“(….) Aslında bazı insanların
bunları anlamakta zorluk çekmesini de yadırgamıyorum; çünkü siyasî tarihimizde
bunun çok örneği yok.” diyor, Sayın Hüseyin Çelik… AK Parti Sözcüsü’nün
kastettiği, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki –kendi ifadesiyle– “kardeşlik
hukuku.” Diğer bir tanımlamayla, 2014’te yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin
enteresan iklimi…
Efendim, “kardeşlik hukuku”
nedir? Devlet işlerinde “kardeşlik hukuku”nun yeri var mıdır? Siyâset etme
geleneğimiz bu terminolojiye âşina mıdır? Şöyle de sorabiliriz: “Adalet mülkün
temelidir”i; devlet görevine getirileceklerde “liyakatin gözetilmesi gerekir”i
biliriz de “kardeşlik hukuku”nu siyâsetin neresine koyabiliriz?
İnsanların özel hayatlarında kardeşlik,
güven, vefa gibi ahlakî erdemleri gözetmelerinden daha doğal ve hatta ideal bir
tavır olamaz. “Kardeşlik hukuku” tam da buraya oturur. Bununla beraber, söz
konusu olan siyâset ve dolayısıyla kamusal bir mesele ise, karar vericilerden, bireysel
kriterlerin çok üzerinde objektif, evrensel ve hatta aşkın değerlere başvururmaları
beklenir. Çünkü, ahlâkla adaletin/hukukun ayrıldığı o kritik nokta
mevzubahistir devlet işlerinde… Nedir o? Ahlâkla genellikle bireyin iç
dünyasındaki “iyilik” hâli düşünülürken; hukuk, kişinin dışarıyı, toplumu
etkileyen fiillerinin değerlendirilmesidir; dolayısıyla ahlâk “iyilik”, hukuk “adalet”tir.
Adaleti oluşturan yığınla toplumsal değer: liyakat gibi, istişâre gibi… her ülkenin kendi tarihsel aklından süzülerek hâle
ulaşır; zamanın ihtiyaçlarıyla zenginleştirilir ve o ülkenin hukukunu inşâ ederler.
Dolayısıyla, gerçek bir hukuk devletinde,
yönetim erki o devletin kanunlarından, teamüllerinden ve de tabii ki demokratik
seçimlerinden alınır. Aksi takdirde hukuk devletinin varlığından söz edilemez. Mesela,
parlamenter demokrasilerde Cumhurbaşkanı, iktidardan bağımsız, parlamentonun da
üzerinde bir erk olarak konumlanmıştır. “Devletin başı” olan Cumhurbaşkanının
“milletin birliğini temsil etmesi; Anayasa'nın uygulanması, Devlet organlarının
düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmesi” ancak iktidara angaje olmadığı, gücünü
hukuktan ve halktan aldığı hâlde gerçekleşebilecektir.
Bu cümleden olarak,
Cumhurbaşkanımızın adaylığının, 2007 senesinde Başbakanımız tarafından “Kardeşim”
subjektif tanımlamasıyla ilân edilmesinin de; bugün, Sayın Cumhurbaşkanı’nın
tekrar aday olup-olmaması yönünde “kardeşlik ve vefâ hukuku” çerçevesinde
yürütülen polemiklerin de vatandaşlık psikolojisi üzerinde nahoş etkiler yaratabileceği
kanaatindeyiz. Hangi açıdan? Yukarıda kısaca zikrettiğimiz hukuk devleti
niteliği açısından.
Ancak dikkat ederseniz Sayın
Başbakan ile Cumhurbaşkanı’nın ortak siyâsî tarihleri, bütünüyle emanet, vefâ
ve himmet üzerine kurulu intibaı vermektedir... Sayın Erdoğan’ın milletvekilliği
engellendiği günlerde Sayın Gül, onun Başbakanlığını emanet aldı; sonrasında Sayın
Erdoğan Başbakanlığı üç döneme tamamlama kararı alıp, kendilerine “Kardeşim”
sıfatıyla, Cumhurbaşkanlığını teslim etti; Ve öyle anlaşılıyor ki Sayın
Başbakan Cumhurbaşkanlığı ya da Başkanlık için aday olana kadar…
Belirttiğimiz üzere, insanın
yakın çevresiyle olan ilişkileri hukuk kurallarına nispet edilemiyor. Buna
karşın kamusal meselelerde hukuk kuralları nihaî ve ideal durak rolünü hep
koruyor. Nitekim gelinen noktada Sayın Cumhurbaşkanı (Danışmanı aracılığıyla),
Başbakan’la olan özel ilişkilerine yani “aralarındaki hukuka” değil, Anayasa
Mahkemesi’nin “tekrar seçilebilir” kararına atıfta bulunmaktadır. Şu var ki son
derece meşrû olan bir hakkın talebi ve de bu talebe mukâbele, eşyanın garip tabiatı
gereği olacak, garip usullerde tezâhür ediyor: Sayın Cumhurbaşkanı’nın niyeti
ve hatta hissiyatı –sözde kendisinin haberi olmadan– Basın Danışmanı tarafından
dillendiriliyor. Beri taraftan, ortaya koyulan ifadeler, inanılmaz hızlı bir
şekilde hükümet sözcüsü Sayın Hüseyin Çelik tarafından karşılık buluyor. Üstelik
de mânidâr göndermelerle… Tüm bu uluorta îmalı atıfların, devletimizin varlık
göstergesi olan makamlara ve dolayısıyla halkımızın egemenliğine yakıştığı, her
halde iddia edilemez…
Şöyle bitirelim: Hukuksal
kurallar ve köklü devlet teamülleri yerine, beşerî ilişkilerin kaderine teslim
edilmiş siyasetin, akamete uğraması ve hatta kaos yaratması kuvvetle
muhtemeldir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, insan ilişkileri tabiatı
itibarıyla değişken, subjektif ve ikirciklidir; zaten tam da bu nedenle
Bâbil’den bu yana dünya devletleri, üst ve aşkın adalet kriterleri bütününe;
hukuka ve devlet teamülüne ihtiyaç duyulmuşlardır.