4 Mayıs 2002 Cumartesi

Medeniyet dediğin

"Hani, uygarlık neremizi yumuşatmış bizim? Uygarlık duygularımızın çeşidini artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Zaten bu duyguların çeşitliliği yüzünden insanoğlu sonunda korkarım kan dökmede de bir zevk aramaya kadar varacak. İşin kötüsü, böyle bir şey başına çoktan gelmiştir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıklar gösterenlerin, uygar kişiler olduklarına hiç dikkat ettiniz mi bilmem! Attila’ların Stenka Razin’lerin bile ustalıkla eline su dökemiyecekleri bu baylar, gene de onlar kadar göze çarpmıyorlarsa eğer, bunun tek nedeni: sık sık rastlanmaları ve görüle görüle bir alışkanlık yaratmalarıdır.”

Yukarıda gördüğümüz gibi, Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Yeraltından Notlar’ında, bugünün insanının burnunun dibine kadar gelmiş olduğu halde görmemekte ısrar ettiği uygarlık-insanlık çelişkisini, aşağı yukarı yüz elli sene önce, çarpıcı bir biçimde tespit etmiş. İlerleme, küreselleşme, kapitalizm... adına ne denirse densin, bu kadar “toptan acımasız” bir düzen, tarih boyunca görülmemiş olmalı... Devletlerin birbirleriyle olan anlaşmazlıkları sonucu insan-insana yaptıkları kanlı savaşlar, bu “küresel zulüm”e göre daha insansı geliyor... Dünyamızın üzerinde yaşayan insanların beşte biri kadar olan “imtiyazlı” kesim, doğal kaynakların beşte dördü gibi kocaman bir kısmını kullanıyor; bu kullanım öyle zalim ve akılsızca bir kullanım ki, dünya, bu adamlara, hem yerden hem de gökten “illallah!” diye haykırıyor. Bütün bunları “ilerleme”, medenileşme”, “refahı artırma” adına yaptıklarını iddia ederlerken, sınırsız bir küstahlıkla bindiğimiz dalı kesiyorlar! Dünyamızın bu “ekolojik zulmü” daha fazla taşıma ihtimali, bilimsel olarak yok. Fosil bazlı enerji kaynakları, bunlardan üretilenlere, biyosferin, ozonun tahammülü kalmamış durumda. Biyosfer kaç elli yıl daha buna dayanır bilinemiyor; ozon, bırakın delinmeyi, son araştırmalara göre ortadan ikiye ayrılmak üzere... yer altı ve yer üstü kaynakların, canlıların etkilenimleri ise ortada... İşin en adaletsiz tarafı ise bu faciaya aktif olarak en minicik bir katkısı dahi olmayan “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan ülkeler”, buna sebebiyet veren teknolojilerin, üretimlerin hem, ham madde kaynaklarını sağlamak durumunda bırakılmışlar; hem de denizleri, akarsuları bu “ileri” ya da “zengin” devletlerce üretim artıklarının bırakıldığı “çöp dökme mekanı” olarak kullanılmış, kullanılmakta.Buna karşın, her geçen yıl aralarındaki gelir uçurumu daha da büyümekte. Hepsinin ötesinde, onların dünyaya -sorgusuz sualsiz- yaptıkları bu tecavüzün sonuçlarına tüm dünya insanları katlanmak zorunda. Bu nasıl bir “faşizm”dir? Ne uğruna yapılıyor bunca fenalık? İnsanın “insan olma hali”nin, kendisinin de –bitkiler, hayvanlar gibi- bir parçası olduğu doğa ile kurduğu sevgi ve de saygı dolu ilişkilerle bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Köy yaşamını bilenler, bu ilişkinin nasıl kendiliğinden kurulduğu ve yaşatıldığını, köylülerin, toprakları-hayvanları-kendileri arasında kurulan bu döngüsel ilişkide, her aktöre nasıl değer verdiklerini, nasıl koruduklarını ve nasıl kıyamadıklarını çok iyi bilirler... Yaşanan bu ilişki biçiminde doğa, insanlara; sınırını, sabrı, vefayı, cesareti, hassasiyeti ve mutlu olmayı öğretir. Onun içindir ki bu insanlar kendi aralarında sevimli ve yürekli ilişkiler kurarlar. Sahici kaygıları, sahici mutlulukları vardır.“Medeniyet”, “ilerleme” adına çomak sokulan bu doğa-insan ilişkisi, insanı insan olmaktan uzaklaştırıp, hırs, tüketim ve kudret hezeyanına sokuvermiş gözükmekte... Tüm bu “gelişmeler”, insanın içinde hep taşıya geldiği kötü tarafını biledi, biledi... Köyünde kalabilenler, bu hezeyan içinde daha çok kazanmak ve daha çok tüketmek adına, geleneksel olarak getirdiği –çoklu- üretim biçimlerini terk edip, fabrikasyon usulü tek ürüne ya da sera üretimine yöneldi. Bu yönelim, toprağa olan saygıyı ve vefayı kırarak onları sabırsızlığa sürükledi; ondan veremeyeceği kadarını bekler oldu ve bu yüzden kimyasal katalizörlere başvurdu. Sonra... Şehirlere, fabrikalara, beton binalara tıkılan insanların ise, “doğadan zarif ve mantıklı çözümler edinme” imkanları hemen hemen hiç yok. Onlar, on yıllardır -ne pahasına olusa olsun-“ilerleme”nin kutsallığına inandırılmaya çalışıldılar. Bu imanın toplumsal sarhoşluğundan, aksini savunmayı dahi akıllarından geçiremediler. “Ne kadar bireysel ‘takılabilirsek’, ne kadar çok tüketirsek o kadar ‘ilerici’ olabiliriz” dediler, dediler... Sonuçta, söz konusu “ilerleme”nin sadece küçük bir insan topluluğuna “yaradığını”; dünyaya, insanlığa hem madden, hem de manen hiçbir getirisinin olmadığı; buna karşın çok ciddi, onarılmaz yaralar açtığı seslendirilmeye başladı. Bu mütecaviz dünyadaşlarımız, olmayan hassasiyetlerinden kaynaklanan küstahlıkla, kendilerine ikinci adres olarak dünya dışında, Samanyolu’nda mekanlar aramaktalar... Çünkü, onlar için “onlardan sonrası tufan!”. Ancak, korkarım gerçek tufan, onların bu dünyadan oraya göçme teknolojisini bekleyemeyecek kadar yakınımızda...

sonnur aralık 2002