7 Ağustos 2016 Pazar

15 Temmuz 2016: Kâbusa Uyanmak ya da Kâbusla Uyanmak



Sonunda 15 Temmuz itibarıyla yaşadıklarımızı anlatmaya en yakın ifadeyi buldum:
“Kâbusa uyanmak”. 

Çünkü “biz yaşarken”, gözlerimiz açıkken gördüğümüz bu kâbus aynı zamanda bir uyanışı da temsil ediyor. 

79 milyonun aynı anda gördüğü lânet olası bu kâbusun iki temel duygu durumu var. 

İlki şuna benziyor: Hani rüyâmızda, en canımız bildiğimiz birilerinin; meselâ annemizin, babamızın bir anda bize karşı acımasız bir canavara dönüştüğünü görürüz ve ölümcül bir ihanete uğramışlıkla, ölümcül bir hayâl kırıklığıyla yıkılırız ya… İşte tam öyle bir şey!...  

İkincisi ise rüyâda yırtıcı korkunçluktaki bir olayın göbeğinde olduğumuz hâlde çığlık atmaya çalıştığımızda bir anda sesimizin kısıldığını fark etmemiz ve çaresizliğin dibine vurmamız gibi… Evet, evet tam da böyle bir şey!…

Hatırlıyorum, Balyoz senaryoları gazetelere düştüğünde:

“Nasıl olur da varlık sebebi, ülkesini korumak olan ordumuz milletin câmilerini, Meclisini bombalamayı dolayısıyla kutsallarıyla beraber halkını katletmeyi aklından geçirebilir? Böylesine korkunç, böylesine acımasız bir plân, ordunun kendini inkârı değil midir? Sonrasında hangi meşrûiyetle varlığını sürdürebilir ki? Bu dünya üzerindeki hiçbir ordunun darbe plânı olamaz!” demiş, işin içinde akıl almaz bir iş olduğunu hissetmiştim.  

15 Temmuz gecesi bu akıl, mantık, din, bilim, insanlık almaz plânların büyük ölçüde gerçeğe dönüştüğüne şâhit olduk. Evimizin konumu nedeniyle bırakın Meclise, Külliye’ye, Emniyet’e bırakın atılan bombaların basıncından kaynaklı rüzgârı yanağımda duymayı, her bir şarjör âdeta evimizin az ötesinde boşalıyordu. Sonik patlamaya sebep olan uçakların çıkardığı korkunç sesler ise cabası!

O anlarda çocuklarımın gözlerindeki dehşet; korkudan ağlayışları, hep birlikte okuduğumuz dualar, anne-baba olarak olan bitenleri onlara izah etmede yaşadığımız kahredici zorluklar… Bunlar, hakkıyla yazıya dökülmesi neredeyse imkânsız insanlık hâlleri… 

Bununla beraber, “kâbusa uyanma” ya da “kâbusla uyanma” tanımlamamın ilk temel duygusu olan ölümcül ihaneti, ölümcül hayâl kırıklığını tam-tamamıyla, iliklerime kadar hissettiğim anlar TRT ekranlarında Darbe Bildirisi’nin okunduğu dakikalardı.

Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına ve aylar önce ABD’nin CIA kanadından gelen darbe tehditlerini yazmama rağmen duyduklarıma inanamıyordum! Tüm bunlar gerçek olamazdı! Durduk yerde, nasıl yani?! Neyin darbesi?! Hangi gerekçeyle?! Hangi cüretle?!...”Yurtta Sulh Konseyi” de kimler? Delirmiş olabilir mi bunlar?!...

Ya bu milletin bekası?! Ya çocuklarımın geleceği!? Ya hayâllerimiz, plânlarımız?... Buna benzer sorular, 12 saat araba kullanmayı henüz kontrol etmiş yorgun beynimde ağrıyla karışık zonk zonk zonkluyordu!.. 

Bildirinin arkasından bombalama ve kayıp haberleri tek tek gelmeye başladı: kamu kurumları bombalanıyor, onlarca masum kamu görevlisi şehid ediliyor; darbenin tankına, vatan hâinlerine karşı demokrasi direnci gösteren silahsız yüzlerce sivil üzerlerine ateş açılarak katlediliyor; polisle asker birbirini öldürüyor, bağımsızlığımızın bir numaralı alâmeti olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, hâinlerin attığı bombalarla küfrediliyordu!… Ölümcül bir ihanetti bu yaşadıklarımız. Ancak ve ancak kâbuslarımızda görebileceğimiz türden…

Tüm gece internetin başındaydım. Dış basını da sıkı bir şekilde takip ettim. AFP, Reuters gibi ajansların darbecilerin katliamlarını, kamu binalarını bombalamalarını vs. tek tek verdiklerine şâhit oldum. NBC kaynaklı, Tayyip Erdoğan’ın Almanya’ya kaçtığı haberi gibi yalan haberleri de gördüm.

Kâbusa uyanmanın ikinci duygu durumu yavaş yavaş beni içine çekmeye başlamıştı. Ertesi gün, daha da şiddetlendi… 

Batı basını, sözünü ettiğim o çok prestijli ajansların geçtiği haberlere rağmen korkunç bir kara propagandaya başlamıştı. New York Times, Guardian gibi gazetelerdeki çarşaf çarşaf makalelerde yalan haberler, çarpıtılan değerlendirmeler yazılmakla kalınmıyordu. Evet, beni en çok çıldırtan, o lânet olası yazılarda darbecilerin katlettiği sivillere, masum kamu görevlilerine ve TBMM’nin bombalanmış olduğuna ilişkin tek bir kelimenin dahi olmayışıydı! 

Hadi diyelim Fethullah Gülen hâini darbe girişiminin fâili, onun için yazdığı (ya da yazdırdığı) yazıda bunlar geçmiyor; Can Dündar’a ne oluyor? Nasıl bu kadar kötü olabildin Can? Keşke seni hiç tanımamış, bilmemiş olsaydım!

Elimden geldiğince, yabancı basına karşı bir şeyler yapmaya; sesimizi, hakikatin sesini duyurmaya çalıştım, çalışıyorum. Fakat kâbusa uyanmanın ikinci etkisini, hâlâ ve gittikçe şiddetlenmiş bir hâlde ruhumda duyumsamaktayım. 

NYT daha birkaç gün önce Erdoğan’ın üzerinden Türkiye’yi resmen tehdit etti! Washington, Türkiye’nin o “çok önemli müttefikliğini” garantiye almak zorundaymış. Bu nedenle, hani o Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO var ya, işte onun aracılığıyla, “Erdoğan’ın hoşlanmayacağı” ve bugüne kadar “tanımlanmayan sonuçlar” da “masadaymış”, gibi. 

Dün bir arkadaşım, ABD’nin HBO kanalında bu hafta yayımlanmış olan bir (sözde) komedi programının videosunu gönderdi. “Aşağılık” demek bile hafif kalan İngiliz sunucu John Oliver, “Last Week Tonight with John Oliver” isimli programında, Türkiye’de yaşananları son derece terbiyesizce tîye alıyor: Sokaklarda yaşananları ve darbe girişimini bir tiyatroymuş, yalanmış gibi gösteriyor. Fethullah Gülen’in darbeyle zerre ilgisi olmadığını iddia ediyor.  Erdoğan’ın ise seneler önce attan düştüğünü gösteren videoyu verip verip dalga geçiyor. O kadar ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın vücudunun mahrem bölgesinin at tarafından tekmelenmiş olması ihtimaliyle dahi darbe girişimi arasında rezilce bir ilişki kuruyor!

Tüm bu kötülükler ne şükür ki içeride büyük hayırlara vesile oldu. Bir kere, kendi adıma 2009 KPSS yolsuzluğundan sonra aydığım ve her fırsatta haykırdığım; buna karşın çalıştığım Kurumdaki uzantıları sayesinde kariyerimin engellenmesiyle karşılaştığım bu hâinler cemaatinin benimkiyle kıyaslanmaz sayısız zulmünden ve tuzağından inşallah kurtuluyoruz…

İkincisi Batı’nın hep bildiğimiz ve fakat inanmak istemediğimiz “Türk-Müslüman düşmanlığı”, demokrasi savunuculuğu maskesinin düşmesinin ardından tüm çıplaklığıyla fâş olduğu için şanslı sayılırız. 

Zîra, Allah’ın bize bu mânâda gösterdikleriyle, dış politikada yepyeni, Batı menfaatlerinden daha bağımsız, Müslümanların ve diğer mazlum halkların haklarını koruyan ve evrensel barışa yürüyen adımlar atmada eskisine göre daha güçlü ve özgürüz.

Sonra, Sayın Cumhurbaşkanı inşallah bu olayın ardından, sahiden herkesin Cumhurbaşkanı olması gerektiğinin ülkenin varlığı için ne kadar yaşamsal, ne kadar vazgeçilmez ve ne kadar özendirilmesi gereken bir unsur olduğunu fark etmiş durumdalar. Şükür ki bunun delilleri, söylemde ve eylemde görülmeye başladı… 

Tüm kalbimle, kendilerinin bu dilde ve bu gönülde kalmasını ve tamamen içselleştirmesini diliyorum. Onun cesareti, îmanı ve vatan sevgisi, halkının bütününü kucaklayışındaki aşkla buluştuğunda âdeta olağanüstü güzellikte bir kalkan örülüyor hepimizin etrafında… 

Kâbusa uyandık evet; ama aynı zamanda yeni bir Türkiye’ye uyandık. Bugün Yenikapı'da sergileyeceğimiz birlik ve beraberlik, tüm dünyayı kıskandıracak bir katılımcı demokrasi tablosu olacak inşallah. Adâletle ve sevgiyle kalalım.

Hiç yorum yok: