Emine Sonnur Özcan*
(Türk Tarih Kurumu'nun düzenlediği "Tarihte Türkler ve Kürtler Sempozyumu"nda (9/1/2014) sunulmuştur)
Şahmaran (Ressam: Ebu Burak, Mardin) http://www.arkofcrafts.com/home-accessories/the-basilisk-glass-bottom-painting |
Türkler
ile Kürtlerin tanışıklıkları tarihsel olarak da izah edilebilir mi? Zaman ve
mekân bu iki halkı nasıl buluşturdu? Onları birbirine yaklaştıran siyasî ve
sosyo- kültürel paydalar nelerdi? Türkler ve Kürtlerle komşu ya da beraber
yaşayan diğer halkların onlara dâir geliştirdikleri zihniyetin izlerini ortaya
koymak mümkün müdür? Bu temel sorulara ve bunların etrafında beliren alt
sorulara, Antik dönem, sonrası ve Erken İslâm Dönemi’nde ortaya koyulan çeşitli
kaynakların, değişik bakış açılarındaki cevapları ışığında çektiğimiz fotoğrafla
katkıda bulunmaya çalışacağız.
Öncelikle,
Yunan, Roma, İbrânî, İran ve Ermeni kaynakları arasında kadîm Türkler[1]
ile kadîm Kürtleri[2] aynı coğrafyalar
üzerinde –kadîm Ermenistan ve İran– tespit eden ilk kaynağın Xenophon’un (MÖ
430-354) Anabasis‘i olduğunu kaydetmeliyiz[3].
Gerek Anabasis’te sözü edilen
Yunan ve Pers ordusundaki İskit askerleri ve gerekse sonrasında yazılan
Yunan, Roma, İbranî ve Ermeni kaynaklarındaki, İskit, Hun, Massaget, Alan vd.
Türk kökenli kadîm topluluklar ile kadîm Kürtlere ilişkin kayıtlar, iki halkın savaşta
ve barışta tanışıklık geliştirmiş olmaları ve hatta akrabalık kurmalarının
mümkün olabileceğini gösteriyor. Kürtlerin ve Türklerin Arap kaynaklarına
yansıyan profilleri öncesindeki veriler ışığında, Türk-Kürt ilişkisinin
Kürtlerin doğuda İranlılarla, biraz batıda, Anadolu’da ise Romalılar ve Ermenilerle
kurdukları yarı bağımsız ilişkiler çerçevesinde geliştiği düşünülebilir.
İslâm
kaynakları ise Türkleri[4]
ve Kürtleri[5] aynı cümlede
zikretmeye Fars kökenli Yemenli tarihçi Vehb bin Münebbih’in (ö.741), İbn Hişâm
(ö.833) aracılığıyla Himyerîler tarihini (MÖ 110-MS 520) anlattığı satırlarla
başlamış görünüyor.
Erken dönem
Müslüman sîre/hadîs ve tarih yazarlarından eserleri günümüze ulaşan ilk âlimlerden
sayılan İbn Hişâm’ın, İslâm öncesi çağlara ilişkin tarihyazımında ortaya koyduğu
Türk-Kürt algısı, Araplara karşı birlikte savaşan kardeş halklar şeklindedir. İbn
Hişâm, Vehb bin Münebbih kaynaklı bilgileriyle, Kürtler ve Türklerin, diğer
Yafesoğullarıyla birlikte ortak ordu oluşturarak Yemen tu’balarına karşı
defalarca savaşmış olduklarını; bazen kazanıp bazen kan kaybettiklerini ama
birliklerini bozmadıkları yönünde rivâyetler ileri sürüyor: İbn Hişâm’ın et-Tîcânı’na göre, Himyer
oğlu Seba’ başa geçince ordularını toplayıp
sınır bölgelerindeki toplulukları “ezmek” için yola çıktı. Onlar, Nuh
Peygamber’in oğlu Yafes’ten gelen et-Türk, ez-Zutt (الزط), el-Kürd, es-Soğd, el-Hazar, ed-Deylem ve
Fergân milletleriydi –ki Seba’nın hakimiyeti altındaydı.[6]
Yemen Tu’bası Şemar Yar’aş’ın babası Nâşer en-Ne‘am’ın ülkelerine saldırıp
büyük kayıp vermesi üzerine Yafesoğullarından es-Soğd, el-Kürd, ez-Zutt ve
el-Qût toplulukları bir araya gelip, Ermenistan bölgesindeki kardeşleri
et-Türk, ed-Deylem, el-Gûr ve el-Xhûz ile bir araya gelip yeni tu’banın üzerine
yürüyüp öç almak istediler. Diğer bölgelerdeki Yafesoğullarından, el-Hazar ve
et-Tibet ile bu ittifakı haber alan Fars Kisrâsı Kubâd da yardıma geldi. Ermenistan
ve Horasan gibi pek çok coğrafyada şiddetli savaşlar yapıldı. Neticede Yemen tu’bası
üstün geldi ve kardeş halklar olduklarını (Sâmoğulları) hatırlatığı Fars kisrâsını
da kendi yanına çekerek, kisrânın kardeşini Nihavend ve Dinever üzerine
gönderdi. Kisrâ Kubâd’ın kardeşi, Yafesoğullarından es-Soğd ve el-Kürd
topluluklarını hezimete uğrattı. Tüm bu savaşlar, daha önce çok kalabalık olan
Yafesoğullarının sayısını azaltmıştı.[7]
Erken
dönem Müslüman tarihyazımının Yemen tarihinden sonra ortaya koyduğu Kürt-Türk
ilişkisi, Sâsânî İranı (229-652) ortak bağlamı içinde zikredilmiştir. Tahmin
edileceği üzere, tarafların ilişkilerinin kaynaklara yansıyan yanını Fars kisrâlarının
siyâsî koşulları oluşturmuştur. Çünkü Farslar, hem kendi siyasî sınırları
içerisinde –Ermenistan krallığında olduğu gibi– yarı-bağımsız beylikler
şeklinde hüküm sürdüğü anlaşılan Kürtlerle; hem kuzey batıdaki Hazarlarla ve de
özellikle kuzey doğu sınır komşusu Akhunlar’la (Eftalitler/Heyatıllar- h.420-567)
sıkı askerî, siyasî ilişkiler –ve kuvvetle muhtemelen, sosyo-ekonomik– ve
akrabalık ilişkileri içindeydi.
Şu da var ki,
Kürtlerin İran coğrafyası yanında Kuzey Doğu Anadolu’da kısmen Ermenilerin
hâkimiyetinde bulunduğu asırlarda[8]
–İran ordularındaki Kürt ve Türk savaşçılar aracılığıyla ve muhtemelen zaman
zaman İran’dan bağımsız; örneğin Anadolu’ya
akın eden çeşitli Türk toplulukları aracılığıyla– Türk-Kürt karşılaşmalarının
doğmuş olduğu da son derece akla yatkın duruyor.[9]
Sâsânî İranı’na
dönersek, Müslüman tarihyazımına yansıyan ilk Türk-Kürt ortak fotoğrafı, Hüsrev
Enûşirevân’ın oğlu Hürmüz dönemine (579-590) ait görünmektedir. Kaynakların
anlattığı üzere, annesi büyük Türk hâkânının kızı[10]
olan Kisrâ Hürmüz’ün ülkesi, her yandan saldırıya uğramıştı. Doğudaki Türkler
(Ak Hunlar), kuzeydeki Hazarlar, batıdaki Romalılar ve güneydeki Araplar Fars
topraklarına akın ettiler. Hürmüz’ün ülkesi en güçlü düşmanı olan doğudaki büyük
hâkân tarafından Herat’a kadar istila edilince, Kisrâ Hürmüz, Azarbeycan ve
Ermenistan sınırlarından sorumlu komutanı, Reyli Behrâm Çûbîn’den (=شوبين/جوبين) yardım
istedi.[11]
Kaynaklar,
Behrâm Çûbîn’in Türklerin üzerine yürürken yanında olan biri kız diğeri erkek,
iki savaşçı kardeşinin de adını vermektedir: Kürdiyye ve Kürdî.[12]
Bu isimler, Behrâm’ın ailesinin Kürtlerden olabileceği ihtimalini akla
getiriyor. Ancak, kaynaklarda Behrâm’ın
kökenine ilişkin bilgilerle bu yönde bir tespit yapmak mümkün görünmüyor. Kaldı
ki Behrâm Çûbîn’in ailesine ilişkin mevcut bilgiler birbirleriyle örtüşmemektedir.[13]
Ancak, Sâsânîler dönemi başlarında el-Cebel bölgesi emiri Erdûvân’ın, Sâsânî
kisrâsı Erdeşîr bin Bâbek’i (ö.242) yermek için kullandığı, “Ey! Kürtlerin
çadırında büyütülmüş Kürt!” şeklindeki hitabıyla; Behrâm Çûbîn’in, Kisrâ Pervîz’i
tehdit ederken sarfettiği, “Ey! Kürtlerin çadırında büyütülmüş!” ifadesinin
kesişmesi ilginç durmaktadır.[14]
Eğer Behrâm Çûbîn bu yergiyi Kürtler karşısında büyüklenmek için kullanmışsa, neden
onun ailesi iki öz (ed-Dineverî onların ana-baba bir kardeşler olduğunu
kaydediyor[15])
kardeşi için Kürd ve Kürdiye isimlerini seçmişti? O halde muhtemelen bu sözle
Behrâm, kendisini Kürtler yanında konumlandırarak Pervîz’in vefasızlığına
vurguda bulunmak istemiştir.
Neticede, sadece
isimler ve semboller üzerinden değerlendirildiğinde dahi bir Sâsânîler devri
Türk-Kürt ortak fotoğrafı olarak Behrâm Çûbîn anlatısı, iki halkın cesaret,
vefa ve kahramanlık üzerine temellenen hayat tarzlarının son derece dramatik
bir yansımasıdır. Behrâm’ın savaşçılarının en mâhirleri olarak tanımlanan üç
Türk savaşçı[16]; Türk
hâkânı, karısı hâtun; Türklerin sarayında izzet ikram gören Behrâm, Kürdiyye ve
Kürdî; Kürdiyye’nin hâkânın kardeşinden evlenme teklifi alması; buna karşın onunla
savaşıp tâliplisi Türk’ü kendi elleriyle öldürmesi gibi enteresan ayrıntılar
iki halkın kadîm ortak kültürüne ışık tutması açısından önemli durmaktadır.
Öte yandan, hadîs
ve ona bağlı olarak gelişen Müslüman tarihyazımının erken örneklerinde
sergilenen Kürtler ve Türkler ortak algısı, onların gayrı-medenî, câhil ve
tehlikeli derecede mâhir savaşçılar olduklarının altını çizer nitelikte
görünmektedir. MÖ 2000’li yıllarda Eski Bâbil’de geçen Gılgamış’ın hikâyesine
kadar geri gittiğini bildiğimiz medenî-gayrımedenî çatışması[17],
belki eşyanın doğası gereği, tarihin bu döneminde de kendisini göstermiştir,
diyebiliriz.
Esasen, el-Mes’ûdî’nin
(ö.957) bir sosyo-psikolog titizliğiyle ortaya koyduğu gibi, gayrı-medenî
topluluklar da kendi yaşam tarzlarını yücelterek medenîleri
ötekileştirmektedir. el-Mes’ûdî, dağlarda ve çöllerde yaşayan “Araplar,
Kürtler, el-Bicetliler[18],
Berberler gibi medeniyetten uzak duran toplulukların konar-göçer bir hayatı
seçmelerinin sebeplerini” araştıran, galiba tek Ortaçağ âlimidir. Onun, konar-göçer
hayat tarzını seçenler arasındaki bilge insanlardan edindiklerine göre,
konar-göçerlik diğer hayat tarzlarının tümünden daha iyidir. Çünkü dünya
üzerinde diledikleri yeri seçerek sürekli farklı coğrafyalarda dolaşarak
yaşamanın pek çok faydalı yanı vardır. Örneğin bu durum onlarda özgürlük,
cesaret, beden ve karakter sağlamlığı, renklilik, şiir sanatı, onur ve akıl
keskinliğinin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Onların ayıplayan gözlerinde
şehirler, eziyet ve yoksunluk demektir. Binalar ve harabeler, toprağı kapatmakta;
böylece, gezip dolaşarak yaşayanların toprağı ve üstündeki yiyecekleri tasarruf
etmelerini engellemektedir. Bu baskı onların doğalarında bulunan daha şerefli
yaşamak için yarışma özgürlüklerini kısıtlamaktadır. Ayrıca binalar hava
akımını da engellemektedir. Oysa hava her yönüyle insan sağlığı için
vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Zekâ ve farkındalık gücü havaya bağlı olarak
ortaya çıkmaktadır. Çünkü bedenlerin hasta olduğu gibi üzerlerine çeşitli
âfetler bulaşarak bölgeler de hastalanmaktadır. Bu durumda sürekli yaşayacak
yeni yerler seçmek, bir gereklilikdir. Bu ve benzer yoksunluklar sebebiyle
alçaklık, zaaf, tutsaklık ve salgın hastalıklar şehir halklarında bir araya toplanmıştır.[19]
el-Mes’ûdî
yukarıda özetlenen sebepleri sıraladıktan sonra şöyle der:[20]
Bu sebeple yaban tabiatlı Kürtler ve dağlarda yaşayan diğerleri; eziyet edici
ve yerleşim alanları dünyanın alçak yerleri ve bataklıkları olan diğer
topluluklardan uzak dururlar. Dağlarda ve vâdilerde yaşayan bu milletlerin
huyları, iniş çıkışlılık bakımından yaşadıkları yerlere benzer. Buralardaki
yer şekillerinde istikrar bulunmaz. Dolayısıyla, üzerinde yaşadıkları
[coğrafik] bölgelerin zorluğu ve sertliği, yerlilerin karakterlerine
yansımıştır.
Bu cümleden
olarak, Kürtlerin ve Türklerin gayrı-medenîliğinin altını çizen bazı
hadîslerden önce, siyâset, tarih ve coğrafya metinlerine yansıyan algıya
dikkati çekmek istiyoruz. Örneğin, Abbasî döneminin ünlü âlimi el-Câhîz
(ö.869), Halîfe el-Mütevekkil'in (847-861) Türk asıllı veziri Feth bin Hakân'a takdim ettiği Türklere
ilişkin risâlede, Kürtlerle paralellik ve yerleşik Farslarla zıtlık kurarak
Türklerin karakteristik konar-göçer profillini öne çıkarmıştır. el-Câhîz’a
göre, nasıl Huzeyl[21]Arapların Kürtleriyse, Türkler de Acemlerin Araplarıdır.[22] Öte yandan, kadîm Türklerin ve Kürtlerin yaşam tarzı benzerlikleri,
coğrafyacı el-İstahrî’nin (ö.952) satırlarına da yansımıştır. O, gözlemlerine dayanarak yaptığı tahlilde
Fâris bölgesindeki yüze yakın mahallede yaşayan Kürtlerin yaşam tarzları
bakımından Türklere benzediğinin altını çizmektedir.[23]
Kürtlerin ve Türklerin gayrı-medenîlikleri
nedeniyle şehir halkları ve yerleşik zihniyet tarafından bir tür
ötekileştirilmeye mâruz kalmaları asırlarca devam etmiştir, demek yanlış olmaz.
Nitekim, İmâm el-Gazzâli’nin (ö.1111) İslâm’ın gelişinden yaklaşık 350 yıl
sonra Türklere, Kürtlere ve tüm yerleşik olmayan topluluklara ilişkin olarak zikrettiği
şu satırlar, yaşam tarzları nedeniyle “câhil” olarak nitelendirildiklerini izah
etmektedir:[24]
Şehirlerde bile insanlar dinin ve ibadetin kurallarını bilmezken, Arap, Kürt
ve Türkmenlerden ve diğer halklardan, göçerler nasıl bilsin? Mahallelerde
mescidler yapılmalı; şehirlerden gelen fakihler olmalı ve insanlara dinlerini
öğretmeli. Aynı şekilde her köyde bir fakîh olmalı. Göçerler de çevredeki fakîhlere
gidip dinlerini öğrenmeliler; ne yenir ne yenmez onlara bildirilmeli.
el-Gazzâli’nin, “ilim” bahsi altında Kürtlere
ve Türklere dâir kullandığı yukarıdaki görece müşfik söylem; İhyâ’nın
diğer bahislerinde pek gözlenemez. Örneğin o “öfke” bahsinde, Hz. Muhammed’in
“Pehlivana güçlü denmez. Güçlü, öfkelendiğinde nefsini yenen kişidir” hadîsini
verdikten sonra, şöyle der:[25] Böylesine
cahillere, hâlim ve affedici kimselerin öfkelerini nasıl yendiklerini yücelten
hikâyeler anlatmak tedavi edici olabilir. Çünkü böyle hikâyeler peygamberler,
velîler, hükemâ, ulemâ ve faziletli hükümdarlara ilişkin olarak aktarılmıştır.
Bunun zıddı hikâyeler ise,Kürtler ve Türkler, zâlimler, câhiller, fazilet ve akıldan
yoksunlara ilişkin olarak aktarılmıştır.
İmâm el-Gazzâli’nin “alışveriş” bahsi altında zikrettiği
sözler ise esasen, onun şehirlere gelenlere göre kırda ya da yaylalardaki göçer
Türklere ve Kürtlere karşı, neden daha müşfik olduğunu izah eder gibidir:[26] Türklerden,
Türkmenlerden, Araplardan ve Kürtlerden olan askerler; pazardakiler, vatan
hainleri, faiz yiyenler ve zâlimlerin mallarının çoğu haramdır; onların elinde
olanlardan göz ile helâl olduğuna şahit olunanlar dışında, herhangi bir şey
alınmaz.
Anlaşıldığı
kadarıyla, Abbâsîler döneminin (750-1258) saray ve şehir hayatında, büyük
çoğunlukla savunma gücü olarak istihdam edilen Türkler ve Kürtler, hem İslâm’ın
kurallarına ve hem de yerleşik hayat kültürüne uyumlanmaya çalışırken, büyük
bir yabancılık yaşıyor; doğal olarak da çoğu zaman, şehir halkının ve ulemânın
zihninde antipatik etkiler yaratabiliyorlardı. Nitekim, el-Ya’kûbî, Buldân’da
Samarra’yı anlatırken, Bağdat’taki Arapça konuşamayan Türklerin, atlarına binip
koşuşturduklarında çevrelerindeki insanlara çarpıp zarar verdiklerini; bu
nedenle halkın saldırısına uğradıklarını, hatta bazılarının öldürüldüklerini
ifade etmektedir. el-Ya’kûbî’ye göre Halife el-Mu’tâsım (h.833-842), bu duruma
çok üzülmüş ve askerleriyle birlikte Bağdat’tan çıkmaya ve Samarra’yı kurdurmaya
karar vermiştir.[27]
Dolayısıyla, el-Gazzâlî’nin döneminde Bağdat’ta ve diğer şehirlerde uyum sorunu
yaşayan Türkler ve Kürtlerin sayısının daha da artmış ve sorunların derinleşmiş
olabileceği, ihtimal dışı değildir.
Öyle anlaşılıyor ki kadîm Yemen ve Fars
devletlerinin hasımları olmaları hasebiyle, muhtemelen gece hikâyeleri ve
destanların efsânevî “kötü” aktörleri olan Kürtler ve Türkler, Bağdat’taki
halifeliğin talebiyle, hayatın içinde –üstelik uyumsuzca– vücut bulunca ürküntü
yaratmışlardı. Belki de Türkler ve Kürtlerin aynı bağlam içerisinde
zikredildiği hadîslerden birinin, kıyamet alâmetleri arasında yerini almasında,
bu kadîm algının da etkisi olmuştur. Muhakkak ki çalışmamızın ilgi odağı, hadîsin
sahîh olup olmaması değil, dönemin Kürt ve Türk algısına tuttuğu ışıktır. Nitekim, zihniyet tarihi açısından son derece önemli duran bu hadîs, el-Buhârî’nin
(ö.869) hocalarından Nuaym bin Hammâd’ın (ö.843) fiteninde[28] ve İmam
el-Buhârî’nin hadîs kitabında zikredilmektedir. Nuaym, Hz. Hasân’dan ve Ebû
Hureyre’den aktardığı rivâyetlerle, “ayakkabıları kıldan bir kavimle” ve
“yüzleri dövülmüş kalkan gibi [düz?], gözleri küçük, burunları kısa ve basık
olan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz." hadîsini aktarmış ve Hz.
Hasan’ın rivâyetinin kendi değerlendirmesi olan kısmında, onun, bu iki halkın
Kürtler ve Türkler olduğunu düşündüğünü söylediğini eklemiştir.[29] İmam el-Buhârî
(ö.869) ise aynı hadîsi “Türklerle Savaş” başlığı altında iki ayrı rivâyet
zinciriyle nakletmektedir. ‘Amr bin Tağlib kaynaklı ilk rivâyette, “kıldan
ayakkabı giyen bir kavimle” ve “yüzleri geniş ve dövülmüş kalkan gibi olan bir
kavimle” denilirken, Ebû Hureyre kaynaklı ikincisinde, “küçük gözlü, kırmızı
yüzlü, kısa ve basık burunlu, yüzleri dövülmüş kalkan gibi olan ‘Türklerle’ ve kıldan
ayakkabılar giyen bir kavimle savaşmadıkça” ifadesi kullanılmıştır.[30]
Tarih ilminin her alanı için son derece
kıymetli veriler barındıran hadîs külliyatının yukarıdaki örneği, söylem
biçiminden de anlaşılacağı üzere, Erken Dönem İslâm dünyasında, Türklerin ve
Kürtlerin mâhir savaşçılığı; ya da savaşçılıklarının ürküntü yaratan şiddeti ile
yukarıda izah edilen Türklerin şehirlerdeki uyum sorunları karşısında oluşan toplumsal
zihniyete ışık tutar gibidir.
Şu da
kaydedilmeli ki, Kürt ve Türk halklarının kadîm ilişkisi, aralarında bugünden
bakınca anlaşılması güç, bir tür özel hukuk da inşa etmiş olmalıdır. Aksi
takdirde kaynaklara yansıyan aşağıdaki olayları anlamlandırmak kolay görünmüyor.
Örneğin, Tuğrul Bey’in Abbasî Halifesi adına, Büveyhilere karşı savaştığı
ordusunda Kürtler olabildiği gibi, karşı taraftaki Türk komutan Arslan
el-Besâsirî’nin ordusunda da Kürtler yer alabilmiştir.[31]
Veya Ortaçağların Ön Asyası’nda Kürtler, bir Türkmen düğününe kendilerini davet
ettirebilmiş ve reddedilince öfkelenip iki taraf arasında görülmemiş bir savaş
çıkabilmiş; binlerce kaybın ardından barış tesis edilip aynı coğrafya üzerinde
huzur içinde normal hayat devam ettirilebilmişlerdir. [32]
Tüm
bu tarihsel verilerden yola çıkarak, son tahlilde, erken dönem İslâm
dünyasındaki Kürtler ve Türklerin antik çağlardan itibaren, zamanın ruhuna göre
bazen ortak, bazen zıt hedef ve motivasyonlarla; ama sürekli olarak bir ve
komşu coğrafyalarda ve birbirlerine çok yakın hayat tarzlarıyla –ve
galiba– kesintisiz olarak siyasî ve
sosyo-kültürel ilişkiler içinde oldukları söylenebilir. Onların bu coğrafik
yakınlıkları ve kültür benzerlikleri aralarında, adı konulmamış ancak kökleri
ve bünyesi sağlam bir hukuk evreni yaratmış görünüyor. Bu evrenin doğası,
Ortaçağlardan Yeni ve Yakınçağlara, Türklerin ve Kürtlerin ilimden sanata, siyâsetten
savunmaya çok değişik yaşam alanlarındaki birlikteliklerinin temeli olmuştur,
olacaktır, diyebiliriz.
* Doktor,
TÜBİTAK, Bilim ve Teknik Dergisi, Akay Caddesi No:6 Kızılay/Ankara eminesonnurozcan@gmail.com
[1]
Antik dönemden İslâmî çağların yazılı kaynaklarının oluştuğu VIII. yüzyıl
ortalarına kadar Yunan, Roma, Yahudi, İran ve Ermeni kaynaklarında
İskit/Saka/Sarmat/Massaget/Hun şeklinde kullanılan topluluk tanımlamalarının
ayrıntılarında ve arkeolojik buluntularda, kadîm Türklerin karakteristik
özellikleriyle örtüşen önemli izler bulmak mümkündür. Bu bağlamda giyim,
barınma, savaşma gibi yaşam tarzları anılan kardeş toplulukların kimliklerini
sergilemede çok önemli göstergelerdir. Çizme, kemer ve pantolon giyme; üzengi
kullanma, atlı araba kullanma; kadınların önemli konumu gibi kimi karakteristik özellikler İskitler,
Massagetler, Sarmatlar ve Hunlardan itibaren Türk topluluklarıyla beraber
anılmıştır. Arkeolojik izlere baktığımızda, Orta Asya kurganlarındaki Demir
Çağı’na ait, paçaları dar ve bağlı pantolonları (Bahaedddin Ögel, Türk
Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1991, c.5, s. 102); Göktürk dönemi
kurganlarındaki kemer, pantolon ve çizmeleri (B. Ögel, İslâmiyetten Önce
Türk Kültür Tarihi, Ankara 1991, s. 156) veya Eski Yunan vazolarındaki;
üzengili (René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1999, s. 26),
ceket ve pantolonlu İskit savaşçılarını (Margarita Graba, “You Are What You Wear: Scythian Costume as Identity”, Dressing
The Past, Oxbow Books 2008, s. 14-28) ve 1993’te Altaylar’da bulunan
prenses mumyasını bu bağlamda değerlendiriyoruz. http://en.tuva.asia/197-altai.html Öte yandan, kadîm Türklerin atlı araba kullanımında Ön Asya
topluluklarından daha eski oldukları geçtiğimiz on yıllarda yapılan kazılarla
ortaya koyuldu. Don Nehri’nden Ural Dağlarına uzanan Sintaşta-Petrova kültürü
üzerinde 1994 yılında yapılan kurgan kazılarında MÖ. 2000’li yıllara
tarihlendirilen buluntular, araba kullanımının bozkırlarda değil Ön Asya
şehirlerinde başlamış olabileceği varsayımını şimdilik ortadan kaldırmış oldu. Nomads
of Euroasian Steppes in The Early İron Age, Edited by: J.D.Kimball, Zinat
Press, Berkeley, CA 1995, s.22; http://csc.ac.ru/news/1998_2/2-11-1.pdf;
Antik
dönem ve İslâmiyet öncesindeki yazılı kaynaklara yukarıda vurgulanan gözle
bakarsak, örtüşen bazı ipuçları bulabiliriz: Örneğin Herodot’a (MÖ.484-425)
göre, “barbarlar” (Yunanlı olmayan, göçebe, atlı kavimler; Erken
Ortaçağların Rus-Slav halklardaki “barbar” algısı da İskit ve Hunlara işaret
ediyor:
http://www.inter-disciplinary.net/wp-content/uploads/2012/01/yakushenkovipaper.pdf),
ok ve yay ile kısa mızrak kullanıyor; üzerlerine pantolon giyiyor, başlarına
külâh (muhtemelen keçeden yapılma uzun, sert ve sivrilen İskit şapkası)
takıyorlardı (V.Kitap). Herodot, ilerleyen sayfalarda halkların savaşa giderken
nasıl donandıklarını tek tek izah etmektedir. İskitler savaşa giderken
başlarına sert ve uzadıkça sivrilen bir külâh takıyor, pantolon giyiyor ve
yanlarında “kendilerine özgü yayları”, hançerleri ve baltalarını taşıyorlardı
VII.Kitap). Tarım yapmayan, et ve balık yiyen Massagetler ise karakteristik
yaşam tarzları ve kadın-erkek aynı olan giysileriyle –örneğin üzengileri ve
kemerleriyle– İskitlere benzemektedir (I.Kitap). The History of Herdodotus,
İngizice’ye Çeviri: G.C. Macaulay:
Bir
başka Antik Yunan yazarı Xenephon (MÖ.430-354) ise Anabasis’te gerek Yunan ordularında ve gerekse Pers
ordusunda görev yapan İskit savaş arabalarından söz etmektedir. Xenophon, Anabasis,
Çeviri: H.G. Dakyns. (I. Kitap, VII. Bölüm):
W.
Eberhard’a göre at yetiştirmeye Türklerden sonra başlayan Çinlilerde,
MÖ.1450-1050 yıllarında moda olan savaş arabalarının çıkış yeri kuzeydeki Türk
kavimleridir (B. Ögel, age, c.I, s. 392). Öyle anlaşılıyor ki savaş
arabası geleneği tarihi devirlerde de kesintisiz devam etmiştir. Nitekim bir
XI. Yüzyıl Ermeni tarihçisinin kroniğinden Tuğrul Bey’in 1054’te Malazgirt
önlerine geldiğinde, ordusunda arabaların da yer aldığını öğreniyoruz Patmut’iwn
Aristakisi Lastivertc’woy (Erevan, 1963).
Belki
çok daha karakteristik olanı Asyalı kavimler bağlamında Türklere atfedilen at
üstünde hızla giderken geriye dönüp ok atma becerisine ilişkin izlerdir.
Xenephon, Yunan ordusuyla, Asur ülkesinden Dicle boyunca kuzeye doğru giderken
arkalarından takip eden Persler ve “Asyalı süvarilerle” ilgili olarak verdiği
bilgilerde bu çok temel Türk süvarisi tavrına değinmektedir. Anılan satırlarda
yazar, kendilerinde süvarilerin olmadığından ve piyadelerinin düşman
piyadeleriyle boy ölçüşemediğinden şikâyet ettikten sonra, Asyalı süvarilerin
kaçarken dahi arkalarına dönüp, takip edenlerini ok yağmuruna tutarak
yaralayabildiklerinin altını çizmektedir (III. Kitap, 3. Bölüm).
Miladî
asırların birincisinde yaşamış olan Romalı tarihçi Flavius Josephus (37-100)
ise Eski Ahit’le temellendirerek (Genesis, 10: 1-5; Ezekel: 38-39) genişlettiği
bilgilerde İskitlerin, Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’in soyundan geldiğini
söylemektedir. Eusebius (263-339) ve
Suriyeli Michael (1126-1199) gibi tarihçilerin bilgilerine başvurduğu
Josephus’a göre Eski Yunanlılar (Grekler) dünya üzerinde hakimiyet kurunca,
daha önce kullanılan coğrafik isimleri değiştirdiler. Bu bağlamda daha önce
Magogî denen Yafes oğlu Magog’dan türeyen topluluk “İskitler” olarak anılmaya
başladı. Tıpkı Mazak’dan gelenlerin Mazokenî yerine “Kapadokyalılar”; Yafes
oğlu Gomer oğlu Turugrama’dan (Genesis, 10:2-3’te Torgom/Togormah) gelenlerin
Turugramî yerine “Frigyalılar” olarak tanımlanması gibi. Josephus, bu
ikincisini, Kayseri’nin (eski) adının Mazaka olmasıyla delillendiriyor. The
Works of Flavius Josephus (30-100), Yunanca’dan İngilizce’ye çeviren:
W.Whiston, Ward Lock Ltd. 1878, s. 35.
Öte
yandan, erken dönem Ermeni tarihleri, dönem dönem savaş, barış, akrabalık ve
ittifak yaşadıkları anlaşılan kadîm Türk halkları Massaget ve Hunlara, birlikte
ve/veya ayrı olarak yer verir. Örneğin, IV.Yüzyıl Ermeni Tarihçisi Pawstos
Buzand’a göre Ermeni krallarıyla akrabalık kurmuş olan Kur nehri’nin ötesindeki
komşu Massaget (Mazk'ut'k') kralı “Kalabalık Hun ordularının prensidir”
Hıristiyan Ermeni kralı Xosrov’un, Massaget kralı Sanesan’ın otağına gönderdiği
papazın onları Hıristiyanlığa daveti ve akınlardan geri durmalarını salık
vermesi üzerine öfkelenen Sanesan, idaresi altındaki Hunlar ve “P'ox’lar, T'awaspar’lar,
Hechmatak’lar, Izhmax’lar, Gat's’lar ve Gghuar’lar, Gugar’lar, Shch'b’lar ve
Chghb’lar ve Baghasch’lar ve Egersuan’lardan” ve daha başka göçer
topluluklardan oluşan sayısız atlı ve kargıyla donanmış süvari askerden oluşan
ordusuyla, Ermeni ülkesine girer. Yol boyunca bazı kavşak noktalarda geleceğe
sembolik izler bırakmak adına her bir askerlerin getirdiği taşları üst üste
dizdirerek yüksek anıtlar diker (bu Şamanistik anıtlara ovo denmektedir:
http://photography.nationalgeographic.com/photography/photo-of-the-day/ovoo-mongolia-drake/ Ovolar
Türkiye’de de pek çok noktada bulunmaktadır. Fotoğraflar için:
http://umitilekesif.blogspot.com/2013/02/denizlide-altay-inanc-taslari-ovolar.html) (III.
Kitap, 6-7. Bölüm). Bir başka Ermeni Kral, Arshak döneminde ise İran üzerine
yapılan seferde Alan ve Hun birlikleri, Ermenilere yardım etmek adına Arshak’ın
ordusuna katılmıştır (III. Kitap, 25. Bölüm). Pawstos Buzand, History of
Armenians, Çeviri: http://rbedrosian.com/pbtoc.html.
V-VI.Yüzyıl
Ermeni tarihçisi Ghazar Parpecis’in Ermenilerin Tarihi kitabında,
Massaget yerine “Hun İmparatoru ya da kralı” tarzında söz ettiği Türk hâqânının
ordusu ise, neredeyse bütünüyle, İranlılara karşı kurulmak istenen Ermeni-Hun
ve Ermeni-İberyalı (Gürcü)-Hun ittifakı bağlamında zikredilmiştir. Ayrıca,
V-VI. Yüzyıllarda, Ermenistan’ın doğusundaki komşu Albanya (Kafkaslar ve
Azerbaycanı içine alan kadîm ülke) ile daha doğudaki Hunlar’ın ülkesi arasında
bir duvar bulunduğu bilgisini de Parpecis’in tarihinden öğreniyoruz. Ghazar
Parpecis, Ermenilerin Tarihi:
Yukarıdaki izler ışığında XIX. yüzyıl Oryantalist tarihçilerinden
Heinrich Kiepert’in, Antik Dönem kaynaklarına dayanarak hazırladığı ünlü
coğrafyasına bakalım: Kiepert’e göre, Saka ya da İskit tanımlaması Türk kökenli
halklar için kullanılan bir tür üst ve ortak tanımlamadır. İranlıların
Ortaçağlarda, Fin, Türk, Moğol, Tungus ile Orta ve Kuzey Asya’da geniş alan
kaplayan halklara ilişkin kullandıkları “Tûranîler” tanımlamasını, modern
etnoloji, İranlılardan ödünç almıştır (Heinrich Kiepert, A Manual of Ancient
Geography, Londra 1881, s. 15, 28).
Öte yandan bir başka Oryantalist Édouard Chavannes,
Batı Türkleri üzerine yazdığı önemli eserde, Ak Hunlar’ın
(Heyatıl/Eftalit) öncülü olan Yue-tche Devleti’nin bilim çevrelerince,
(Hindistan coğrafyasında yaşayanlar anlamında) “İndo-İskitler” ve Avarların da
“İskitler” olarak kabul edildiğini Antik kaynaklara dayanarak ortaya koyuyor.
Ramazan Şeşen ise Türklerin Sakalar adıyla çok eski devirlerden
beri Önasya devletlerince bilindiğini; Asur kitâbelerinde geçen Saka
hükümdârının Yahudi menkıbelerine ve Tevrat’a geçtiğini; ilâveten Câhiliye
şiirinde (Türk adı altında) Türklerden bahsedildiğini söylemektedir. Şeşen, MÖ.
VII. asırdan itibaren Sakalar adı altında çeşitli Türk topluluklarının Arap
tarihçilerinin “Türk Kapısı” adıyla da andıkları Kafkasya’yadaki Derbend
(Bâbü’l-Ebvâb) üzerinden Azarbaycan’a indiklerinin de altını çizmektedir.
R.Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 2001, s.3.
İskit-Saka-Massaget-Hun-Türk
tanımlamalarının benzer topluluklara işaret ettiğine dâir geniş bilgiler için:
İlhami Durmuş, İskitler (Sakalar), Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik
Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara 2008.
[2]
Xenephon Anabasis’te MÖ. 401-399 yıllarında Anadolu ordularının
Sardes’ten İran’a; oradaki yenilginin ardından Dicle kıyısını takiple
Karadeniz’e devam eden zorlu yolculuklarını anlatır. Bu yolculukta,
beraberlerindeki esirler, Xenophon’a Kardukların (İngilizce çeviride
Carduchians) ülkesinden söz eder: "Esirlerin söylediğine göre bunlar,
dağlarda yaşayana, savaşçı ve [Ermeni] krala tâbi olmayı reddeden bir halktır.
O kadar ki bir defasında üzerlerine gönderilen 120 bin kişilik güçlü kraliyet
ordusundan geriye tek bir kişi kalmamıştır. Onlar, ovanın yöneticisi Pers
valisiyle ise barış hâlindelerdir.” (III. Kitap, 5. Bölüm) http://ebooks.adelaide.edu.au/x/xenophon/x5an/contents.html
Filistinli
Roma tarihçisi Eusebius (263-339) ise kroniğinin Tufan’la ilgili bölümünde,
Tufan’da kullanılan geminin Ermenistan coğrafyasındaki Korduats’
Dağlarında karaya oturduğunu ve küçük bir parçasının görülebileceğini
belirtmektedir. Çevirmen ve açıklamaların sahibi Bedrosian, Korduats’
Dağlarının Van Gölü’nün güneyinde bulunduğunu belirtiyor. Eusebius Cronicle,
Çeviri: Robert Bedrosian, http://rbedrosian.com/euseb2.htm
IV.Yüzyıl
tarihçisi Pawstos Buzand’ın Ermenilerin Tarihi’nde, Massagetler, Hunlar
ve diğer Türk toplulukları yanında Korduk bölgesinin yüksek yerlerinde yaşayan
Korduklara (muhtemelen kadîm Kürtler) dair de bilgiler bulunmaktadır (Ermeni
Devleti’nin Korçayk eyaletinin en büyük bölgesi olan Korduk, günümüzde Dicle,
Botan ve Habur Nehri arasında kalan bölgedir. http://akunq.net/tr/?p=5615).
Korduk, Ermeni Prensi Jonn’un idaresindedir. (III.Kitap, 9.Başlık). Cudi Dağı
Korduk’tadır; çünkü, Nisibis’li (Nusaybinli)
papaz Yakub, Nuh’un gemisinden kalan parçayı görmek için Korduk bölgesin’deki
Sararat’ı (Cudi Dağı) ziyaret etmiştir (III.Kitap, 10.Başlık). Korduk bölgesi,
aynı zamanda bir piskoposluğa da sahiptir –ki Buzard’a göre onun ataması Danyal
Peygamber tarafından gerçekleşmiştir (III.Kitap, 14.Başlık). Korduk’un bir de
“güvenli alanı” (muhtemelen yüksek, yayla bölgesi) vardır. Buzdard, Ermeni
kralı Arsak’a isyan eden naxarar’ların (yerel yönetici) yerlerini sıralarken, Korduk bölgesi “güvenli
alanının” reisinin de isyan edip İran Kralı II.Şapur’un (309-379) tarafına
geçtiğini anlatmaktadır (IV.Kitap, 50.Başlık). Sonrasında Ermeni Krallığı’nın
genel komutanı Muşeg ordularıyla gelir ve isyan eden tüm vassallar gibi
Kardukların yurtlarına da saldırı düzenleyip pek çok esir ve rehin alıp onları
vergiye bağlar (V.Kitap, 10.Başlık). http://rbedrosian.com/pbtoc.html
VII.Yüzyıl Ermeni tarihçisi Sebeos ise tarihinde, Bizans’a isyan
eden Ermeni prenslerinin Korduat’ların güvenli ülkesine gidip orada müstahkem
yerlerde yaşadıklarını anlatmaktadır Sebeos, Akhunların ülkesini “T'etal/T'etalats'ik'” ülkesi ve Massaget (Mazk'ut')
ülkesi olarak tanımlıyor (Sebeos’ History, İngilizce’ye Çeviri:
R.Bedrosian, Sources of the Armenian Tradition, New York 1985, s. 49).
Oryantalist
Kipert’in kadîm Kürtlerin yaşadığı topraklara dâir Coğrafyasında verdiği
bilgiler yukarıdaki eski kaynaklardakilerden çok farklı değildir. Kiepert’e
göre Antik Dönemde Ermenilere ait bölgeler içerisinde, Van Gölü’nün güneyindeki
yüksek dağlardan Asur vâdisine doğru, sınırları Dicle’ye kadar uzanan
topraklar, modern çağlara değin Kürtlerin merkezleri olmuştur (s.47). İranî
diller konuşan Kürtler, İran bölgesinin Batıdaki sınırlarında az miktarda
ziraat ve temel olarak hayvancılık yapardı. İsimleri Antik Suriyeliler ve
Asurlularca Kardu; Ermenilerce Kordu (çoğulu Kordukh) şeklinde telaffuz
edilirdi. Xenephon sonrası antik yazarlar Roma fetihleri döneminde (MÖ I.
yy) aynı bölgede yerli Ermeni
prenslerince yönetilen küçük bir krallıktan söz etmişlerdir. Bölge 297 yılına
kadar Sâsânîlerde kalmış; sonrasında, Ermenistan’la Dicle arasındaki bölgelerle
(Transtigritanae) beraber Romalıların hâkimiyetine geçmiştir. Ancak 364 yılından itibaren tekrar Farslara
terkedilmiştir (s. 51). Kiepert, age.
[3]
Kiepert, Kürtlerin Antik kaynaklarda ilk zikredilişinin Xenophon’un göz
tanıklığıyla, Anabasis’te yer aldığının altını çizmektedir. Kiepert, age,
s. 51. Bizim de bilinen Antik kaynaklar üzerinde yaptığımız incelemeler bu
tespiti doğruluyor.
[4]
İslâm kaynaklarının Türklerden bahsettikleri en erken dönem, Tûfan ve Nuh
Peygamber bağlamındadır. Türkleri tarihinde zikreden Müslüman yazarların en
eskisi ise İbn Hişam olarak görünüyor. Onun, Vehb bin Münebbih’ten nakille
verdiği bilgilerde, Nuh oğlu Yafes’in üç oğlu olduğu söylenir. Bunlar, Aclân,
Avcân ve Bircân’dı. Aclân’ın çocukları,
Yecüc ve Mecüc, et-Türk ve el-Hazar’dı. Öte yandan, Hûd Peygamber zamanında Hûd
oğlu Qahtân, Yafesoğullarından Azerbaycan’da yaşayan el-Eskinân (الاسكنان)
emirliği üzerine yürüdü. Onları yenip, o coğrafyadaki tüm Yafesoğullarını
Ermenistan ve arkasına (Anadolu’ya) sürdü. İbn Hişam, et-Tîcân fî Mulûki
Himyer, Merkezu’d-Derâsât ve’l-Ebhâsi’l-Yemeniyye, San’a 1928, s.33,
54. İbn Sa’d (ö.845) ise Yafes’in
çocuklarını sayarken farklı isimler zikreder: Nuh oğlu Yafes’in üç oğlu vardı. Onlar et-Türk, es-Sakâlib ve Yecüc ile
Mecüc’dü. İbn Sa’d, Kitâbut-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1968, c.I, s.43.
ed-Dineverî’ye (ö.895)
göre, Türkler Nuh oğlu Yafes’in yedi oğlundan biri olan et-Türk’ten
gelmektedir. Ebû Hanife ed-Dineverî, Ahbâru’t-Tıvâl, Brill 1888, s.4.
et-Taberî (ö.923) ise, Vehb bin Münebbih’ten nakille, Nuh oğlu Yafes’in Türkler
ile Yecüc ve Mecüc’ün babası; Yecüc Mecüc’ün
Türklerin amca oğulları; İbn İshak’tan (ö.768) üç ayrı rivâyetle, Yafes’in
Yecüc ve Mecüc’ün atası; Sakâlib, Yecüc ve Mecüc ile Türk’ün Yafes’in oğulları
olduğunu ve üçüncü rivayetle, Yafes’in yedi oğlunun olduğunu, Türklerin ve
Hazarların, bunlardan Tîreş isimli oğuldan geldiğini yazmıştır. Bu son rivayete
göre Yecüc ve Mecüc, Yafes’in yedi oğlundan Muu’dan çoğalmıştır. Bunlar, Türk
ve Hazarların doğusunda yaşamaktaydı. Tarihçi bir başka rivâyette Yafes’in soyundan gelenlerin Türk, Hazar, Yecüc ve
Mecüc, Sekâlib, Rûm ve diğer tüm acem (Arap olmayan?) hükümdarları oluşturduğunu
aktarmaktadır. et-Taberî, Târîhu’l-Rusul ve’l-Mulûk, Dârû’l- Kutûbi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1986,
c.I, s. 124-129.
et-Taberî’nin tarihinde, Türklerin
kökenine ilişkin başka rivâyetler de bulunmaktadır. Örneğin, Fars kaynaklarına
göre zalim Bâbil hükümdarı Dahhak’ı öldüren Feridun, Dahhak tarafından
öldürülen Cem’in neslinden gelmektedir. Feridun’un üç oğlu vardı: Serm, Tûc ve
İrec. Ülkesini bu çocuklarına paylaştırdı. Okların üzerine yerleri yazdırıp
çektirdi. Serm’e Rum ve batı ülkeleri; Tûc’a Türk ve Çin ülkesi; ve İrec’e Irak
ve Hint düştü. İrec’e Irak, yani Bâbil bölgesinin verilmesi diğer iki kardeşte
kıskançlık yarattı ve bir araya gelip İrec’in üstüne yürüdüler. Tûc, ucu
ilmikli bir ipi kardeşi Serm’e uzattı ve o, ipi İrec’in üstüne atarak onu
boğdu. et-Taberî’ye göre Türklerin (hanedan soyundan gelenleri öldürürken)
ilmikli ip kullanmasının sebebi budur. et-Taberî, age, c.I, s. 130-132.
Yine et-Taberî’nin Fars kaynaklarından aktardığına göre, Bâbil hükümdarı
Bahtunasr zamanındaki (MÖ VII.yy) vâlilerden Lehrasp, Türklerle uzun yıllar
savaş halinde olduğu için onların karşısındaki topraklarda Belh şehrini inşâ
etmişti. et-Taberî, age, c.I, s. 174. Tarihçi’nin İbn Hişam’dan aktardığı bir
başka rivâyet ise Mûsa Peygamber’in ortaya çıktığı yıllarda, Tûc’un torunu
Menuşehr ile Feridun’un torunu Afrasiyâb arasında savaşlar yapıldı. Fars
hükümdarı Menuşehr, halkına verdiği söylevde onların Türklere karşı isteksiz
savaştıkları için ülkelerinin Türkler tarafından ele geçirildiğini söylemişti.
Türkler ise kendilerini Afrasiyâb’a bağlıyordu. İki taraf arasında barış
sağlandıktan sonra Taberistan’dan bir ok atılıp sınır Belh şehri olarak kabul
edildi. et-Taberî, age, c.I, s. 228.
et-Taberi’nin Hişam bin Kelbî’den
(ö.819) nakille aktardığı bir başka rivâyet ise, Türklerin bir kısmının
Menuşehr döneminde Azerbaycan’da yaşadıklarını söylüyor. Fars komutanı
Şemîr, Azerbaycan’ı ellerinde tutan
Türklerin üzerine gönderildi ve onları büyük bir yenilgiye uğrattı. Şemîr,
zaferini Azerbaycan’daki iki taşın üzerine
yazdırdı. et-Taberî’ye göre bu taşlar o
dönem Azerbaycanı’nda bilinmektedir. et-Taberî, age, c.I, s. 230.
Arap, Yahudi ve Ermeni kaynakları
arasında –galiba– Eski Ahid’deki bazı âyetlerden yola çıkarak, Türklerin
İbrahim Peygamber’in ikinci eşi Katûra’dan (ya da Kantûra) geldiğini ileri
sürenler de vardır. Bunlara göre, İbrâhim Peygamber, Sare’den sonra bir kadınla
daha evlendi. Onun adı Katura idi (Tevrat’ta Keturah olarak geçiyor; Genesis
25:1-4; Chronicles 1:32-33) Keturah’a dâir ayrıntılı bilgiler için bakınız: The
Works of Flavius Josephus, s. 43. Ermeni tarihçi Sebeos ise, “Hacerîlerin
Saldırıları ve Roma’daki Olaylar” başlıklı bölümde, işledikleri günahlar
nedeniyle başlarına gelen kötü olayların aktörleri, İbrahim Peygamberin
“reddedilmiş” oğullarıdır ki onlar Hacer’den (1) ve Ke’tura’dan (6) olma 7
çocuktur. Onlar, Hintlilerin (büyük ihtimalle İndo-İskitlerin atası sayılan Ak
Hunlar) ve çölde yaşayan Arapların
atalarıdır (Sebeos, age,
s. 154).
Öte yandan, İbn Sa’d (age,
c.I, s.31), el-Cahîz (ö.869), (Risâ’ilu’l-Câhiz, Mektebeti’l-Hâncî, Kâhire 1924, s.75);
el-Yâkubî
(ö.897), (Târih, Edit: M.Th. Houtsma, Brill 1883, s.26) ve et-Taberî
(age, c.I,s. 185) aynı bağlamda
Katûra ve onun altı erkek çocuğundan söz etmektedir. İbn
Sa’d, Katûra’nın Horasan
bölgesine giden bir çocuğunun neslinin, emirlerine “hâkan” adını verdiklerini
söylemektedir.
[5]
Yaptığımız araştırmalara göre İslâm kaynaklarının Kürtlerden ve Kürtlerin
ortaya çıkışından bahsettikleri en erken dönem, Nuh oğlu Sâm’ın soyundan gelen
ed-Dahhâk bağlamındadır. ed-Dineverî’ye göre, Bâbil’in idaresini ele geçiren
zâlim el-Dahhâk’ın omuzlarında iki yılan biçiminde urlar çıkmıştı. Verdiği
acıyı ancak onlara insan beyni yedirerek dindirebiliyordu. Bu sebeple o, her
gün iki insanı kurban ediyor ve beynini yediriyordu. Sonra vezirlerinden biri
bu durumdan rahatsız olup insan yerine koç kurban etti ve her gün iki insanı
kurtardı. Kaçanlar dağlara çıktı ve Kürtlerin kökenini meydana getirdiler.
Ayrıca, ed-Dineverî’ye göre Eski Fars hükümdarlarından Kürtlerin yaylalarında
büyüyenler olmuştur. Keykûbâd’ın oğlu Keyhüsrev, dağlarda yaşayan Kürtlerin
yanında büyümüş; Sâsânîlerin kurucusu Sâsân, babası onun yerine kızkardeşini
tahta geçirince küsüp dağlarda Kürtlerin yanında yaşamıştır. Bu sebeple Sâsân’a
“Kürt Sâsân” ve “Çoban Sâsân” da denmiştir. Dineverî, age, s.7, 16, 30.
el-Mes’ûdî (ö.956) ise Kürtlerin kökenine ilişkin olarak ileri sürülen beş ayrı
görüşten biri olarak Dahhak hikâyesini verir ancak bunun sadece Farsların
tarihlerinde yer aldığına ve diğer kadîm tarihler ile hadîs ve haber
kitaplarıyla doğrulanmadığına dikkati çeker. Tarihçiye göre halk arasında
Kürtlere ilişkin en yaygın soy zinciri en doğru olan birinci görüş olabilir. Buna
göre Kürtler, Maad bin Adnan’ın oğlu Nizâr oğlu Rabi’ah’dan gelmektedir. Eski
zamanlarda yerleşik hayattan ayrılmışlar ve dağlara ve vadilere gitmiş;
onurlarını savunmuşlardır. Gittikleri bölgelerin çevresinde, Farslar ve Arap
olmayan diğer milletlerin şehirleri vardır. Zaman içinde dilleri değişmiş ve
yabancıların dillerine dönüşmüştür. Böylece, her bir Kürt topluluğun kendine
göre bir “Kürtçesi” oluşmuştur. Kürtlerin çeşitli gruplarından “Küfe ve Basra
arasındaki bölgede -ki Dinever ve Hamdan’dır- eş-Şûhcân (الشوهجان)[aşireti]
yaşmaktadır. Bunlar Kürtlerin Nizâr’ın oğlu Rabi’ah’den geldiğini inkâr
etmemektedir. el-Mâcurdânlar (الماجردان) Ezer bölgesindeki Künkûr’da (الكنكور)
yaşamaktadır”, der ve Cibâl bölgesindeki diğer aşiretleri ve Şâm
bölgesindekileri sıralar. el-Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb ve Me’adinu’l-Cevher, Mektebe et-Tevfika, 2003,
c.II, s.112-113. el-Mes’ûdî, kaleme aldığı son eser olan et-Tenbîh’te
ise Kürtlerin kökenine ilişkin başka bir teori ortaya koymaktadır: Buna göre
Kürtlerin soyu, II.Tabaka Farsların ilk kisrâları Menuşehr oğlu İsfendiyâr’ın
oğlu Kürd’den gelmektedir.
el-Mes’ûdî, Kitâbu’t-Tenbîh
ve’l-İşrâf, Brill, Leyden 1893, s.85. Erken
kaynaklardan biri olması açısından İbn
Sa’d’ın Tabakâtı’nda, Ömer bin Abdülaziz’in hükümdarlık döneminde Fars
ülkesindeki Kürtlerin, arazileri üzerinden geçen ticaret kervanlarından vergi
aldıkları ve bunun belli bir kısmını Halifelik memurlarına verdiklerini
kaydetmek de önemli durmaktadır. İbn Sa’d, age, c.5, s.392.
[6] İbn
Hişam, age, s.60.
[7] İbn
Hişam, age, s.233-237.
[8] Batılı
kaynaklar gibi İbnü’l-Esir de 960
senesindeki bir olayı anlatırken, Ermenistan hükümdârlarının “o dönemde”
Kürtlerden ve Ermenilerden olduğunu söylüyor. İbnü’l-Esir, el Kâmil
Fi’t-Târih, Çeviren: M.B. Eryarsoy, Bahar Yayınları,
İstanbul 1989, c. IIX, s. 489-490.
[9] İlk
ve ikinci dipnotta sözü edilen kaynakların bu bağlamda anlattıkları anılan
türdeki karşılaşmaların kuvvetle muhtemel olduğunu ortaya koyuyor.
[10]
ed-Dineverî, age, s. 76; el-Ya’kûbî, et-Taberî ve el-Mes’ûdî Türk
hâqânın adını Şâbeh olarak zikrederler. el-Ya’kûbî, age, s.187; el-Mes’ûdî, Mürûc, c.I, s.240. el-Mes’ûdî’ye göre Hürmüz’ün
annesinin adı Fâkım’dır (= فاقم) el-Mes’ûdî, Mürûc, c.I, s.239. Ermeni tarihçi Sebeos ise
Hüsrev’in annesinin adını “Kayen” olarak anmaktadır: “Hüsrev’in
ölümünden sonra İran’da Hürmüz hüküm sürdü. Hürmüz’ün annesi; Hüsrev’in
karısının adı Kayen’di. Kayen, Hun Hâkânının kızıydı.” Sebeos, age, s.17.
[11]
ed-Dineverî, age, s.80-81; el-Ya’kûbî, age, s. 191; et-Taberî, age,
c.I, s.463; el-Mes’ûdî, Mürûc, c.I, s.240; et-Tenbîh, s.102.
[12]
ed-Dineverî, age, s.103,109; el-Ya’kûbî, age, s. 194-195;
et-Taberî, age, c.I, s.465; el-Mes’ûdî, Mürûc, c.I, s.244.
[13]
Behrâm Çûbîn, “Behrâm el-Ceşnes’in oğludur.” ed-Dineverî, age, s.103;
“Rey şehrinden olup, Azerbaycân’da bulunmaktadır.” el-Ya’kûbî, age, s.
188; “Rey halkından olup, ona Behrâm bin Behrâm denir ve Çûbîn olarak
ünlenmiştir.” ; “Behram'ın dedesi İreş'in adı
anıldı. Perviz, [Behrâm Çûbin’e] İreş'in, kendi dedesi Minuşehr'e itaat etmiş
olduğunu söyledi.” et-Taberî, age, c.I, s.463, 465. “Rey
Mezrubânı [yöneticisi/sınır vâlisi]
Behrâm Çûbîn, [Şît Peygamber’in oğlu] Enûş’un neslinden gelen Çûbîn bin
Mîlâd’ın oğludur.” el-Mes’ûdî, Mürûc, c.I, s.244.
[14]
et-Taberî, age, c.I, s.390, 465.
[15]
ed-Dineverî, age, s. 109.
[16]
et-Taberî, age, c.I, s.463.
[17] Bâbilli
Avcının biri hayvanlara tuzak kurduğu kırda gördüğü yaban Engidu’dan çok korkar
ve babasının öğüdü üzerine onu ancak güçlü Gılgamış’ın yenebileceğini düşünerek
Gılgamış’a gider ve der ki:
"Gılgamış, beni dinle ve bana öğüt ver! Dağdan bir adam geldi. Bu,
ülkenin en güçlü adamıdır. Gökten inen yoğun cevhere benzer; gücü büyüktür. Her
zaman dağda dolaşıyor, hep yabanıl hayvanlarla ot yiyor, ayağı suvatın
[hayvanların su içtiği bölge] karşı yakasından hiç eksilmiyor. Korkudan ona
yaklaşamıyorum. (Avlar için) açtığım çukurları doldurdu. Gerdiğim ağları yerden
çıkarıp kopardı... Kırın kalabalığını, avı elimden kaçırdı. Kırdaki işime engel
oldu!” Gılgamış Destanı, Çeviren: Muzaffer Ramazanoğlu, Özgür Yayınları,
(Tarihsiz), s. 12.
[18] el-Mes’ûdî’ye
göre, Kızıldeniz’le Nil arasındaki bölgede yaşayan bedevîler.
[21] Mekke ve Taif’in dağlarında yaşayan Arap kabilesi
[22] el-Câhiz, “Menâkıbu’t-Türk”, Kitâbu Fezâilu’l-Etrâk, Tahkik:
Abdüsselâm M. Hârûn, Mektebetu’l-Xhâncî, Kahire 1964, s.70-71. Benzer şekilde, et-Taberî’nin
Abdullah İbn Ömer’den aktardığı rivâyette Kürtler, Acemlerin Arabı (bedevîsi)
olarak tanımlanmıştır. et-Taberî, age, c.I, s.146.
[23]
el-Istahrî, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Brill 1927, s.115.
[27]
el-Ya’kûbî, el-Buldân, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût 2001, s.55-56.
[28] Fiten
geleneği ve anılan âlimin eseri için bakınız: Ali Çelik, “Nuaym bin Hammâd’ın
Hadisçiliği ve ‘Kitâbu’l-Fiten’i Üzerine Bir Değerlendirme” Dini
Araştırmalar Dergisi, c.II, s.6, s. 105.
[30] el-Câmi‘u’s-Sahîh,
İmâm el-Buhârî, Dâru İbn Kesîr, Beyrût
1987, c.IV, s.43. Hadîs no: 2927-2928.
[31]
İbnu’l-Adîm, Biyografilerle Selçuklular Tarihi, Çeviri: A. Sevim, TTK
Yayınları, Ankara 1989, s.1-2.
[32]
İbnu’l-Esîr (ö.1230) ve Ebu’l-Ferec’in
(ö.1286) anlattığına göre 1185 yılında el-Cezîre, Musul, Diyarbakır, Ahlat,
Suriye, Şehrizûr ve Âzerbeycan'da yaşayan Kürtlerle Türkmenler arasında ilk
defa olaylar çıkmıştı. Olayların sebebi Nusaybin’de yapılan bir Türkmen düğünüydü.
Düğün alayı Kürtlerin ez-Zevzân kalesinden geçerken Kürtler tarafından yolları
kesildi. Kürtlerin isteği kendilerine düğün ziyâfeti verilmesiydi Türkmenler
ziyâfeti vermeyince Ebu’l-Ferec’e göre Kürtler gelini kaçırıp kalelerine
götürdü; İbnu’l-Esîr’e göre ise Kürtler
Türkmen dâmadı öldürdü. Bunun sonucunda iki taraf arasında tartışma çıktı ve
büyük bir savaş koptu –İbnu’l-Esîr’e göre bu bir fitneydi ve gittikçe yayılıp,
büyüyordu. Binlerce insan katledildi. Nihâyet Erbil vâlisi Mücahüddîn Kaymaz iki
tarafın reislerini çağırıp barıştırdı. Böylece halk eski günlerde olduğu gibi
huzur içinde yaşamaya devam etti. İbnü’l-Esir,
age, Çeviren: c. XI, s. 410; Abûl-Farac Tarihi,
Çeviri: Ö.R. Doğrul, TTK Yayınevi, Ankara 1999, c.II, s. 439-440.
Bibliyografya
İbnu’l-Adîm,
Biyografilerle Selçuklular Tarihi, Çeviri: A. Sevim, TTK Yayınları,
Ankara 1989.
el-Buhârî, el-Câmi‘u’s-Sahîh, Dâru İbn Kesîr,
Beyrût 1987.
ed-Dineverî,
Ahbâru’t-Tıvâl, Brill 1888.
el-Câhiz, “Menâkıbu’t-Türk”, Kitâbu Fezâilu’l-Etrâk,
Mektebetu’l-Xhâncî, Qâhire 1964.
İbnu’l-Esîr,
el Kâmil Fi’t-Târih, Çeviren: M.B. Eryarsoy, Bahar
Yayınları, İstanbul 1989.
Eusebius
Cronicle, Çeviri: Robert Bedrosian, Sources of the
Armenian Tradition, New Jersey, 2008.
Abûl-Farac
Tarihi, Çeviri: Ö.R. Doğrul, TTK Yayınevi, Ankara 1999.
The
Works of Flavius Josephus (30-100), Çeviri: W.Whiston, Ward
Lock Ltd. 1878.
Gılgamış
Destanı, Çeviren: Muzaffer Ramazanoğlu, Özgür Yayınları, (Tarihsiz).
İbn
Hişam, et-Tîcân fî Mulûki Himyer, Merkezu’d-Derâsât
ve’l-Ebhâsi’l-Yemeniyye, San’a 1928.
el-İstahrî,
el-Mesâlik ve’l-Memâlik, Brill 1927.
el-Mes’ûdî,
Mürûcu’z-Zeheb
ve Me’adinu’l-Cevher, Mektebe
et-Tevfika, 2003.
el-Mes’ûdî,
Kitâbu’t-Tenbîh ve’l-İşrâf, Brill, Leyden 1893.
Nuaym bin Hammâd Kitâbu’l-Fiten, Beyrut
1993.
İbn
Sa’d, Kitâbut-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâru’s-Sadr, Beyrut 1968.
Pawstos
Buzand, Ermenilerin Tarihi, Çeviri: R.Bedrosian, Sources of the
Armenian Tradition, New York 1985.
Sebeos’
History, İngilizce’ye Çeviri: R.Bedrosian, Sources of the Armenian
Tradition, New York 1985.
et-Taberî,
Târîhu’l-Rusul
ve’l-Mulûk, Dârû’l-
Kutûbi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1986.
el-Ya’kûbî,
el-Buldân, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût 2001.
el-Yâkubî (ö.897), (Târih, Edit: M.Th.
Houtsma, Brill, Leyden 1883.
The History of Herdodotus,
Çeviri: G.C. Macaulay:
Xenophon, Anabasis, Çeviri:
H.G. Dakyns:
Chavannes, Édouard, Batı Türkleri:
Durmuş, İlhami,
İskitler (Sakalar), Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2008.
Grousset,
René, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1999.
Kiepert,
Heinrich, A Manual of Ancient Geography, Londra 1881.
Nomads
of Euroasian Steppes in The Early İron Age, Edited by:
J.D.Kimball, Zinat Press, Berkeley 1995.
Ögel, Bahaedddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1991.
Ögel, Bahaedddin, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi,
Ankara 1991.
Çelik,
Ali “Nuaym bin Hammâd’ın Hadisçiliği ve ‘Kitâbu’l-Fiten’i Üzerine Bir
Değerlendirme” Dini Araştırmalar Derg., c.II, s.6, s.99-118.
Graba,
Margarita, “You Are What You Wear: Scythian Costume
as Identity”, Dressing The Past, Oxbow Books 2008.
Altay
Ukok Prensesi: http://en.tuva.asia/197-altai.html
Sintaşta-Petrova:
“Ovoo”:
Rus-Slav
halklardaki “barbar” algısı:
“Chariot”:
http://www.nytimes.com/1994/02/22/science/remaking-the-wheel-evolution-of-the-chariot.html?pagewanted=all&src=pm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder