30 Aralık 2013 Pazartesi

Doğu Karadeniz’in Deli Balı: Biyolojik Bir Silah mı?




Balın delisi olur mu? Evet olur. Tabi, balın delisi “mahallenin delisi” gibi bir şey değil! Peki nedir deli bal? Ne zamandır ve neden bu adla anılmaktadır?

Bilimsel verileriyle deli bal,  içerisinde grayanotoxin adlı zehir barındıran bala verilen ad. Grayanotoxin, Ericaceae familyasından bitkilerin çiçeklerindeki nektarda bulunabiliyor. En fazla da  rhododendron cinsinde bulunuyor. Eski Yunanca adı rhododendron (rhodo= gül, dendron= ağaç; gül ağacı) olan bitkinin Türkçe’deki karşılığı, orman gülü. Orman gülünün Türkiye’de görülen rhododendron ponticum ve rhododendron luteum (luteum= sarı) türü, ağırlıklı olarak Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki ormanlarda yetişiyor. Dolayısıyla Doğu Karadeniz bölgesinde elde edilen ballar arasında nadir de “delileri” de olabiliyor.











İşin enteresan tarafı, Doğu Karadeniz’in deli balına ilişkin yazılı belgeler MÖ 400’lü yılların başına kadar geri gidiyor. Nasıl mı? Şöyle: Sokrates’in öğrencisi Xenophon (MÖ 430-354), Farsların (İranlılar) devletindeki taht kavgasına Anadolu valisi Genç Kîrûş yanında yer almak üzere toplanan on bin kişilik orduda yer alan bir kumandandı. O dönem Perslerin idaresinde olan Anadolu’daki Eski Yunan ve diğer Anadolulu halklar ile Asya bozkırlarındaki İskitlerden oluşturulan bu birleşik orduda paralı asker kullanılıyordu.

Xenophon, Anabasis isimli kitabında “Onbinlerin Ordusu”nun Sardes’ten (Salihli, Manisa’daki antik kent) İran’a gidişini ve İran’da yapılan savaşta Kîrûş’un öldürülmesinin ardından ordunun kısmen dağılışını ve kalan askerlerin evlerine dönmek üzere Doğu Karadeniz’e, Trabzon Limanı’na çıkışlarını anlatır.

İran dönüşü pek çok zorluklarla Doğu Karadeniz coğrafyasına ulaşan Xenophon ve askerleri, günümüzde Bayburt’un bulunduğu bölgede oluğu düşünülen İskit ülkesini geçip yüksek bir tepeden aşınca, Maçka’nın güneyinde olduğu tahmin edilen bir bölgeye ulaştı. Xenophon’a göre buradaki bol yiyecekli köylerin tek şaşırtıcı yanı etrafta pek çok bal peteğinin olmasıydı.

Askerler bu balın çok tehlikeli bir özelliğinden habersiz, etraftaki peteklerden bal yediler.  Xenophon, balların tadına bakan askerlerin tümünde bilinç kaybı, kusma ve ishal görüldüğünü söylüyor. Askerlerin, ayakta duracak halleri kalmamıştı. Xenophon’a göre “bu balın bir tadımlık kadarı, körkütük sarhoştan farksız bir etki; daha fazla miktarı ise delilik benzeri bir krize sebep olmuştu”. Serilip kalanların hali “ölümle yüzyüze gelmiş gibiydi”. Şöyle der Xenophon:


Neticede yüzlercesi, büyük bir yenilgiye uğramışçasına, ümitsiz bir şekilde yattılar. Ancak ertesi gün olunca kimsenin ölmediği anlaşıldı; aşağı yukarı önceki gün balı yedikleri saate gelindiğinde bilinçleri yerine geldi. Ciddi bir tıbbî tedaviden sonra iyileşenler gibi, üç-dört gün sonra tekrar ayakları üzerine kalkabildiler.
 

Xenophon'un verdiği bilgilere göre askerlerin takip ettiği yol

Doğu Karadeniz’in deli balına ilişkin tek kayıt Xenophon’a ait değil. Ünlü Yunanlı bilgin Aristo’nun (MÖ 384-322) olduğu söylenen Mirabilibus Auscultationibus isimli eserde de deli bala ilişkin bilgiler vardır. Ancak oradaki bilgilerden, deli balın hangi bitkinin nektarından kaynaklandığı konusunda dönem insanlarının doğru bilgiye sahip olmadıkları anlaşılıyor. Nitekim Aristo’ya, ulaşan haberlere göre, Pontus Krallığı’ndaki Trabzon’da arılar, şimşir ağacından sert kokulu bir bal yapmaktaydı. Bu bal, sağlıklı adamı deliye çevirdiği gibi, epilepsi hastalarını tedavi etmekteydi.

 Öte yandan, Amasyalı Strabo (MÖ 64-MS 24) da ünlü Coğrafyası’nda deli baldan bahseder. Bu kez bağlam hayli ilginçtir. Çünkü Strabo’nun anlattıklarından yola çıkarak Doğu Karadeniz’in deli balının tarihte kullanılan ilk biyolojik silah olabileceği dahi düşünülebilir. Nitekim Stabo’nun ilgili satırları, deli balın Doğu Karadeniz’in yerlileri tarafından, Romalı üç bölük askerin etkisiz hale getirilmesinde nasıl kullanıldığını anlatmaktadır.



Romalı Pompey (MÖ 106-48), Roma’ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren kadîm Pontus Krallığı’nın  Fars-Yunan kökenli kralı VI. Mitrades’e karşı savaşmak için Anadolu’ya gelen bir komutandı. Enteresan bir ayrıntı, aynı zamanda bir bilim adamı olan VI. Mitrades ise, zehirbilim konusunda sıkı bir uzmandı. O kadar ki muhtemelen kendi üzerinde yaptığı deneyler sonucunda, zehirlere karşı bağışıklık sağlamayı dahi başarmıştı.

Strabo, VI. Mitrades döneminde Trabzon ve Giresun’un (Pharnacia)  sahilden yükselen kısımlarındaki engebeli İskit (Scydises) Dağı’nda, çeşitli yerli toplulukların yaşadığını söylüyor. Dağın tepeleri ise Heptakometler’in (Heptacometae) elindeydi. Strabo’nun anlattığına göre, Giresun dağları’nın çaprazlama geçtiği bu bölgede yaşayan toplulukların tümü oldukça vahşiydi.

Ağaçlarda ya da küçük kulelerde yaşayan bazı Heptakometlerin de olduğunu söyleyen Strabo, onların Pompey’in ordusundan üç bölüğü anılan İskit ve Giresun dağlarından geçerken nasıl yok ettiğini de anlatıyor. Bu noktada deli balın Heptakometlerin bu saldırısıyla olan önemli bir bağlantısı ortaya çıkmakta: Strabo’ya göre bu yerli halk, yöredeki ağaçların dallarına koydukları peteklerden deli bal sağıp, tabaklara doldurmuş ve Pompey’in askerlerinin geçeceği yolların kenarlarına koymuş.  Bekledikleri gibi de olmuş;  baldan tadıp bilinçlerini kaybeden askerler rahatsızlanınca üzerlerine saldırarak kolayca onları yenmişlerdi.

Strabo’nun anlattıkları, insanın aklına kadîm Pontus Kralı VI. Mitrades’in zehirli maddeler konusundaki meşhur uzmanlığını getiriyor. Ayrıca kaynakların çizdiği meraklı portreye bakılırsa VI. Mitrades, muhtemelen Xenephon’un askerlerinin başına geleni de biliyordu. O halde, Kral, kendi hakimiyet bölgesindeki bu yerli topluluğun reisleriyle görüşüp onları, Pompey’in askerlerine karşı bir tür biyolojik silah olarak deli bal kullanmaya ikna etmiş olamaz mı? Nitekim dağın başında yaşayan vahşi bir halkın bu kadar planlı ve stratejik davranmayı başarmış olması şaşırtıcı duruyor.



Dr.Emine Sonnur Özcan
BTD Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır.







http://www.uludagaricilik.org.tr/dergi/2011/2011-4/mak3.pdf 
http://www.dagem.duzce.edu.tr/Dokumanlar/7c53aefa-9f80-48c5-bdf8-fa2d6cc4e442_Calistay_Sunum_10_DN_BOLUKBASI.pdf 
Xenophon, Anabasis, IV. Kitap, VIII. Bölüm, Çeviri: H. G. Dakyns, ELPN Press, 2007. 
http://www.gutenberg.org/files/1170/1170.txt 
On Marvellous Things Heard (de Mirabilibus Auscultationibus) Loeb Classical Library
Cambridge-London, 1936.

http://penelope.uchicago.edu/Thayer/E/Roman/Texts/Aristotle/de_Mirabilibus*.html 
Strabo, Coğrafya, XII. Kitap, 3. Bölüm Yunanca’dan Çeviri: W. Falconer, Londra, 1903. 
Akıncı, Sinan, Kamber Karakurt, Atiye Çengel, Uğur Arslan,  “An Unusual Presentation of Mad Honey Poisoning”, International Journal of Cardiology, 129 (2008) e56–e58 
Kelhoffer, James A., ‘John the Baptist’s “Wild Honey” and “Honey” in Antiquity’, Greek, Roman, and Byzantine Studies 45 (2005) 59–73. 
http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0196064409006416

Balarısının Uzun Tarihinden Kısa Notlar




Arana Mağarası’ndaki (İspanya) bal toplayan insan resmi (MÖ 6000'ler)
Gün ağarır ağarmaz, dışarıya ağaçtan yapılmış büyük bir sofra çıkardı
Akikten fincanı balla, lâcivert taşından fincanı tereyağıyla doldurdu

Gılgamış Destanı, VIII. Tablet (Babil, MÖ 2500)
























İnsanoğlunun, balı tattığı ya da arıların hışmına uğramadan petekten bal almayı başardığı dönem tam olarak bilinemese de balarısının insandan milyonlarca yıl öncesinde var olduğunu fosilbilim ortaya koymuş durumda. Amber içinde hapsolmuş durumdaki balarısı fosilleri yaklaşık 30-40 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor. İnsanın ateşi bulmasıyla arıları kontrol altına aldığını ve böylece dilediğinde doğal peteklerden bal almaya başladığını düşünmek tuhaf olmaz. En azından bu açıdan bakıldığında, güneşin altında o günden bugüne değişen pek bir şey yok. Çünkü içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bile, petekten bal alınırken arıları uzaklaştırmak için odun ya da tezek yakılarak elde edilen dumandan faydalanma tekniği kullanılıyor.

Balarısı: Efsanevi Böcek

Balarısı, tarih öncesi bin yıllardan orta çağlara değin dünya üzerindeki tüm toplulukların efsanelerinde yer almış olmalı. Üzerine arı tanrıçaya tapınma sahnesi çizilmiş ünlü Sümer tabletinden ve Mısır firavun damgalarındaki arı figürlerinden anlaşıldığı üzere, Sümerler ve Mısırlılar balarısını, kutsal bir kuş olarak sembolize ediyordu.
Mısırlılar, balarılarının tanrı Ra’nın gözyaşlarından ürediğine inanırdı. Balarısı su kamışıyla birlikte, bin yıllarca Mısır devletinin sembol figürleri olarak kullanıldı. Kaldı ki, MÖ 3100 gibi eski bir tarihte yaşamış bir firavunun lakabı “balarısı”ydı.
Eski Mısır'ın sembolleri: Balarısı ve su kamışı .Nisu Piramidi (MÖ 2500 civarı)
Hititlerin Telepinu efsanesine göre, büyük tanrı Güneş, ülkedeki varlık ve bereketi de yanına alarak kaybolan tanrı Telepinu’yu bulma görevini balarısına verdi. Arı Telepinu’yu uyur halde bulunca onu sokarak uyandırdı ve ülkesine geri döndürmeyi başardı.
Yunan mitolojisinde -ismini arıların çok sevdiği düşünülen limon otundan alan- Melissa, Girit kralının iki peri kızından biriydi. Melissa, kızkardeşi Amalthee ile beraber bebek Zeus'u balla besleyip büyüttü. İnanışa göre Melissa, arı perisidir. Öte yandan, eski Yunanlılara göre balarıları, şairlerin ilham perisiydi. Bu yüzden yeni doğan bebeklerin dudaklarına bal sürülürse ilerde büyük bir şair ya da iyi bir konuşmacı olacakları düşünülürdü. Tanrılara yapılan sunularda bal ve balla yapılmış pastalar büyük kıymet taşırdı. 
Hint mitolojisinde Bhramari Devi, siyah arıların tanrıçasıdır. Kelt mitolojisinde ise arıların bu dünya ile öte dünya arasındaki elçi olduğuna inanılırdı.

               
                Eski Dünyanın Günlük Hayatında Bal

Ortaçağlar öncesi dünyadaki insanların hayatlarında bal, dini ritüeller ve günlük tüketim açısından son derece önemliydi. Halikarnaslı Herodot’a (MÖ 484-425) göre Babilliler ölülerini bala bulayıp gömüyordu. Mısırlılar ise mezarlarına, bal petekleri de koyuyordu.
Herodot’un verdiği bilgiler arasında eski Yunan kültüründe balın pasta yapımında kullanıldığını ifade eden satırlar var. Buna göre Samoslular susam ve balla, Atinalılar ise balla pastalar yapıyordu. Pastalarını hem tanrılara sunar hem de günlük hayatta tüketirlerdi. Herodot tarihinde, Afrika’nın kuzey batısındaki toplulukların arıcılık ve bal ticareti yaptığını da söylüyor. 

Arıların saldırısına uğrayan adamların resmedildiği Eski Yunan vazosu (MÖ 550)

Öte yandan, Hitit yasalarındaki arı kovanıyla ilgili iki madde, arıcılığın toplumsal hayattaki önemli yerine ışık tutuyor. Yasalara göre arı kovanının çalınması halinde, mağdur tarafa ödenmek üzere, hırsıza para cezası uygulanırdı.
Çorum yakınlarındaki Boyalı Höyük’te 2004 yılında yapılan kazılar, Hititlerdeki arıcılığın arkeolojik izlerini de ortaya koydu. Höyükte bulunan toprak kaplar içindeki karışım incelendi. İnceleme sonucunda, karışımın bal ve çörek otundan oluştuğu anlaşıldı.
 Benzer şekilde Mısır’da, İsrail’de ve başka yerlerde son yüzyılda yapılan arkeolojik kazılarda nadir de olsa bal kalıntılarına rastlanıyor.

Arıcılık Eski Mısır’da Başladı
Esasen insan, arı ve bal ilişkisinin gözlenebileceği en eski arkeolojik izler MÖ 6000’li yıllara kadar gidiyor. İspanya’nın doğusundaki Arana Mağarası’nın duvarlarında keşfedilen resimde, yüksek bir kaya veya ağaçtaki bir oyuktaki arı yuvasından bal alan bir insan ve etrafında uçuşan arılar yer alıyor. Mısır’da Kahire yakınlarındaki Ebû Sîr’deki Nyuserre Güneş Tapınağı’nda bulunan duvar resimleri ise insan yapımı petek arıcılığının başlangıç yerinin Mısır olduğunu gözler önüne seriyor. MÖ 2500’lere tarihlendirilen tapınağın duvarlarında, kilden yapılmış yatay petekler içine duman verdiği düşünülen bir kişi ve bal toplayan görevliler ayrı ayrı resmedilmiş. 


Pabasa mezarındaki duvar resimlerinde Eski Mısır’da arıcılık (MÖ 7. yüzyıl)
Eski Mısır farklı mekânlardaki duvar resimleri, arkeolojik ve yazılı buluntularıyla, bilim çevreleri tarafından sabit petek arıcılığının başladığı tahmin edilen kültür olarak kabul edilmiş. Bununla beraber MÖ 2000-1000 yıllarında, Orta Volga bölgesinde, ağaç kovukları ve dallarındaki doğal petekler aracılığıyla arıcılık yapıldığına ilişkin bilimsel kanıtlar da var.

Eski Dünyanın Ballı Reçeteleri
Sümer’de, Babil’de, Mısır’da, Hitit’te, Eski Yunan’da, Roma’da, Hint’te, Maya’da, Çin’de ve eski dünyanın diğer kültür merkezlerinde balın ilaç yapımında kullanıldığına ilişkin bilimsel kanıtlar günümüze kadar ulaşıyor. 
MÖ 1900-1250 arasına tarihlendirilen Sümer kil tabletlerindeki ilaç içeriklerinin %30’unda bal var. Tıbbi içerik taşıyan Ebers Papirüsü’ndeki (MÖ 1150) bilgiler balın Mısır’da yalnızca temel bir tüketim maddesi değil, aynı zamanda çok yaygın bir ilaç olduğunu ortaya koyuyor. Mısır tıbbında bal yoğunluklu olarak yanık tedavisinde, ülserde ve göz hastalıklarında kullanılıyordu. Ayrıca laksatif etki yapan ve kurt düşüren ilaçların olmazsa olmaz girdisiydi.

Kutsal Kitaplarda Arı ve Bal

Yabani petek
Bütün mükemmelliği ve faydasıyla bal ve arı, üç büyük kutsal kitaba (Tevrat, İncil ve Kuran) konu olmuş. Her üç kitapta da özellikle yabani bala (doğal arı yuvasında, insandan uzakta üretilen bal) ilişkin bazı ifadeler yer alıyor. Tevrat’ta ve İncil’de ayrıca, yabani balarısından ve saldırganlığından da bahsediliyor. Diğer iki kutsal kitapta rastlanmayan bir şekilde, Kuran’daki surelerden birinin adı “Nahl” yani arıdır. Arı Suresi’nde iki ayet (68-69) doğrudan arının yaptığı yuva, bal yapma süreci ve balın iyileştirme gücüne ayrılmıştır.




Eski İnsanlar 
Balarısını Ne Kadar Tanıyordu?
Arıların niteliklerine ilişkin bilinen en eski yazılı kaynaklar Eski Yunan dönemine ait. Platon (MÖ 428-347) Sokrates’le diyaloglara yer verdiği ünlü Devlet isimli kitabında müsrif bir devlet adamını kovanın içindeki erkek arıya benzeterek şöyle der: 

“Böylesinin evdeki erkek ya da peteğin içindeki erkek arıya benzediğini ve tıpkı petektekilere olduğu gibi şehirdekilere de baş belası kesildiğini söyleyemez miyiz?”
“Tam da öyledir, Sokrates.”
“Pekala Adeimantus, Tanrı uçan erkek arıları bütünüyle iğnesiz yarattığı halde yürüyen erkek arıların bazılarını iğnesiz bazılarını ise ölümcül iğneleriyle yaratmış. Öyle ki iğnesiz olanlar sınıfı ömürlerini dilenci olarak tamamlarken iğneli olanların tümü ifade edildiği üzere kanun tanımazlar sınıfını oluşturur.”
“Son derece doğru” dedi.

Ünlü bilgin Aristo (MÖ 384-322) ise Hayvanların Tarihi isimli kitabında doğrudan balarısına ilişkin kendi gözlemlerini ve o dönemde doğru kabul edilen verileri uzun uzadıya anlatır. Aristo’nun günümüzden yaklaşık 2350 yıl öncesinde balarısına ilişkin verdiği bilgiler, insanoğlunun bu gizemli ve mükemmel böceğe karşı duyduğu merakın ne kadar eski olduğunu gözler önüne seriyor.
Bilgin, arının besininin bal ve başka bazı tatlılar olduğunu ve besinlerini başka bazı böcekler gibi koklayarak bulduğu görüşündedir.
Aristo kitabında, Eski Yunan’da arıların nasıl ürediğine dair ileri sürülen çeşitli görüşleri de aktarıyor: Bazılarına göre arılar çiftleşmez ve doğurmaz, ama buna rağmen yavru edinir. Onlara göre arılar (günümüz tanımlamasıyla işçi arılar) “callyntrum” isimli bir çiçekten, sazlık çiçeğinden ve zeytin ağacı çiçeğinden üremiş olabilir. Başkaları ise arıların kovanın kralı tarafından, oğul arıların ise yukarıda sıralanan çiçeklerden ürediğini düşünür. 
Tanrıça Artemis'in eteğindeki arı figürleri (Efes, MÖ VI.yüzyıl)

Aristo “kovanın erkek yöneticisi” şeklinde tanımladığı kraliçe arının -karnında işçi arıları taşıdığı düşünülerek “ana arı” olabileceğini ileri sürenlerin de bulunduğunu aktarmasına rağmen- bir dişi olduğu görüşünü kabul etmez. Bununla beraber, yöneticinin işçi arıların oluşmasında büyük katkısı olduğunu belirtir. Çünkü petekte yönetici yokken işçi arı üretilmemektedir. Ancak Aristo’ya göre arı, larvalarını bilinmeyen bir yolla doğadan edinip ağzıyla peteğe getirir; peteğin hücrelerine yerleştirir ve üzerinde bir kuş gibi kuluçkaya yatar. Petekte yönetici yoksa bunlar işçi arı değil, oğul arı olarak yaratılacaktır.
Öte yandan Aristo’ya göre arı dile benzer organıyla nektar emmek ve bacağında biriktirerek polen ve mum toplamak için petekten çıkar. Ancak nektar almak için her sefer aynı cins çiçekten faydalanır, asla farklı çiçeklere konmaz. Peteğe döndükten sonra bacaklarındaki yükü boşaltır, karnındaki çiçek nektarlarını ise petek hücrelerinin içine kusar. Aristo ayrıca, arıların peteğe taşıdığı maddelerin tam olarak bilinmesinin mümkün olmadığını da vurguluyor.
Bir başka antik dönem bilgini, Romalı Marcus Porcius Cato’nun (MÖ 234-149) De Agricultura isimli kitabı, Romalıların arılara ilişkin zayıf fakat renkli bilgilerini yansıtıyor. Cato’ya göre arılar kısmen diğer arılardan kısmen de öküzlerin çürüyen kemiklerinden üremiştir. Cato, bununla ilgili olarak Romalı şair Archelaus’un mısralarından da örnek verir:

Yaban arıları atlardan, balarıları sığırlardan doğar

Cato’ya göre arılar dışarıdan getirdikleri malzemelerle petekte dört madde üretir: Bunlar mum, propolis, erithacen (arı besini) ve baldır. Peteğin girişinde dışarıdan gelen malzemeleri bırakmak amacıyla oluşturulan bir bölme vardır. Arılar bu bölmeyi yapmak için sakızımsı bir madde üretir. Cato bunu propolis olarak tanımlar. Erithacen ise arı besini olmasının yanı sıra petek hücrelerini birbirine yapıştırmak için de kullanılan bir maddedir. Petek ve petek hücreleri balmumundan yapılır. Her hücre altı ya da arı ayağının verdiği şekil kadar kenara sahiptir. Cato’nun başka bilginlerden edindiği verilere göre, arılar ürettikleri bu dört maddenin malzemesini farklı bitkilerden toplar.

                Modern bilim verileriyle bakıldığında, Cato’nun verdiği bilgilerden galiba en doğrusu, temiz suyun arılar için taşıdığı önemdir. Su içmenin arıların beslenmesinin bir parçası olduğunu ifade eden Romalı bilgin, peteklerin yakınında temiz su kaynaklarının olması gerektiğini; temiz suyun, arıların iyi bal yapması için büyük öneme sahip olduğunu belirtiyor. Öte yandan Cato’nun verdiği bilgilerden arıcılığın MÖ önce 3. ve 2. asırlarda ciddi bir ağırlığı olduğu da anlaşılıyor. Bir dostu kendisine, İspanya çevresindeki peteklerinden yıldan 2,3 ton bal aldığını söylemiştir.

Erken İslam Ortaçağı’nda Bal ve Balarısı

                Elimizdeki kaynaklardan yola çıkarak, eski Yunan ve Roma’nın ardından yükselen erken Ortaçağdaki İslam biliminde de balarısına ve bala duyulan ilginin devam ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle Abbasiler döneminin ilk yarısında (750-1000) yaşayan bilim adamları tıp eserleri başta olmak üzere yazdıkları eserlerde bala ve balarısına ayrıntılı atıflarda bulunmuş.

                Ünlü Bilgin İbni Sinâ (980-1037) tıp ve farmakoloji üzerine yazdığı el-Kânûn fi’t-Tıb isimli eserinde balı, çiçekler ve diğer bitkilerde saklı olan ve arıların topladığı bir tür çiy olarak tanımlar. Ona göre bu çiy yükselen bir buğudur ve geceleri atmosferde dönüşüme uğrayarak hacim kazanır, böylece olgunlaşıp bal olur. İbni Sinâ’ya göre arı, balı yaptığı malzemeyi gizler. Bunun sebebinin arının yaptığı ürün üzerindeki hâkimiyetini koruma güdüsü olabileceğini düşünür. Ayrıca, arının bala kattığı şeylere göre balın besleyiciliği ya da kalitesizliği ortaya çıkar. Örneğin “acı bal” adı verilen bir bal türü vardır. İbni Sinâ iyi balın şekerli, hoş kokulu, hafif kekremsi ve kırmızıya dönük bir renkte olması ve ağdalı yapısı nedeniyle kesintisiz akması gerektiğini söyler. Baharda alınan bal en iyisidir, ardından yaz balı gelir.

                Ünlü bir başka İslam bilgini Ebû Reyhân el-Bîrûnî (ö. 1048) ise kıymetli taşlar ve madenler üzerine yazdığı el-Cemâhîr fî Ma’rifeti’l-Cevâhîr isimli eserinde, arının bal yapma sistemine ilişkin Araplar’daki yaygın kanıyı ve kendi bilimsel gözlemlerini aktarır.

Araplar arının çiçeklerin nektarını alıp yiyecek olarak karnına doldurduğunu ve bedeninde üstte ve alttaki delik dışında bir çıkış olmadığını gördü. Bu nedenle onlar balı, arıların karınlarının iki çıkışıyla dışarı çıkan bir gıda biçiminde tasavvur ettiler.
Arı hortum şeklindeki ağzıyla, çiçeğin ortasında, tozdan sürmeye benzer nimeti (polen) toplar. Elleriyle hortumundan alıp bacağına aktarır ve kovana taşır. Ondan bal üreterek, yavrularının beslenmesi, çiçek ve meyvelerin olmadığı durumlarda kendisine azık olması için hücrelere doldurur. Arının taşıdığı yükün onun alt deliğinden çıkan kısmı, dünyanın en kötü kokulu şeyiyken, o kovanın tertemiz kalarak zarar görmesini engeller. Arı güzel kokulara ve hoş tatlara düşkündür.

el-Bîrûnî’ni anılan kitabında, diğer bir bilim adamı Ebû Hanîfe ed-Dineverî’nin (ö.896) şunları söylediğini aktarıyor:

Arı, balın ve yavruların üzerini ince bir balmumu tabakasıyla kapatır ve kapattığı yeri koyu siyah, keskin kokulu, muma benzer bir şeyle sıvar. Bu, darbe ve yaralara karşı etkili bir ilaçtır. Ancak ender bulunur. Farsça’da mumya adı verilir.

Sözlü, yazılı ve arkeolojik kaynaklardan anlaşıldığı üzere, varlığı belki de dünyanın kendisi kadar eski olan balarılarının tarihin her döneminde insanoğlunda merak uyandırdığını görüyoruz. Balarısı eski toplulukların efsanelerinde, tapınma ritüellerinde ve hâkimiyet sembollerinde yerini almış. Bu merakın odağında mükemmel besin olan balın gizemi de yer alıyor. Olağanüstü sayılabilecek bir disiplin ve işbölümüyle ürettikleri balın çok lezzetli üstelik de şifalı olması, insanın balarısını kontrol etme sürecini hızlandırdı. İnsan, ateşin dumanı sayesinde bunu başardığında, arının yuvasını yakından gözlemeye ve bu “kanatlı sosyal böceğin” anatomisi, çalışma biçimi ve ürünleri ile ilgili kuramlar geliştirmeye başladı. Orta çağlardan modern dönemlere gelindiğinde, balarısına ilişkin eski bilgilerden yanlış olanlar yerini yeni ve kanıtlanabilir doğrulara bıraktı. Ancak günümüzde balarıları hakkında hâlâ pek çok bilinmeyen olduğu da su götürmez bir gerçek. 



Dr.Emine Sonnur Özcan
BTD Ocak 2014 Sayısı'nda yayımlanmıştır.

 

Kaynaklar
http://www.sjsu.edu/people/cynthia.rostankowski/courses/119a/s4/The%20Epic%20of%20Gilgamesh.pdf
Cook, A. B., “The Bee in Greek Mythology”, The Journal of Hellenic Studies, Cilt 15, s. 1-24, 1895.
Crane, E., The World History of Beekeeping And Honey Hunting, Routledge, 1999.
Chepulis, L., Healing Honey: A Natural Remedy for Better Health and Wellness, BornWalker Press, 2008.
http://www.biblestudytools.com/encyclopedias/isbe/bee.html

4 Kasım 2013 Pazartesi

Marmaray’ın Atası Osmanlı Projeleri: Boğazın İki Yakasını Bağlama Girişimleri



Asya ile Avrupa’nın iki ucuna birden konumlanmış İstanbul’da kıtaları birbirine bağlayan bir köprü yapılmasına dair en eski bilgiye Herodot sayesinde ulaşıyoruz. Pers Kralı Daryus (MÖ 522-486) Orta Asyalı İskitlerle savaşa hazırlanırken İstanbul Boğazı üzerinde gemilerden oluşan bir yüzer köprü yaptırmıştı. Daryus’tan sonrasında tarih kayıtlarına geçen bir başka Boğaz köprüsü projesi bilinmiyor. Ta ki 19. yüzyıla kadar.

Raylı sistemlerin 19. yüzyıl başlarına dünya üzerinde kullanımı (1907-İngiltere) Osmanlı’ya o günün koşullarında erken sayılabilecek bir dönemde ulaştı. 1869’da Karaköy ve Beyoğlu arasındaki metro (tünel) kazılmaya başlandı ve İstanbul Tüneli adıyla 1875 tarihinde hizmete girdi. Öte yandan daha 1871’de tramvay hizmete sokulmuştu. 

II. Abdülhamid devrinde (1876-1909) Boğaz’ı birleştirmek üzere demiryolları, köprüler ve tünellerden oluşan birbirinden etkileyici projeler hazırlatıldı. Marmaray’ın atası sayılabilecek projeler, Asya ve Avrupa yakaları arasında bir tüp geçit yapımına hazırlık içindi. 1876’dan itibaren, değişik ülkelerden mimarlar ve mühendislerce pek çok proje Osmanlı Devleti’ne sunuldu. Bunlar arasında en meşhurları 1891’de Fransız mühendislerin ve 1902’de ABD’li mühendislerin II. Abdülhamid’e sunduğu tüp geçit projeleridir. 
 
Sultan II. Abdülhamit Zamanında Hazırlanan Tüp Geçit Projeleri
1891 yılında S. Preault tarafından hazırlanan “Deniz Altı Çelik Tünel” projesi (yukarıda)
1902 yılında F. E. Strom, F. T. Lindman ve J. A. Hilliker tarafından hazırlanan tüp geçit projesi (aşağıda)


1891’de Fransız mühendis S. Preault tarafından “Deniz Altı Çelik Tüneli” başlığıyla sunulan projede Sarayburnu ile Üsküdar arasında raylı sistemle işleyecek bir tüp geçit öneriliyordu. Denizin altında, tabana 13 sütün sabitlenmesini de içeren proje arşivlerde yer alıyor. 

1902’de ABD’lilerin sunduğu projeye Tünel-i Bahrî (Deniz Tüneli) adı verilmişti. Bu proje de bir raylı sistem tüpgeçit projesiydi. Yenikapı’yla Harem arasında, denizin içine sabitlenmiş 16 sütun üzerinden geçirilen üç vagonlu bir tren tasarlanmıştı. 


II. Abdülhamid dönemi, İstanbul’un iki yakasını bağlayacak deniz altı tüp geçit projeleri yanında boğazın üstünde yapılması planlanan köprü projeleriyle de önem kazanıyor. 1900 yılında Fransız mühendis F. Arnodin’e Boğaz üzerinde iki ayrı köprü projesi çizdirirldi. Çelik konstrüksiyon köprü projelerinin ilki Sarayburnu-Üsküdar, ikincisi ise Rumeli Hisarı Kandilli arasında konumlandırılmıştı. Tren, araba ve yayaların geçmesine uygun tasarlanan köprüler “Hamidiye Köprüleri” projesi olarak anılmaktadır. 

Leonardo da Vinci'nin Haliç Köprüsü Projesi


Osmanlı döneminde İstanbul'un ulaşımına ilişkin çözüm girişimlerinin ilki, 16. yüzyılın hemen başına tarihleniyor. 1502 yılında Osmanlı Sultanı II. Bayezid’e (1481-1512) Leonardo da Vinci tarafından (1425-1519) bir mektupla sunulan 240 m. uzunluğundaki Haliç köprüsü projesinin uygulanmamasının nedenlerini bilmiyoruz. Leonardo'nun Haliç köprüsü projesi Norveçli mimar Vebjorn Sand tarafından hayata geçirildi ve 2001 yılında Oslo’da hizmete açıldı.

Üstte Leonardo da Vinci'nin kendi elinden II.Bayezid'e sunduğu Haliç Köprüsü projesinin çizimi. Aşağıda projenin bir sergi için makete dönüştürülmüş ve daha aşağıda Oslo yakınlarında inşa edilmiş hali.
 
 
Kaynaklar
Sultan II. Abdülhamit Han’ın Tüp Geçit Projeleri, Hazırlayan: Ö. Faruk Yılmaz, Çamlıca Basım Yayın, 2010
Sultan II. Abdülhamit Han’ın “Cisr-i Hamîdî” (Hamidiye Köprüleri) Projesi, Çamlıca Basım Yayın, 2009
Herodot Tarihi, 4.Kitap: http://www.gutenberg.org/files/2707/2707-h/2707-h.htm#link42H_4_0001
http://www.livius.org/bn-bz/bosphorus/bosphorus.html