor bu dev firmalar ve dünyaya da musallat oluyorlar! Güney Amerika, Hindistan derken ülkemize kadar uzanıyor kolları. Bizde bu tohumların zora ki ekileceğini söyleyen kanunlar yok, çok şükür; ancak pekâlâ, GDO’lu tahıllar, mâmül ürünler ve katkı maddeleri ülkemizdeki marketlerde, pazaryerlerinde harıl harıl satılıyor. Dolayısıyla küresel GDO firmaları yanıbaşımızda. Şöyle izah edelim, Güngör Uras’ın biyografisini okurken rast geldiğim üzere: Sayın Uras seneler önce bir yazısında GDO’lu tarım ürünü istemedikleri mealinde sözler ederken –doğal olarak– Monsanto’dan bahsetmiş. Vay! sen misin bunu yapan? Şirket derhal dava açıyor Güngör Bey’e. Neden? Markanın itibarını zedelemekten! Neyse ki o zaman bir sonuç çıkmıyor…
Ama ABD’deki mevcut durum tam da böyle. Anılan firma ve diğerleri “patent hakkı” adı altında tüm ABD çiftçisine akla hayâle gelmeyen tarzlarda “hukuk” zulmü etmekte; âdeta kölelik sistemini hortlatmaktadır. Diyelim, bulunduğunuz eyalette “şu firmanın tohumunu ekeceksin” dayatması yok. Ve siz, dedenizden beri ektiğiniz mısırı bu sene de tarlanıza ektiniz. Yanı başınıza GDO’lu tohum eken birileri geldi. Tohumlar çiçeklenince tozlar karıştı ve sizin tarlanıza da GDO’lu ürünler sirayet etti. Şikayet ettiniz. Mahkeme karşı tarafı haklı buluyor. Diyor ki “senin tarlanda patentli ürün bulundu; şu kadar ceza vereceksin, patent hakkı!” Şaka değil, benzer öyküler yabancı basında o kadar çok ki!…
Şuraya gelecektim: Geçtiğimiz ay Tarım Bakanlığı, görece küçük dört firmayı, ürünlerinde GDO’lu soya lesitin kullandığı için halka ifşâ etti. İyi güzel etti de insanın aklına şu iki soru gelmez mi hemen:
Lesitin ise mesele, başta büyük firmalar olmak üzere diğerleri, ürünlerinde GDO’lu soya kullanmıyor mu?
Firmaların ürünlerinde, GDO’lu soya-lesitin dışında GDO içeren soya, kanola, ayçiçek, kakao ve yağları; GDO’lu mısırdan üretilen mısır şrubu (glikoz) gibi maddeler yok mudur?... Tarım Bakanlığı’nın bu soruların cevabını vermeden giriştiği tüm “pilot GDO çıkarmaları” anlamsız kalacaktır.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Padişahın Projesinin "Devlet Eliyle" Engellenmesi



Bugünden bakıldığında, Osmanlı Pâdişâhların her isteğinin emir hükmünde olduğu, aksine davrananların bunu hayatlarıyla ödedikleri düşünülür. Ama sahiden de böyle miydi? İstisnasız, Sultan’ın her emri devlet erkânınca yerine getirilir miydi? Değildi, ise istisnalarda ölçü neydi?

Esasen, pâdişâhların bütün emir ya da isteklerinin devlet adamlarınca yerine getirilmediği yönünde Osmanlı kroniklerinde pek çok örnek bulunabilir; bununla beraber biz, elinizdeki yazıyla, ünlü Osmanlı tarihçisi Selânikî Mustafa Efendi’ye kulak vereceğiz: Kânûnî Sultan Süleyman’ın İstanbul’a su getirme projesi, “devlet eliyle” nasıl ve neden engellenmiştir? Umuyoruz ki Selânikî’den aktaracağımız bu olay, meraklısına, Osmanlı “devlet etme” geleneğini anlamada ufuk açar, yardım eder...

Efendim, Sultan Süleyman, avlanma amacıyla sıklıkla gittiği Kâğıthane civarında, (muhtemelen Roma’dan kalma) yıkık su kemerlerini görmüş ve onları yakından incelemiştir. Bölgedeki bostanları sulamada kullanılan kemerler Pâdişâha, onarıldığı takdirde, şehre su sağlamada büyük katkı yapacağı ilhâmını vermiş ve Selânikî’nin ifadesiyle, böylece o, suyu getürmek endîşesine düşmüştür.

Muhteşem Süleyman, kafasında beliren projeyi bir an önce somutlaştırmak istemektedir. Bu bağlamda, Kiriz Nikola isimli zımmî (gayrımüslim) bir ustayla kemerlerin olduğu bölgede birkaç kere fikir alışverişinde dahi bulunmuştur. Ancak Sultan’ın kiminle görüşüp kiminle görüşmediği, devlet erkânını ciddî anlamda ilgilendirmektedir. Ki onun Hıristiyan ustayla yaptığı görüşmeler dönemin Sadrâzâmı Ali Paşa’ya kolayca ulaşmıştır. Bunun üzerine Sadrazam, bugün bizim neredeyse algılayamayacağımız bir siyâsî salvoda bulunur: Sorgusuz sualsiz, ustayı gizlice yakalatıp hapse attırır!

Neticede –galiba, Sadrâzâmın istediği ve beklediği üzere– ustanın hapse atıldığı haberi Pâdişâh’a kadar ulaşır. Peki Sultan ne yapar?... Şunu yapar, Sevgili Okur: Kâğıthane’de, yani kemerlerin bulunduğu mahâlde derhal bir ayak dîvânı düzenler. Tüm dîvân üyeleri yerlerini aldıkları halde Pâdişâh, Sadrâzâmına beklenen soruyu yöneltir: “Su yolu yapan kâfirin hapsedilmesi neden kaynaklandı?” (Su yolcı kâfirun habsine ba‘is ne oldı?)

Bendenize göre bu sorunun alt okuması inanılmaz derecede önemlidir. Neden mi? Çünkü Pâdişâhın bu cümlesi, doğrudan kendi isteği ya da projesine Sadrâzâmın yaptığı/yapacağı müdahaleleri meşrûlaştırmaktadır. Yani bu soruyla Sultan, âdeta şöyle demektedir: “Sizin benim işlerime müdahalelerinizin, muhakkak ki benim düşünemediğim halde sizin hesabını yaptığınız, çok çok mühim gerekçeleri vardır. Hele bir buyurun; bu mühim gerekçeleri hem bana hem de dîvân üyelerine izah edin ki bizler de faydalanalım. Faydalanalım ve devletimiz, milletimiz için doğruyu yapıyoruz derken yanlış yapmayalım!…”

Keza, Ali Paşa’nın, Pâdişâh’a verdiği cevap da son derece çarpıcı, incelikli, vizyoner bir cevap; hatta hatta siyasî bir manifestodur. Selânikî’nin kendi fikrini de yürütüp, doğru olarak nitelendirdiği cevap şöyle başlar:

[Söz konusu usta] Ben kulunuzun haberi olmadan, huzurunuzda büyük hazine masrafıyla su yolu açacağını (belirtmiş). Daha önceleri de açtığının doğru olup olmadığını öğrenmek için birkaç gün saklanmıştır; görülsün, söyletip bilelim, ne üslup üzere olacaktır.

Ali Paşa, istihbarî ve iktisadî kaygılarla örülü; aynı zamanda devlet hiyerarşisinin altını çizen bu girişin ardından sözlerine şöyle devam eder:

Hakîkaten, su getirmek gibi fazîletli bir iş olmaz. Allah işinizi kolay eylesin; ancak, Pâdişâhım, bu suyun akışı ile İstanbul’un her mahallesinde bir çeşme yapılıp sular sebil olunca, çevredeki ve Arap ve Acem memleketlerinin halkı gelip nüfus artışı ve izdihâma sebep olup, bu vilâyete et ve ekmek ve diğer yiyecek maddeleri yetiştirmek zor (olacaktır) ve muzaffer askerlerin geçimlerine büyük sıkıntı düşmesi kesindir. Bu vasıta ile Müslümanların ödedikleri fiyatlar yükselip cârî narhlar bozulup ve çift-bozanlardan İstanbul dolup, eker-biçer tâife yerlerini boş bırakıp terk eylemeleri kaçınılmazdır. Saltanatınız döneminde her ne zahmet ve meşakkat olursa çekilir; ammâ, günlerin geçmesiyle sonradan gelen şerefli evlâtlar ve büyük sultanlar zamanları, ziyâde çetin olacaktır. 

            Şimdi, yukarıdaki hitâbetten yazı konumuz bağlamında çıkartılabilecek tespitlere bakalım: Öncelikle belirtilmelidir ki devlet erkânının pâdişâhların fikirlerine duydukları saygı, çok ciddi anlamda karşılıklılık arzediyordu.

İkincisi, baş vezir gibi yüksek devlet görevlerini yürüten “kullar” (pâdişahın maiyeti, memurları ve askerleri), Pâdişah’ın hâkimiyet ve devlet idaresine yardımcı olurlarken; ve dahi onun isteklerini yerine getirirlerken, “devletin  selâmetle bekâsını” gözetme sorumluluğunu varoluşsal görüyorlardı. Konuşmada vurgulanan hazîne, istihbarat, göç, pâyitahtın gıda tedâriki, fiyatlar, tarım ve vergi sistemi; reaya’dan (halk) saraya kadar kadar her kesimi yakından ilgilendiren yaşamsal meselelerdi. Osmanlı devlet etme geleneğinde bu ve diğer temel meseleler, meşhur “adâlet dairesi”yle teorize edilmiş ve uygulamayı biçimlendirmiştir.

Üçüncüsü, dönemin medya mensupları diyebileceğimiz, Osmanlı tarihçilerinin çoğu, devlet adamı olsalar dahi  meselelere ilkesel ve eleştirel bakabilmişlerdir: Selânikî, Kânûnî döneminde yaşamış bir tarihçi değildir; ancak sözkonusu dönemin hükümdârının isteğini/emrini aktarırken, sadrâzâmın  tavrını hiç tereddütsüz doğru olarak nitelendirmektedir.Tarihçi bu tavrında, bulunduğu saltanat dönemi açısından hiçbir sakınca görmemektedir. Zamanların ruhunu yansıtan bu tavır, anlaşılıyor ki eşyanın tabiatı icabı; yani çok yaygın bir meşrûiyeti haizdi.

Şöyle bitirebiliriz: “Allah’ın dünyadaki gölgesi” biçiminde addedilen Osmanlı pâdişâhları ve onların yardımcılığını üstlenen devlet yetkilileri –istisnalar olsa dahi– ellerinden geldiğince adâlet dairesini ve dolayısıyla gelecek nesilleri gözetmeye çalışmışlardır. Kendi içinde son derece tutarlı ve sağlam olan sistemin bileşenleri Pâdişâh emri dahi olsa kırılmalara karşı korunmuştur. Çünkü adâlet dâiresinin bekâsı, devletin bekâsından başka bir anlama gelmemektedir.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Seratonin ile Plastik Mutluluklar!



Bundan en az bir beş sene önceydi galiba… ODTÜ öğrencileriyle yapılan bir ankette, üniversite öğrencilerinin yüzde 50’sinden fazlasının antidepresan kullanmakta olduğu ortaya koyulmuştu. Geçtiğimiz aylarda da Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) bir rapor yayımladı. “Türkiye’de Antidepresan Kullanımları Artıyor mu?” başlıklı rapor, Ülkemizdeki antidepresan kullanımına ilişkin çok çarpıcı veriler içermekte. Rapora  göre:

·         2005-2010 yılları arasındaki toplam antidepresan satışı, kutu olarak yüzde 65 oranında artmış durumdadır.  

·         Sağlık Bakanlığı verileriyle, psikiyatristlere başvuran hasta potansiyeli 2000’li yılların başında yükselişe geçmiş ve 2009 yılı itibariyle yaklaşık 6 milyon hastanın kaydı alınmıştır.

·         Bu sayı kabaca, 2009 yılında her psikiyatriste ayda toplam 500 hasta düştüğünü göstermektedir.

Raporda antidepresan kullanımı bağlamında daha başka önemli veriler de bulunmakta. Ülkemizdeki psikiyatrist sayısı; gelir-mutluluk ilişkisi gibi.  

Peki şu soruya ne dersiniz? Antidepresanların pek çoğunda bulunan ve alımı vasıtasıyla kişiyi  mutlu ve rahat hissettiren seratonin isimli kimyasal madde nedir? Nasıl elde edilir? Ve sentetik yollar dışında, doğal olarak edinebilmenin yolu var mıdır? 

Efendim, yaygın olarak bilinenin hilâfına, esasen seratonin bir hormon değil, bir kimyasal madde. Seratonin bağımsız bir kimyasal da değil. Triptofan isimli bir aminoasit tarafından sentezleniyor. Triptofanı dolayısıyla seratonini vücut kendiliğinden üretemiyor; ancak besinler ve diğer dış etkenler yoluyla dışarıdan alınarak var olabiliyor. 

Seratonin üretimini sağlayan gıdaların başlıcaları şunlar: Hindi, tavuk, balık etleri; süt, buğday, peynir, yulaf ve yulaflı gıdalar, kuru erik, muz ve elma. Tabii ki her biri doğal olarak üretilmiş olmalı.

Diğer yandan, yapılan araştırmalar seratonin  salgılanmasının güneş ışığı, fiziksel aktivite ve ibadet ile de arttığını ortaya koymakta... Araştırmalar, gözlere gözlük takılmadan her gün en az yarım saat kadar güneş ışığı almanın; çeşitli fiziksel faaliyetlerle bedensel anlamda yorulmanın ve de uhrevî bir ortamda ibadet etmenin beyindeki seratonin miktarını artırdığını bildiriyor…

Gelin şimdi de mevcut yaşam şartlarımıza bakalım: Aldığımız gıdalar, diyelim ki tavuk-hindi etleri, ne kadar doğal? Yediğimiz tavukların ilaç-hormon, GDO’lu mısır vs. eşliğinde, değil gün yüzü görmek, kımıldamadan şişirildiğini bilmeyen kalmamıştır. Hindilere özel ayrıcalıklı yetiştirme şartları tanındığını düşünmek tuhaf olur!... Balık tüketiminin ülkemizde çok yaygın olmadığı ortada… Ülkemizde GDO’lu tarım yasak ama dışarıdan gelen tahıllar için böyle bir bariyer yok. Diğer yandan sebze ve meyvelerin tamamen doğal şartlarda; ilaçsız-hormonsuz üretildiği de iddia edilemez.

Peki, güneş ışığı alma ve diğer “seratoninsel” faaliyetlerimiz ne durumda? Evvela şunu sormalı: Normal şartlar altında, modern şehir hayatı yaşayan bir insan; yani çalışan, okuyan ya da evde oturan, güneşle ortalama ne kadar hemhâl olabilir? 

Sabahları, beton blokların içerisine kurduğumuz yuvalarımızdan kalkıyoruz, harala gürele arabamıza ya da toplu taşım araçlarına kendimizi atıp, yine beton blokların içerisine konuşlanmış iş yerlerimize varmaya çalışıyoruz. “Şöyle birkaç dakika güneş ışığı alaydım da seratoninim azıcık yükseleydi!…”den gayrı ne çok kaygı ve gerginliğimiz var! Trafiğe takıldım; işe geç kaldım; çocuğu kim bırakacak? Patrona ne diyeceğim? Filan filan… Onlarca sinir bozucu soru!…

Gittiğimiz işlerin (en azından hizmet sektörünün bazı türleri hariç) tamamına yakını masa başı işler… Sabah bir çöküyoruz koltuğumuza, öğlen oluyor. Yemeği yiyip belki bir yarım saat dışarı çıkmanın ardından aynı pozisyon akşama kadar korunuyor. Akşama, kafamızda sabahkiler tadında onlarca sorularla eve yollanıp canhıraş, yemek vs. derdine düşüyoruz. Ee? Hani bu hayatta sağlıklı gıdalar, güneş ışığı; bedensel aktiviteler ve de uhrevî ortamlar? 

Manzaraya bakılırsa, günümüzün modern hayatında doğal yollardan seratonin seviyesini  yükseltip antidepresansız bir hayatı sağlamak neredeyse olası değil!… Bu doğrudan, ne kadar modernleşilir, kırdan kente göç ne kadar çoğalırsa o kadar depresif insan profiliyle karşılaşacağız anlamına geliyor…  Nitekim Rapordaki verileri destekler biçimde, son yirmi yılda köyden şehire akış hızlanarak devam ediyor. Dolayısıyla, şehrin mutsuz insanı, plastik mutluluğunu çaresiz, antidepresanlarla yaratmak durumunda. Ama ne acıdır ki antidepresanlarla da kurtuluşa ermek mümkün değil! 

Hatırlanacağı üzere bundan yaklaşık onbeş-yirmi sene öncesinde bir Prozac salgını vardı. Mutluluk hapı olarak lanse edilen; hakkında kitaplar, romanlar yazılan bu ilacın, abartılıp çocuk versiyonu dahi üretilmişti. Sonraki yıllarda Prozac’ın intihar eğilimini tetiklediği ortaya çıktı; ancak bildiğimiz kadarıyla hâlâ reçete ediliyor.

Prozac ve diğerlerinin yarattığı intihar eğilimi ve daha başka yığınla ölümcül yan etki, vicdanları paralayan, ilaç sanayiinin hânesine yazılmış durumda. Örneğin, çok yeni bir haber, dünyanın en büyük ilaç firmalarından GlaxoSmithKline’na, ikisi antidepresan, biri diyabet ilacı, üç ürününde ölümcül yan etkiler olduğu halde, sahtekârlık yapıp bunu gizlediği; üstelik doktorlara rüşvet vererek reçete ettirdiği için, 3 milyar dolar ceza verildiğini söylüyor… Şirketin diyabet ilacının etkisiyle kalp krizi geçirip ölen 83 bin kişinin yakınları için, bu cezanın herhangi bir anlam taşıyacağını sanmam; ama dış basından biliyoruz ki ABD İlaç Kurumu FDA yetkilileriyle ilaç devlerinin muhabbeti bir başka! Kâbus gibi değil mi? Allah benzetmesin, uzak tutsun ülkemizden, demekten başka ne gelir elden?!...